Bahadır İkican | Kocaeli University (original) (raw)
Papers by Bahadır İkican
Ortaçağ Araştırmaları Dergisi, 2024
Türkçe literatürde Got tarihi üzerine çalışmalar gün geçtikçe artmaktadır. İngilizce ve Almanca b... more Türkçe literatürde Got tarihi üzerine çalışmalar gün geçtikçe artmaktadır. İngilizce ve Almanca başta olmak üzere Got ve Germen tarihi üzerine yapılan eserlerin Türkçe tercümelerindeki yükseliş, bu alan üzerine ülkemizde yapılan çalışmalara ilginin yoğunlaştığını gösteren bir etkendir. Bu bağlamda İngiliz tarihçi Peter Heather tarafından 1996 yılında İngilizce kaleme alınan The Goths eserinin 2012 yılında Erkan Avcı tarafından dilimize yapılan çevirisi, Got tarihi bağlamında Türkçe literatüre büyük bir katkı sağlamıştır. Nitekim bu eser, münferit olarak Got tarihini inceleyen dilimizdeki ilk kitap olması bakımından kayda değerdir. Bu eleştiri makalesi içerisindeki temel amaç, Peter Heather’ın Türkçeye çevrilen Gotlar eseri üzerine yoğunlaşmak olup çevirinin niteliğine dair çıkarımlarda bulunmaktır. Nitekim bu eser, Türkçe literatüre büyük bir katkı sağlasa da gerek bağlamsal gerek tarihsel gerekse de Latince, Yunanca isimlerin Türkçeye aktarılması anlamında pek çok hatayı barındırmaktadır. Genel anlamda geniş bir okuyucu kitlesine hitap eden Gotlar eserinin kitap eleştirisini yapmak, alan hakkında sınırlı bilgiye sahip olan okuyuculara birtakım ipuçları sağlayacaktır. Bunun yanında eserin ilk baskısının 2012 yılında yapılmış ve tükenmiş olmasına rağmen ikinci baskısının halen yapılmamış olması, eser çevirisinin gözden geçirilerek yeniden basılmasına vesile olabilecektir. Makale içerisinde taahhüt edilen bir diğer inceleme konusu ise Heather’ın tarihçiliği üzerine olacaktır. Nitekim Heather, Peter Brown tarafından Geç Antik Çağ paradigmasının ortaya atıldığı 1970’li yıllardan itibaren rafa kalkmış gibi görülen “çöküş” paradigmasının tekrar gündeme gelmesinde etkili olan en önemli yazarlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu açıdan Gotlar eseri çerçevesinde Heather’ın bakış açısının değerlendirilmesi, Türkçe literatürün oldukça eksikliğini hissettiği, Antik Çağ özelindeki “çöküş” ve “dönüşüm” paradigmalarının da daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacaktır.
Avrupalı Türkler, Avrupa Türk Tarihi , 2024
Geç Antik Çağ’ın en popüler anlatılarından biri olan Kavimler Göçü, içerisinde pek çok hikâyeyi b... more Geç Antik Çağ’ın en popüler anlatılarından biri olan Kavimler Göçü, içerisinde pek çok hikâyeyi barındırmaktadır. Hunların Orta Asya’dan yaptıkları göç hareketi ile başlatılan Kavimler Göçü, Avrupa’nın bütününü etkileyen bir olgudur. Hunların Volga Nehri’nin batısına geçişleriyle birlikte Alanları daha batıya ilerleme mecburiyetinde bırakmaları göçün başlangıcını teşkil etmektedir.
Karadeniz’in kuzeyinde başlayan bu göç hareketi, bilhassa Alanlar ve Germenlerin doğu koluna mensup Tervingiler ve Greuthungiler ile ilişkilendirilmiştir. Hun baskısı, bu topluluklar üzerinde adeta domino etkisi yaparak onlara, Hunlarla iş birliği yapmak ya da daha batıya göç etmek dışında başka bir seçenek bırakmamıştır. Meseleye bölgenin en istikrarlı gücü olan Roma İmparatorluğu açısından bakıldığında ise Tervingilerin etkisi daha da artmaktadır. Nitekim 376’da Roma İmparatorluğu’ndan yardım isteyen Tervingiler, geniş çaplı olarak imparatorluk sınırları içerisine dâhil edilen ilk “barbar” topluluk olmuşlardır. Tervingilerin imparatorun izniyle Tuna sınırını geçmeleri, Roma İmparatorluğu ile Tervingiler arasında çatışmalar yaşanmasını engelleyememiştir. Bu çatışmaların bir yansıması olarak 378’de gerçekleşen Hadrianopolis Savaşı, İmparator Valens’in ölümüyle sonuçlanmıştır.
Hunların Karadeniz’in kuzeyine gelişleriyle birlikte gerçekleşen istikrarsızlık sadece siyasi değil, aynı zamanda dini, kültürel ve askeri pek çok değişimi beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda Hunların başlattığı göç neticesinde ortaya çıkan kaotik ortamdan kurtulmak isteyen Tervingiler, Roma İmparatorluğu’nun etkisiyle paganizmden yüz çevirerek Hristiyanlığı benimsemişlerdir. Tervingilerin Ariusçu Hristiyanlığı benimsemeleriyle sonuçlanan bu ihtida hareketi, Ariusçuluğun diğer Germen topluluklar arasında da yayılımını kolaylaştırmıştır.
Bu araştırma içerisine Kavimler Göçü’nün ne olduğu ve ne zaman başlayıp ne zaman sona erdiği gibi konular dâhil edilmekle birlikte ağırlıklı olarak Hunların Karadeniz’in kuzey sathında görünmeye başladıkları dönemden itibaren bölgede yarattıkları siyasi, kültürel ve dini etkiler ortaya konulmaya çalışılacaktır. Bu bağlamda Hunların Karadeniz’in kuzeyine yaptıkları saldırılar Roma İmparatorluğu’nun batı yakasının çöküşüne kadar giden bir etki yaratmıştır. Dahası bu etki, Orta Çağ’da oluşmaya başladığı kabul edilen “Avrupa Medeniyetinin” temellerinin atılmasını sağlamıştır. Çalışmanın Hunların Karadeniz’in kuzeyinde görünmeye başladıkları tarih olan 370’lerden Attila’nın kardeşi Bleda ile Hun hâkimiyetini sağladığı tarih olan 434’e kadar yaşanan gelişmeleri içermesi planlanmaktadır.
Fırat Üniversitesi Uluslararası İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 2023
Bizans İmparatorluğu’nun “tahıl ambarı” olarak adlandırılan Mısır’ın Pelusium kentinde 541’de pat... more Bizans İmparatorluğu’nun “tahıl ambarı” olarak adlandırılan Mısır’ın Pelusium kentinde 541’de patlak veren veba salgını, doğrudan ya da dolaylı yoldan Akdeniz’in tüm sahil kentlerini etkilemiştir. Yaklaşık iki yüzyıl boyunca etkisini hissettiren veba salgını, zamanla iç bölgelere de sirayet ederek Avrupa’nın pek çok bölgesinde varlığını hissettirmiştir. Başlangıçta ticaret vasıtasıyla yayılım gösteren salgın, bilhassa Britanya’da Hıristiyanlığı tebliğ eden misyonerler aracılığıyla muhtelif yerlere de yayılmıştır. Altıncı yüzyılda ortaya çıkan veba salgının arkasında sadece biyolojik etmenlerin değil, aynı zamanda birtakım iklimsel krizlerin de yattığı düşünülmektedir. Bilhassa 536’da Kuzey Yarım Küre’yi etkilediği düşünülen volkanik kış, veba salgının ortaya çıkışında ve salgın sırasında yaşamını yitiren insan sayısının artışında önemli bir etkendir. Güncel araştırmalara göre bir volkan patlaması ya da dünya yüzeyine bir kuyruklu yıldız çarpması sonucu ortaya çıkan iklim krizi, tarımsal üretimde bir düşüş yaratmıştır. Yaklaşık iki yıl kadar süren volkanik kış nedeniyle yeterli ürün elde edemeyen çiftçilerin büyük bir kısmı ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla göç etmek durumunda kalmışlardır. Yaşanan bu göç hareketi, sadece tarım arazilerinin boş kalmasına neden olmamış, aynı zamanda zaten yeterli beslenme konusunda pek de başarılı olamayan Geç Antik Çağ insanlarının tüketim ihtiyaçlarına ulaşımını zorlaştırmıştır. Nitekim bu durum da insanların salgın karşısında bağışıklık sistemlerinin iyiden iyiye düşmesine sebep olmuştur. Bu bağlamda 536 iklim krizi, vebanın birincil etkeni değilse de salgının yayılımında ve ölüm oranlarının artmasında önemli bir unsurdur. Veba salgını bilhassa yerleşik düzen üzerine kurulu olan Bizans İmparatorluğu’nu derinden etkilemiştir. Salgının pek çok insanın canına mal olmasının yanında sağlıklı insanların hastalığa yakalanmaktan korkarak bulundukları yerleri terk etmeleri, bir göç hareketi doğurmuştur. Yaşanan bu göç hareketi de asayişsizliğin artması ve iaşe teminin sağlanması noktasında büyük bir sıkıntı yaratmıştır. Dahası salgın kaynaklı ölüm oranlarının oldukça yüksek olması, tarımda ve muhtelif işlerde çalışacak insan bulmayı zorlaştırmış ve bu durum da işgücü fiyatlarında artışa neden olmuştur. Dönemin Bizans İmparatoru Iustinianus da bu fiyat artışlarının önüne geçmek için yasalar çıkarmıştır. Ayrıca insan kaybının fazla olması orduya asker alımında sıkıntı çıkarmış ve imparatorluk “barbar” paralı askerlere yönelmek durumunda kalmıştır. Hemen hemen tüm Akdeniz kentlerini etkisi altına alan veba salgının özellikle Avrupa’nın iç kesimlerine yayılım göstermesi, Orta Çağ Avrupa dünyası açısından oldukça önemli bir unsurdur. Vebaya yakalanmaktan imtina eden insanların dine yönelmesi, kilisenin gücünü arttırmasını sağlamıştır. Ayrıca dış dünyayla bağlantının en aza indirilerek kendi kendine yeten bir ekonomi fikrinin benimsenmesi, feodal düzenin oluşumu noktasında önemli bir etken olmuştur.
Darulhadis İslami Araştırmalar Dergisi, Dec 2022
Beginning in the fourth-century with Eusebius of Caesarea and continued by writers such as Socrat... more Beginning in the fourth-century with Eusebius of Caesarea and continued by writers such as Socrates, Sozomen and Theodoretus, church historiography is very important in terms of historiography. The main purpose of church historians is to tell the story of Christianity, which has survived despite being suppressed and persecuted many times since its first emergence. The Christians, who were exposed to various persecutions until the beginning of the fourth-century century, experienced great relief with the conversion of Constantine the Great to this religion. After this date, the Christians, who found a relatively free environment, focused more on the nature of Jesus and gathered many councils to solve problems within the scope of theology and the hierarchy of the churches. Church History works, which contain these theological and hierarchical debates, need to be carefully examined in order to understand the conflicts. In addition, church historians, who were too concerned about secular events, reflected the turbulences of the Late Roman Empire in their works. At this point, the works of church historians, who sometimes refer to the Germans and from time to time to regions such as Armenia and Persia in the more eastern parts, shed light on political events.
Keywords: Socrates Scholasticus, Sozomen, Church Historiography, Church History, Comparative History
Dördüncü yüzyılda Ceasarealı Eusebius ile başlayan ve Socrates, Sozomenus, Theodoretus gibi yazarlar tarafından devam ettirilen kilise tarihçiliği, tarih yazımı açısından oldukça önemlidir. Kilise tarihçilerinin ana amacı ilk ortaya çıktığı andan itibaren baskı altında tutulmasına ve birçok kez kovuşturmaya uğramasına rağmen ayakta kalmayı başaran Hıristiyanlığın hikayesini anlatmaktır. Nitekim dördüncü yüzyıl başlarına kadar çeşitli zulümlere maruz kalan Hıristiyanlar, Büyük Constantinus’un bu dine ihtida etmesiyle birlikte büyük bir rahatlama yaşamışlardır. Bu tarihten sonra görece daha özgür bir ortam bulan Hıristiyanlar, İsa’nın tabiatı üzerine daha çok eğilmiş, teoloji ve kiliselerin hiyerarşisi kapsamındaki sorunları çözmek için birçok konsil toplamışlardır. Nitekim bu teolojik ve hiyerarşik tartışmaları içeren Kilise Tarihi eserlerinin, ihtilafların anlaşılması açısından dikkatli bir şekilde incelenmesi gerekmektedir. Bunun yanında seküler olaylara da fazlasıyla eğilen kilise tarihçileri, Geç Roma İmparatorluğu’nun yaşadığı çalkantıları da eserlerine yansıtmışlardır. Bu noktada zaman zaman Germenlere zaman zaman da daha doğu bölümlerde yer alan Armenia ve Persia gibi bölgelere değinen kilise tarihçilerinin eserleri siyasi olaylara da ışık tutmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Socrates Scholasticus, Sozomenus, Kilise Tarihçiliği, Kilise Tarihi, Karşılaştırmalı Tarih
Eskiçağ Araştırmaları Dergisi, Yıl: 1, Sayı: 6, 2018
Eskiçağ Araştırmaları Merkezi, Yıl: 1, Sayı: 3, 2018
İstanbul Üniversitesi Klasik Filoloji Topluluğu Dergisi, 2019
İstanbul Üniversitesi Klasik Filoloji Topluluğu Dergisi, 2020
19. yüzyılda Ranke ile birlikte "bilimsel" bir disiplin olarak ele alınmaya başlanan tarih araştı... more 19. yüzyılda Ranke ile birlikte "bilimsel" bir disiplin olarak ele alınmaya başlanan tarih araştırmaları, ilk olarak siyasi odaklı yürütülmüştür. Daha çok devletlerin ve "önemli kişilerin" konu edildiği ve arşiv metinlerinden hareketle inşa edilen bu ilk tarih çalışmaları uzun yıllar siyasi kimliğini sürdürmüştür. Tarih bilimi de bu metodoloji bağlamında araştırmaların daha sistematik ve tutarlı yapılabilmesi için belirli dönemlere ayrılmıştır. Ancak sonraki süreçte birçok tarihçi tarafından bu metodolojiye eleştiriler getirilmiştir. 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya konulan Geç Antikçağ metodolojisi de bu görüşe eleştiri getiren tarih tasavvurlarından biridir. Metodolojinin kurucusu olan Peter Brown Geç Antikçağ dünyasının en önemli ismidir. Bu noktada Geç Antikçağ düşüncesinin anlaşılabilmesi için Brown'ın ortaya koyduğu eserlerin incelenmesi ve Brown'ın zihin yapısının çözümlenmesi gerekmektedir.
4. yüzyılda Ceasarealı Eusebius ile başlayan ve Socrates, Sozomenus, Theodoretus gibi yazarlar ta... more 4. yüzyılda Ceasarealı Eusebius ile başlayan ve Socrates, Sozomenus, Theodoretus gibi yazarlar tarafından devam ettirilen kilise tarihçiliği, tarih yazımı açısından oldukça önemlidir. Kilise tarihçilerinin en önemli amacı ilk ortaya çıktığı andan itibaren baskı altında tutulmasına ve birçok kez kovuşturmaya uğramasına rağmen ayakta kalmayı başaran Hıristiyanlığın hikayesini anlatmaktır. Nitekim 4. yüzyıl başlarına kadar çeşitli zulümlere maruz kalan Hıristiyanlar, Büyük Constantinus’un bu dine ihtida etmesiyle birlikte büyük bir rahatlama yaşamışlardır. Bu tarihten sonra görece daha özgür bir ortam bulan Hıristiyanlar, İsa’nın tabiatı üzerine daha çok eğilmiş, teoloji ve kiliselerin hiyerarşisi kapsamındaki sorunları çözmek için birçok konsil toplamışlardır. Nitekim bu teolojik ve hiyerarşik tartışmaları içeren Kilise Tarihi eserlerinin, ihtilafların anlaşılması açısından dikkatli bir şekilde incelenmesi gerekmektedir. Bunun yanında seküler olaylara da fazlasıyla eğilen kilise tarihçileri Geç Roma İmparatorluğu’nun yaşadığı çalkantıları da eserlerine yansıtmışlardır. Bu noktada zaman zaman Germenlere zaman zaman da daha doğu bölümlerde yer alan Armenia ve Persia gibi bölgelere değinen kilise tarihçilerinin eserleri siyasi olaylara da ışık tutmaktadır.
378 yılında Roma İmparatorluğu ile bir Germen topluluğu olan Gotlar arasında günümüz Edirne ili s... more 378 yılında Roma İmparatorluğu ile bir Germen topluluğu olan Gotlar arasında günümüz Edirne ili sınırları içerisinde vuku bulan Hadrianapolis Savaşı, Geç Roma İmparatorluğu döneminde yaşanan en önemli olaylardan biridir. Nitekim bu zamana kadar Tuna Nehri’nin kuzeyinden gelen Germen göçlerini bir şekilde kontrol altında tutabilen Roma İmparatorluğu, bu tarihten itibaren Germen kabilelerine topraklarında yerleşim izni vermeye başlamıştır. İlerleyen süreçte yerleştikleri bölgelerde nüfuz kazanan Germen toplulukları gayri resmî bir şekilde imparatorluktan bağımsız hareket ederek Roma’nın zayıflamasına neden olmuştur. Ünlü Roma tarihçisi Gibbon’a göre de bu Germen baskısı Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışına giden yoldaki en önemli unsurlardan biridir. Hadrianapolis Savaşı’nda çoğunluğu üzengi kullanan süvarilerden oluşan Got ordusunun üstün gelmesi, askeri anlamda da derin etkiler yaratan bir husustur. Piyade ağırlıklı Roma ordusunun Got süvarileri karşısında adeta ezilmesi Roma ordusunun süvari ağırlıklı bir düzene geçmesine neden olmuştur. Ayrıca ilerleyen süreçte Germen asıllı askerlerin orduya alınması ve ordu kademelerinde yükselmelerine izin verilmesi özellikle imparatorluğun batı yakasında savaş lordlarının ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.
541 yılında patlak veren ve doğrudan ya da dolaylı yollardan tüm Akdeniz kentlerini etkisi altına... more 541 yılında patlak veren ve doğrudan ya da dolaylı yollardan tüm Akdeniz kentlerini etkisi altına alan veba salgını, sonraki süreçte radikal değişiklikler yaratmıştır. Bilhassa yoğun insan kaybının yaşanması nedeniyle gerek askeri anlamda gerekse de işgücü açısından değişiklere neden olan veba salgını, Ortaçağ boyunca Avrupa’da oluşan sosyal ve ekonomik düzenin yaratıcı unsurlarından biri olmuştur. 2019 yılında ortaya çıkan Covid-19 pandemisi ise 6. yüzyılda patlak veren veba salgınıyla birçok yönden benzerlik göstermektedir. Milyonlarca kişinin hayatını kaybettiği Covid-19 salgınının henüz ortalarında olunmasına rağmen salgın sürecinde yapılan uygulamalar gerek ekonomik gerekse de sosyal anlamda birçok değişiklik yaratmıştır. Her ne kadar 6. yüzyıldaki Akdeniz şartları ile günümüz dünyası arasında teknolojik ve bilimsel açıdan epey farklılık bulunsa da iki salgın da geniş perspektiften değerlendirildiğinde benzer sonuçlar doğurmuştur. Bununla birlikte Covid salgını devam etmekte olan bir süreç olduğundan makro düzeyde sonuçlar çıkarmak için salgının bitişini beklemek gerektiği de aşikardır.
19. Yüzyılda Ranke ile başladığı kabul edilen tarih “biliminin” ele aldığı konular siyasi içerikl... more 19. Yüzyılda Ranke ile başladığı kabul edilen tarih “biliminin” ele aldığı konular siyasi içerikli olmuş ve bu durum da devlet ve arşiv odaklı tarih yazımının ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Ancak II. Dünya Savaşı sonrası 1960’lı yıllarda özellikle sanat ve edebiyat alanında etkisini hissettiren postmodernizm akımından tarih araştırmaları da fazlasıyla etkilenmiştir. Bu etkileşimden önce salt devletlerin ve siyasi olayların tarihi olarak ele alınan tarih araştırmaları, bu andan itibaren bireye, topluma ve marjinal nitelikli konulara yönelmiştir. Bu bağlamda klasik tarih anlayışları da sorgulanmış ve tarihi dönemler de çok farklı yönlerden ele alınmaya çalışılmıştır. Bu görüşler çerçevesinde farklı bir perspektifle ele alınan dönemlerden birisi de Eskiçağ tarihi olmuştur. Klasik olarak yazının bulunuşu ile başlatılan ve 476 yılında Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışı ile sonlandırılan Eskiçağ tarihi gerek zamansal gerekse de dönemsel yönden eleştirilere maruz bırakılmıştır. 1970’li yıllarda Eskiçağ tarihi alanındaki klasik görüş üzerine sorgulamaların arttığı bir ortamda Peter Brown da bu eleştirilerin en önemli taraflarından biri olmuştur. Her ne kadar kendisi tarafından ortaya atılmadığı bilinen bir gerçek olsa da “Geç Antikçağ” tanımının en önemli temsilcisi olarak kabul edilen Peter Brown, 1971 yılında kaleme aldığı The World of Late Antiquity eseriyle adeta bu dönemin manifestosunu ortaya koymuştur.
Antikçağ’da ilk fark edilmeye başlandıkları dönemlerde yazıyı kullanmayan ve siyasi birlik oluştu... more Antikçağ’da ilk fark edilmeye başlandıkları dönemlerde yazıyı kullanmayan ve siyasi birlik oluşturmaktan çok uzak olan Germen kavimlerinin tarihini yazmak oldukça zordur. Yazıyı kullanmayışları sebebiyle onların edebi açıdan varlığını ilk ortaya koyanlar Roma İmparatorluğu’nun sınırları içerisinde yaşayan yazarlar olmuştur. Iordanes, Ammianus Marcellinus, Prokopius, Tacitus gibi birçok Romalı yazarın eserlerinin bugünlere ulaşmış olması bu toplulukların araştırılması açısından günümüz tarihçileri için büyük bir şanstır. Bu kaynakların yanında günümüzde gelişmiş tekniklerle ortaya konulan arkeolojik çalışmalar da bu kavimlerin araştırılmasına büyük bir katkı sağlamaktadır. Bu bağlamda arkeolojik çalışmaların ve Antik metinlerin ışığında Germen kavimleri üzerinde araştırma yapan yazarların sayısı epey fazladır. Bu alanda araştırmalarını yoğunlaştıran en önemli isimlerden biri hiç şüphesiz İngiliz tarihçi Peter Heather’dır. Gerek benimsediği gerekse reddettiği düşünceler çerçevesinde oldukça eleştirilen Peter Heather’in Got tarihi üzerine yapmış olduğu çalışmalar bu alanda büyük bir boşluğu doldurmuştur. Onun tarafından yazılmış olan Gotlar adlı eser de alanın en önemli eserlerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
19. yüzyılın sonu itibariyle başlayan Mitra kültü araştırmaları günümüze dek çok farklı yöntemler... more 19. yüzyılın sonu itibariyle başlayan Mitra kültü araştırmaları günümüze dek çok farklı yöntemlerle ele alınmıştır. Mithra kültünü araştıran ilk bilim insanı olarak kabul edilen Franz Cumont'un ortaya attığı tezler yaklaşık 50 yıl sorgulanmadan kabul edilmişse de sonraki süreçte bu teze karşı birtakım itirazlar yükselmiştir. 1950'li yıllarda Stig Wikander ile başlayan Cumont tezine dair eleştiriler, 1971 yılında yapılan Mithra Araştırmaları Kongresi ile zirve yapmıştır. Düzenlenen bu kongre sonrası Mithra araştırmalarında Cumont tezi hâkim paradigma olmaktan çıkmış ve bilim insanları bu teze alternatifler üretmeye çalışmışlardır. Roma Devleti tarih sahnesinde ilk belirdiği zamandan itibaren pagan kültürün temelleri üzerine kurulmuştur. Farklı dini sistemlere hoşgörüyle yaklaştığı bilinen ve hatta bazı araştırmalara göre Hıristiyanlık karşısında tutunamamasının en büyük sebebinin bu hoşgörü olduğu iddia edilen paganizmin Roma Devleti bünyesinde benimsenmiş olması farklı bölgelere ait çok çeşitli dini organizasyonların devlet içerisine intikal etmesine neden olmuştur. Bunun sonucunda da Roma İmparatorluğu içerisinde birçok doğu dini ve kültü kendine yer bulmuştur. Gizem dini olması bağlamında üzerinde farklı yorumların yapıldığı, kökeni ve nasıl yayıldığı konusunda tam bir konsensüsün olmadığı görülen Mithra kültü de Roma İmparatorluğu sınırları içerisinde yayılım göstermiş bir doğu gizem kültü olarak ele alınmaktadır.
430-489 yılları arasında günümüz Lyon şehrinin sınırları içerisinde doğan Sidonius Apollinaris, G... more 430-489 yılları arasında günümüz Lyon şehrinin sınırları içerisinde doğan Sidonius Apollinaris, Galya Eyaleti’nin bir aristokratı olarak dünyaya gelmiştir. Ailesinin nüfuzunu etkili bir şekilde kullanan Sidonius, bu gücün yanına kendi çabasını da etkileyerek imparatorluk içerisinde hanedan üyeliğine kadar yükselmiştir. Nitekim imparatorluğun kurumsal yapısının işleyişine, dönemin siyasi ve diplomatik ilişkilerine tanıklık eden Sidonius, yazdıklarıyla son yüzyılını yaşayan Batı Roma İmparatorluğu için eşsiz bir kaynak olarak değerlendirilmektedir. Bilhassa Germenlerin en yoğun olduğu bölgelerden biri olan Galya’da yaşamış olması Germenler ile ilişkiler kurmasını sağlamıştır. Yazdığı yazılar da Germen kavimlerinin dönemin karmaşık siyasi ilişkilerindeki etkisini ortaya koyması bağlamında oldukça önemli bir yerde durmaktadır.
Iulius Caesar’ın evlatlığı olan Octavianus tarafından kurulmuş olan Roma İmparatorluğu, geniş bir... more Iulius Caesar’ın evlatlığı olan Octavianus tarafından kurulmuş olan Roma İmparatorluğu, geniş bir bürokrasi ağı, döneminin en iyi ordusu ve imparatorlarının karizmatik liderliği sayesinde Pax Romana’yı uzun yıllar sağlayabilmiştir. Her ne kadar imparatorluk yönetiminin genel olarak Marcus Aurelius’un yönetiminin sonuna kadar Roma Barışı’nı sağladığı kabul edilirse de bu süre zarfında geçen yaklaşık iki yüzyılda Varus’un Teoutoborg Ormanlarında bozguna uğraması, Filistin’de ortaya çıkan Yahudi ayaklanmaları, Marcus Aurelius döneminde oldukça artan barbar saldırganlığı gibi birtakım huzursuzluklar imparatorluğu oldukça meşgul etmiştir. Ancak yine de imparatorluğun içinden ya da dışından gelen birçok sıkıntı bir yana Antikçağ’da Roma İmparatorluğu’nun temin edebildiği barış düzenini bu kadar uzun süre sağlayabilen başka bir devlet olmamıştır. Marcus Aurelius’un öldüğü yıl, Pax Romana’nın da bittiği yıl olarak kabul edilir. Aurelius kendi döneminde yaşanan Marcomanni istilalarına başarılı bir şekilde karşı koymuştur, ancak ölümünden sonra tahta geçen imparatorlar onun başarılarından oldukça uzak kalmıştır. Bilhassa bu savaşlar zamanında şekillenmeye başladığı kabul edilen Askeri Monarşi yönetimi, sonraki süreçte imparatorluğu adeta bir yamalı bohça haline getirmiştir. Bu çalışmada genel hatlarıyla Roma İmparatorluğu’ndaki 3. Yüzyıl krizi anlatılmaya ve bu kriz esnasında Hıristiyanlığın durumuna değinilmeye çalışılacaktır.
Roma, kurulduğu ilk günden itibaren-bazı istisnalar bulunmakla birlikte-ne vatandaşlarının ne de ... more Roma, kurulduğu ilk günden itibaren-bazı istisnalar bulunmakla birlikte-ne vatandaşlarının ne de kölelerinin dinine karışma çabasına girişmiştir. Devletin hegemonyasını yaydığı topraklarda ilgilendiği en önemli husus vergi toplamak ve asayişi sağlamak olmuştur. Bu sebeple de bölgedeki düzeni bozmayan herhangi bir dini hareket kovuşturmaya uğramamıştır. Geleneksel tarihleme bağlamında kurulduğu İ.Ö. 753 yılından itibaren dini yönden genel anlamda hoşgörü politikası benimseyen Roma, devletin kurumsal yapısına ve imparatorun şahsına yönelik herhangi bir tehdit oluşturabilecek unsurları dini olsun ya da olmasın kovuşturmaya tabi tutmuştur. Bu kovuşturmalardan Yahudiler ve Hıristiyanlar oldukça fazla etkilenmişlerdir. Hıristiyanlar ilk olarak İ.S. 64'te Roma'da çıkan yangının müsebbibi olarak görülmüşler ve İmparator Nero (54-68) tarafından suçlu addedilerek kovuşturmaya tabi tutulmuşlardır. Sonraki süreçte İmparator Decius (251-254) ve Vespasianus (253-260) tarafından da kovuşturmaya uğrayan Hıristiyanlar, çeşitli işkencelere maruz bırakılmalarına ve ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalmalarına rağmen dinlerinden vazgeçmeme inatçılığını göstererek köklerinin kazınması tehlikesiyle başa çıkabilmişlerdir. 3. Yüzyılda yaşanan Askeri Anarşi dönemindeki karışıklıklarda imparatorluk yönetiminin daha çok sınır olayları ve taht mücadeleleriyle meşgul olması sebebiyle halka sırtını dönmesi sonucu insanların ihtiyaçlarının karşılanması noktasında oldukça etkili bir yol izleyen Hıristiyanlık, bu dönemde tüm imparatorluk şehirlerine yayılmıştır. P. Brown'ın da işaret ettiği gibi 206-302 yılları arası Hıristiyanlık için tam bir "Hoşgörü Dönemi" olmuştur. 2 Özellikle 303 yılında Diocletianus tarafından başlatılan ve 312 yılına kadar sürdüğü kabul edilen "Büyük Takibat" 3 döneminde bile artık Hıristiyanlar hesaba katılması gereken bir grup olarak imparatorluktaki yerlerini almışlardır. Dahası imparatorun Nicomedia'da inşa ettirdiği sarayının karşısında bir Hıristiyan bazilikasını görmüş olması muhtemeldir. 4 Sonraki süreçte ise Constantinus'un tahta çıkmasıyla Hıristiyanlığın etkisi imparatorluğun en ücra köşelerine kadar yayılma fırsatı bulmuştur. 4. yüzyıl gerek Hıristiyanlıktan paganlığa gerekse de paganlıktan Hıristiyanlığa ihtidaların yaşandığı oldukça ilginç bir yüzyıl olmuştur. Bu süreçte İmparator Constantinus ve Hippolu Augustinus, Hıristiyanlığa ihtida ederken İmparator Iulianus ise Hıristiyanlıktan paganlığa ihtida etmiştir. Bu çalışma ise Augustinus'un Hıristiyanlık öncesindeki arayışlarını, bu dine ihtida edişini ve genel anlamda Hıristiyanlık için önemini ortaya koymaya çalışmaktadır. Şüphesiz ki bu kadar önemli bir isim üzerine yazılacak her yazı ne kadar geniş kapsamlı olursa olsun eksik kalacaktır. Augustinus 354 yılında Patrick isimli pagan bir baba ve Monica adlı Hıristiyan bir annenin oğlu olarak Kuzey Afrika'nın Hippo kentinde dünyaya gelmiştir. 5 Çocukluğunun ilk çağından itibaren annesi tarafından sürekli olarak Hıristiyan olması yönünde baskı altında kalmışsa da bu dine girmeyi reddeden Augustinus, hayatı boyunca çeşitli dinlere meyletmiştir.
Türkçeye Fransızcadan geçen ve sömürgecilikle eşdeğer bir kelime olarak kullanılan kolonicilik ge... more Türkçeye Fransızcadan geçen ve sömürgecilikle eşdeğer bir kelime olarak kullanılan kolonicilik genel anlamıyla bir ulusun ya da topluluğun yabancı bir toprağı işgal etmesi, işgal edilen bölgeye göçmenlerin yerleştirilmesi ve ilhak edilen bölgenin toprağının işlenmesinin sağlanması anlamına gelmektedir. Bu bağlamda her ne kadar Batı tarihçilik geleneği koloniciliği Coğrafi Keşiflerle başlatsa da anlamı itibariyle bu tanım, Eski Yunan ve hatta bazı eksikleri olmasına rağmen Fenikeliler dönemine kadar geriye götürülebilmektedir.
İlk olarak Yunanlılar, daha sonrasında onların mirasını devralan Romalılar tarafından mor boyanın ülkesinden gelen halk olarak nitelenen Levant halkı, bu betimlemeye atfen Fenikeliler olarak tanımlanmıştır. Tarihi kayıtlar çerçevesinde ilk kolonist devlet olarak nitelenen Fenikeliler esasen bir devletin oluşturduğu üniter birliktelikten çok uzaktı, bölge birçok kent devletinden müteşekkil olup bu devletler arasındaki ilişkiler farklı nitelikler gösterebilmekteydi. Dahası her kent devleti kendi dış ilişkilerini istediği istikamette ilerletebilmekteydi. Ancak bu kent devletleri her ne kadar tarihi olarak farklı yönler izlediyse de kültürel ve dil bağlamında birbiriyle ortak bir mirası paylaşmaktaydı, bu sebeptendir ki bugünkü Lübnan sınırları içerisinde yer alan Fenike Kent Devletleri tarih boyunca tek bir devletmiş gibi değerlendirilmiştir. Her ne kadar Fenikelilerden elimize yazılı kaynak kalmamış olsa da birtakım arkeolojik kalıntılar ve miras bıraktıkları dikili taşlar kültürel ve siyasi yapıları bakımından az da olsa bir fikir edinmeyi olanaklı kılmaktadır.
Bir sahil şeridi çevresine yerleşen Fenikeliler şüphesiz ki coğrafyanın kendilerine sağladığı avantajları oldukça iyi bir şekilde kullanmışlardır. Nitekim bölgeye ilk yerleştikleri dönemlerden itibaren balıkçılıkla uğraşan Sami kökenli bu halk, zamanla sahil şeridinin dışına çıkıp çok uzak bölgeler de dahil Akdeniz’in birçok bölümünde koloniler kurmayı başarabilmiştir. Gerek zaruri ihtiyaçlardan gerekse de daha fazlasını elde etme arzusu Fenikeli kolonicilere cesaret vermiştir. Coğrafya olarak çok hassas bir bölgeye yerleşmiş olan Fenike halkı, tarih boyunca Asur, Babil, Mısır, Hitit gibi devletlerin baskısı altına girmiş gözükse de özerkliğini bir şekilde korumayı başarmıştır. Şüphesiz ki bu başarının en önemli sırrı Fenikelilerin ticaretteki üstünlüğünden kaynaklanmıştır.
Tarihte ilk kadın filozof ve bilim insanı olarak kabul edilen Hypatia, takribi 350-370 yılları ar... more Tarihte ilk kadın filozof ve bilim insanı olarak kabul edilen Hypatia, takribi 350-370 yılları arasında Kuzey Afrika'nın İskenderiye kentinde doğmuştur. Hypatia İskenderiye Üniversitesi'nin son profesörü olarak kabul edilen İskenderiyeli Theon'un 2 kızı olarak dünyaya gelmiş, babasının yaptığı gibi bilime merak salmış, ancak onun yaptığının ilerisine geçerek sadece bilimle değil, aynı zamanda felsefeyle de ilgilenmiştir. Bu minvalde babası Theon tarafından meslektaş olarak anılmış olan İskenderiyeli Hypatia, birçok kaynakta onun yeteneğini aşmış olarak gösterilmektedir Annesi ile ilgili herhangi bir bilgi bulunmamasına rağmen bazı kaynaklarda Epiphanius isimli bir de erkek kardeşi olduğu iddia edilmekte, ancak bu kişinin Theon'un öğrencisi olabileceği de düşünülmektedir. 3 Yaşamının tümünü doğduğu kentte geçiren Hypatia, çağdaşı kadınların aksine oldukça özgür bir yaşam sürmeyi başarmış, iki tekerlekli arabasıyla şehrin çeşitli bölgelerine seyahatlere çıkabilmiş, kentin ileri gelen memur ve yöneticileriyle görüşmeler yapabilmiş ve diğer kadınlar ev işleri ve çocuk yetiştirmeyle meşgul olurken o, bilimsel ve felsefi metinleri yorumlayarak öğrenci yetiştirmeyi başarabilmiştir. Özellikle Platon ve Aristo'nun felsefesiyle yakından ilgilenerek Platon'un felsefesini açıklamayı amaçlamış ve yaptığı çalışmalar neticesinde Neo-Platonist olarak anılmıştır. Zekasının yanında güzelliği ile de oldukça ünlenen Hypatia, Platon'un zekâsı ve Afrodit'in güzelliğine sahip olarak anılagelmiştir. Hypatia'nın yaşadığı dönemde İskenderiye kenti araştırma açısından dünyanın diğer bölgelerine kıyasla oldukça gelişmiş imkanlara sahipti. Şehir kütüphanesinde bulunan 500.000 yazma ve bölgede yer alan Museum binası araştırma yapmak için oldukça elverişli bir ortam yaratıyordu, bu elverişli ortamdan payını düşeni almak için imparatorluğun dört bir yanından birçok bilim insanı ve öğrenci şehre akın etmekteydi. Entelektüel bir ortamda kendisine oldukça sağlam bir yer bulan Hypatia'nın 390'lı yıllarda tanınmaya başladığı ve 400 yılında da İskenderiye'deki Platoncu okulun başına geldiği bilinmektedir. 4 Birçok öğrenciye ev sahipliği yapmakta olan bu okul içerisinde kozmopolit bir yapı hakimdi, öğrenciler arasında pagan olanların yanında Hristiyanlar da vardı, bu iki farklı grup birbiri arasında uyum içerisinde çalışmaktaydı. Okulda matematik, astronomi gibi bilimsel derslerin yanında felsefe dersleri de verilmekteydi. Hypatia öğrencilerine verdiği derslerin yanında şehirde yaşayan diğer insanlara açık şekilde bazen kendi evinde, bazen de okulda dersler vermekteydi. Kamuya açık olarak verilen bu dersler daha çok matematik ağırlıklıydı. Felsefe dersleri ise Hypatia ve öğrencileri arasında işlenen ve dışarıya aktarılmayan derslerdi. Okulun öğrencileri İskenderiye'nin nüfuzlu ve zengin ailelerinin çocuklarıydı, bunun yanında okulda başka şehirlerden gelen öğrenciler de bulunmaktaydı. Hypatia'nın nüfuzu öğrencileri aracılığıyla Constantinopolis dahil olmak üzere imparatorluğun hemen her bölgesine ulaşmaktaydı. Okulda verdiği derslerin yanında yaşadığı mütevazi ve arzulardan uzak hayatla da öğrencilerine örnek olmayı planlayan Hypatia, hayatı boyunca hiç evlenmemiş, ölene kadar da bakire olarak kalmıştır.
Ortaçağ Araştırmaları Dergisi, 2024
Türkçe literatürde Got tarihi üzerine çalışmalar gün geçtikçe artmaktadır. İngilizce ve Almanca b... more Türkçe literatürde Got tarihi üzerine çalışmalar gün geçtikçe artmaktadır. İngilizce ve Almanca başta olmak üzere Got ve Germen tarihi üzerine yapılan eserlerin Türkçe tercümelerindeki yükseliş, bu alan üzerine ülkemizde yapılan çalışmalara ilginin yoğunlaştığını gösteren bir etkendir. Bu bağlamda İngiliz tarihçi Peter Heather tarafından 1996 yılında İngilizce kaleme alınan The Goths eserinin 2012 yılında Erkan Avcı tarafından dilimize yapılan çevirisi, Got tarihi bağlamında Türkçe literatüre büyük bir katkı sağlamıştır. Nitekim bu eser, münferit olarak Got tarihini inceleyen dilimizdeki ilk kitap olması bakımından kayda değerdir. Bu eleştiri makalesi içerisindeki temel amaç, Peter Heather’ın Türkçeye çevrilen Gotlar eseri üzerine yoğunlaşmak olup çevirinin niteliğine dair çıkarımlarda bulunmaktır. Nitekim bu eser, Türkçe literatüre büyük bir katkı sağlasa da gerek bağlamsal gerek tarihsel gerekse de Latince, Yunanca isimlerin Türkçeye aktarılması anlamında pek çok hatayı barındırmaktadır. Genel anlamda geniş bir okuyucu kitlesine hitap eden Gotlar eserinin kitap eleştirisini yapmak, alan hakkında sınırlı bilgiye sahip olan okuyuculara birtakım ipuçları sağlayacaktır. Bunun yanında eserin ilk baskısının 2012 yılında yapılmış ve tükenmiş olmasına rağmen ikinci baskısının halen yapılmamış olması, eser çevirisinin gözden geçirilerek yeniden basılmasına vesile olabilecektir. Makale içerisinde taahhüt edilen bir diğer inceleme konusu ise Heather’ın tarihçiliği üzerine olacaktır. Nitekim Heather, Peter Brown tarafından Geç Antik Çağ paradigmasının ortaya atıldığı 1970’li yıllardan itibaren rafa kalkmış gibi görülen “çöküş” paradigmasının tekrar gündeme gelmesinde etkili olan en önemli yazarlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu açıdan Gotlar eseri çerçevesinde Heather’ın bakış açısının değerlendirilmesi, Türkçe literatürün oldukça eksikliğini hissettiği, Antik Çağ özelindeki “çöküş” ve “dönüşüm” paradigmalarının da daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacaktır.
Avrupalı Türkler, Avrupa Türk Tarihi , 2024
Geç Antik Çağ’ın en popüler anlatılarından biri olan Kavimler Göçü, içerisinde pek çok hikâyeyi b... more Geç Antik Çağ’ın en popüler anlatılarından biri olan Kavimler Göçü, içerisinde pek çok hikâyeyi barındırmaktadır. Hunların Orta Asya’dan yaptıkları göç hareketi ile başlatılan Kavimler Göçü, Avrupa’nın bütününü etkileyen bir olgudur. Hunların Volga Nehri’nin batısına geçişleriyle birlikte Alanları daha batıya ilerleme mecburiyetinde bırakmaları göçün başlangıcını teşkil etmektedir.
Karadeniz’in kuzeyinde başlayan bu göç hareketi, bilhassa Alanlar ve Germenlerin doğu koluna mensup Tervingiler ve Greuthungiler ile ilişkilendirilmiştir. Hun baskısı, bu topluluklar üzerinde adeta domino etkisi yaparak onlara, Hunlarla iş birliği yapmak ya da daha batıya göç etmek dışında başka bir seçenek bırakmamıştır. Meseleye bölgenin en istikrarlı gücü olan Roma İmparatorluğu açısından bakıldığında ise Tervingilerin etkisi daha da artmaktadır. Nitekim 376’da Roma İmparatorluğu’ndan yardım isteyen Tervingiler, geniş çaplı olarak imparatorluk sınırları içerisine dâhil edilen ilk “barbar” topluluk olmuşlardır. Tervingilerin imparatorun izniyle Tuna sınırını geçmeleri, Roma İmparatorluğu ile Tervingiler arasında çatışmalar yaşanmasını engelleyememiştir. Bu çatışmaların bir yansıması olarak 378’de gerçekleşen Hadrianopolis Savaşı, İmparator Valens’in ölümüyle sonuçlanmıştır.
Hunların Karadeniz’in kuzeyine gelişleriyle birlikte gerçekleşen istikrarsızlık sadece siyasi değil, aynı zamanda dini, kültürel ve askeri pek çok değişimi beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda Hunların başlattığı göç neticesinde ortaya çıkan kaotik ortamdan kurtulmak isteyen Tervingiler, Roma İmparatorluğu’nun etkisiyle paganizmden yüz çevirerek Hristiyanlığı benimsemişlerdir. Tervingilerin Ariusçu Hristiyanlığı benimsemeleriyle sonuçlanan bu ihtida hareketi, Ariusçuluğun diğer Germen topluluklar arasında da yayılımını kolaylaştırmıştır.
Bu araştırma içerisine Kavimler Göçü’nün ne olduğu ve ne zaman başlayıp ne zaman sona erdiği gibi konular dâhil edilmekle birlikte ağırlıklı olarak Hunların Karadeniz’in kuzey sathında görünmeye başladıkları dönemden itibaren bölgede yarattıkları siyasi, kültürel ve dini etkiler ortaya konulmaya çalışılacaktır. Bu bağlamda Hunların Karadeniz’in kuzeyine yaptıkları saldırılar Roma İmparatorluğu’nun batı yakasının çöküşüne kadar giden bir etki yaratmıştır. Dahası bu etki, Orta Çağ’da oluşmaya başladığı kabul edilen “Avrupa Medeniyetinin” temellerinin atılmasını sağlamıştır. Çalışmanın Hunların Karadeniz’in kuzeyinde görünmeye başladıkları tarih olan 370’lerden Attila’nın kardeşi Bleda ile Hun hâkimiyetini sağladığı tarih olan 434’e kadar yaşanan gelişmeleri içermesi planlanmaktadır.
Fırat Üniversitesi Uluslararası İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 2023
Bizans İmparatorluğu’nun “tahıl ambarı” olarak adlandırılan Mısır’ın Pelusium kentinde 541’de pat... more Bizans İmparatorluğu’nun “tahıl ambarı” olarak adlandırılan Mısır’ın Pelusium kentinde 541’de patlak veren veba salgını, doğrudan ya da dolaylı yoldan Akdeniz’in tüm sahil kentlerini etkilemiştir. Yaklaşık iki yüzyıl boyunca etkisini hissettiren veba salgını, zamanla iç bölgelere de sirayet ederek Avrupa’nın pek çok bölgesinde varlığını hissettirmiştir. Başlangıçta ticaret vasıtasıyla yayılım gösteren salgın, bilhassa Britanya’da Hıristiyanlığı tebliğ eden misyonerler aracılığıyla muhtelif yerlere de yayılmıştır. Altıncı yüzyılda ortaya çıkan veba salgının arkasında sadece biyolojik etmenlerin değil, aynı zamanda birtakım iklimsel krizlerin de yattığı düşünülmektedir. Bilhassa 536’da Kuzey Yarım Küre’yi etkilediği düşünülen volkanik kış, veba salgının ortaya çıkışında ve salgın sırasında yaşamını yitiren insan sayısının artışında önemli bir etkendir. Güncel araştırmalara göre bir volkan patlaması ya da dünya yüzeyine bir kuyruklu yıldız çarpması sonucu ortaya çıkan iklim krizi, tarımsal üretimde bir düşüş yaratmıştır. Yaklaşık iki yıl kadar süren volkanik kış nedeniyle yeterli ürün elde edemeyen çiftçilerin büyük bir kısmı ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla göç etmek durumunda kalmışlardır. Yaşanan bu göç hareketi, sadece tarım arazilerinin boş kalmasına neden olmamış, aynı zamanda zaten yeterli beslenme konusunda pek de başarılı olamayan Geç Antik Çağ insanlarının tüketim ihtiyaçlarına ulaşımını zorlaştırmıştır. Nitekim bu durum da insanların salgın karşısında bağışıklık sistemlerinin iyiden iyiye düşmesine sebep olmuştur. Bu bağlamda 536 iklim krizi, vebanın birincil etkeni değilse de salgının yayılımında ve ölüm oranlarının artmasında önemli bir unsurdur. Veba salgını bilhassa yerleşik düzen üzerine kurulu olan Bizans İmparatorluğu’nu derinden etkilemiştir. Salgının pek çok insanın canına mal olmasının yanında sağlıklı insanların hastalığa yakalanmaktan korkarak bulundukları yerleri terk etmeleri, bir göç hareketi doğurmuştur. Yaşanan bu göç hareketi de asayişsizliğin artması ve iaşe teminin sağlanması noktasında büyük bir sıkıntı yaratmıştır. Dahası salgın kaynaklı ölüm oranlarının oldukça yüksek olması, tarımda ve muhtelif işlerde çalışacak insan bulmayı zorlaştırmış ve bu durum da işgücü fiyatlarında artışa neden olmuştur. Dönemin Bizans İmparatoru Iustinianus da bu fiyat artışlarının önüne geçmek için yasalar çıkarmıştır. Ayrıca insan kaybının fazla olması orduya asker alımında sıkıntı çıkarmış ve imparatorluk “barbar” paralı askerlere yönelmek durumunda kalmıştır. Hemen hemen tüm Akdeniz kentlerini etkisi altına alan veba salgının özellikle Avrupa’nın iç kesimlerine yayılım göstermesi, Orta Çağ Avrupa dünyası açısından oldukça önemli bir unsurdur. Vebaya yakalanmaktan imtina eden insanların dine yönelmesi, kilisenin gücünü arttırmasını sağlamıştır. Ayrıca dış dünyayla bağlantının en aza indirilerek kendi kendine yeten bir ekonomi fikrinin benimsenmesi, feodal düzenin oluşumu noktasında önemli bir etken olmuştur.
Darulhadis İslami Araştırmalar Dergisi, Dec 2022
Beginning in the fourth-century with Eusebius of Caesarea and continued by writers such as Socrat... more Beginning in the fourth-century with Eusebius of Caesarea and continued by writers such as Socrates, Sozomen and Theodoretus, church historiography is very important in terms of historiography. The main purpose of church historians is to tell the story of Christianity, which has survived despite being suppressed and persecuted many times since its first emergence. The Christians, who were exposed to various persecutions until the beginning of the fourth-century century, experienced great relief with the conversion of Constantine the Great to this religion. After this date, the Christians, who found a relatively free environment, focused more on the nature of Jesus and gathered many councils to solve problems within the scope of theology and the hierarchy of the churches. Church History works, which contain these theological and hierarchical debates, need to be carefully examined in order to understand the conflicts. In addition, church historians, who were too concerned about secular events, reflected the turbulences of the Late Roman Empire in their works. At this point, the works of church historians, who sometimes refer to the Germans and from time to time to regions such as Armenia and Persia in the more eastern parts, shed light on political events.
Keywords: Socrates Scholasticus, Sozomen, Church Historiography, Church History, Comparative History
Dördüncü yüzyılda Ceasarealı Eusebius ile başlayan ve Socrates, Sozomenus, Theodoretus gibi yazarlar tarafından devam ettirilen kilise tarihçiliği, tarih yazımı açısından oldukça önemlidir. Kilise tarihçilerinin ana amacı ilk ortaya çıktığı andan itibaren baskı altında tutulmasına ve birçok kez kovuşturmaya uğramasına rağmen ayakta kalmayı başaran Hıristiyanlığın hikayesini anlatmaktır. Nitekim dördüncü yüzyıl başlarına kadar çeşitli zulümlere maruz kalan Hıristiyanlar, Büyük Constantinus’un bu dine ihtida etmesiyle birlikte büyük bir rahatlama yaşamışlardır. Bu tarihten sonra görece daha özgür bir ortam bulan Hıristiyanlar, İsa’nın tabiatı üzerine daha çok eğilmiş, teoloji ve kiliselerin hiyerarşisi kapsamındaki sorunları çözmek için birçok konsil toplamışlardır. Nitekim bu teolojik ve hiyerarşik tartışmaları içeren Kilise Tarihi eserlerinin, ihtilafların anlaşılması açısından dikkatli bir şekilde incelenmesi gerekmektedir. Bunun yanında seküler olaylara da fazlasıyla eğilen kilise tarihçileri, Geç Roma İmparatorluğu’nun yaşadığı çalkantıları da eserlerine yansıtmışlardır. Bu noktada zaman zaman Germenlere zaman zaman da daha doğu bölümlerde yer alan Armenia ve Persia gibi bölgelere değinen kilise tarihçilerinin eserleri siyasi olaylara da ışık tutmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Socrates Scholasticus, Sozomenus, Kilise Tarihçiliği, Kilise Tarihi, Karşılaştırmalı Tarih
Eskiçağ Araştırmaları Dergisi, Yıl: 1, Sayı: 6, 2018
Eskiçağ Araştırmaları Merkezi, Yıl: 1, Sayı: 3, 2018
İstanbul Üniversitesi Klasik Filoloji Topluluğu Dergisi, 2019
İstanbul Üniversitesi Klasik Filoloji Topluluğu Dergisi, 2020
19. yüzyılda Ranke ile birlikte "bilimsel" bir disiplin olarak ele alınmaya başlanan tarih araştı... more 19. yüzyılda Ranke ile birlikte "bilimsel" bir disiplin olarak ele alınmaya başlanan tarih araştırmaları, ilk olarak siyasi odaklı yürütülmüştür. Daha çok devletlerin ve "önemli kişilerin" konu edildiği ve arşiv metinlerinden hareketle inşa edilen bu ilk tarih çalışmaları uzun yıllar siyasi kimliğini sürdürmüştür. Tarih bilimi de bu metodoloji bağlamında araştırmaların daha sistematik ve tutarlı yapılabilmesi için belirli dönemlere ayrılmıştır. Ancak sonraki süreçte birçok tarihçi tarafından bu metodolojiye eleştiriler getirilmiştir. 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya konulan Geç Antikçağ metodolojisi de bu görüşe eleştiri getiren tarih tasavvurlarından biridir. Metodolojinin kurucusu olan Peter Brown Geç Antikçağ dünyasının en önemli ismidir. Bu noktada Geç Antikçağ düşüncesinin anlaşılabilmesi için Brown'ın ortaya koyduğu eserlerin incelenmesi ve Brown'ın zihin yapısının çözümlenmesi gerekmektedir.
4. yüzyılda Ceasarealı Eusebius ile başlayan ve Socrates, Sozomenus, Theodoretus gibi yazarlar ta... more 4. yüzyılda Ceasarealı Eusebius ile başlayan ve Socrates, Sozomenus, Theodoretus gibi yazarlar tarafından devam ettirilen kilise tarihçiliği, tarih yazımı açısından oldukça önemlidir. Kilise tarihçilerinin en önemli amacı ilk ortaya çıktığı andan itibaren baskı altında tutulmasına ve birçok kez kovuşturmaya uğramasına rağmen ayakta kalmayı başaran Hıristiyanlığın hikayesini anlatmaktır. Nitekim 4. yüzyıl başlarına kadar çeşitli zulümlere maruz kalan Hıristiyanlar, Büyük Constantinus’un bu dine ihtida etmesiyle birlikte büyük bir rahatlama yaşamışlardır. Bu tarihten sonra görece daha özgür bir ortam bulan Hıristiyanlar, İsa’nın tabiatı üzerine daha çok eğilmiş, teoloji ve kiliselerin hiyerarşisi kapsamındaki sorunları çözmek için birçok konsil toplamışlardır. Nitekim bu teolojik ve hiyerarşik tartışmaları içeren Kilise Tarihi eserlerinin, ihtilafların anlaşılması açısından dikkatli bir şekilde incelenmesi gerekmektedir. Bunun yanında seküler olaylara da fazlasıyla eğilen kilise tarihçileri Geç Roma İmparatorluğu’nun yaşadığı çalkantıları da eserlerine yansıtmışlardır. Bu noktada zaman zaman Germenlere zaman zaman da daha doğu bölümlerde yer alan Armenia ve Persia gibi bölgelere değinen kilise tarihçilerinin eserleri siyasi olaylara da ışık tutmaktadır.
378 yılında Roma İmparatorluğu ile bir Germen topluluğu olan Gotlar arasında günümüz Edirne ili s... more 378 yılında Roma İmparatorluğu ile bir Germen topluluğu olan Gotlar arasında günümüz Edirne ili sınırları içerisinde vuku bulan Hadrianapolis Savaşı, Geç Roma İmparatorluğu döneminde yaşanan en önemli olaylardan biridir. Nitekim bu zamana kadar Tuna Nehri’nin kuzeyinden gelen Germen göçlerini bir şekilde kontrol altında tutabilen Roma İmparatorluğu, bu tarihten itibaren Germen kabilelerine topraklarında yerleşim izni vermeye başlamıştır. İlerleyen süreçte yerleştikleri bölgelerde nüfuz kazanan Germen toplulukları gayri resmî bir şekilde imparatorluktan bağımsız hareket ederek Roma’nın zayıflamasına neden olmuştur. Ünlü Roma tarihçisi Gibbon’a göre de bu Germen baskısı Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışına giden yoldaki en önemli unsurlardan biridir. Hadrianapolis Savaşı’nda çoğunluğu üzengi kullanan süvarilerden oluşan Got ordusunun üstün gelmesi, askeri anlamda da derin etkiler yaratan bir husustur. Piyade ağırlıklı Roma ordusunun Got süvarileri karşısında adeta ezilmesi Roma ordusunun süvari ağırlıklı bir düzene geçmesine neden olmuştur. Ayrıca ilerleyen süreçte Germen asıllı askerlerin orduya alınması ve ordu kademelerinde yükselmelerine izin verilmesi özellikle imparatorluğun batı yakasında savaş lordlarının ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.
541 yılında patlak veren ve doğrudan ya da dolaylı yollardan tüm Akdeniz kentlerini etkisi altına... more 541 yılında patlak veren ve doğrudan ya da dolaylı yollardan tüm Akdeniz kentlerini etkisi altına alan veba salgını, sonraki süreçte radikal değişiklikler yaratmıştır. Bilhassa yoğun insan kaybının yaşanması nedeniyle gerek askeri anlamda gerekse de işgücü açısından değişiklere neden olan veba salgını, Ortaçağ boyunca Avrupa’da oluşan sosyal ve ekonomik düzenin yaratıcı unsurlarından biri olmuştur. 2019 yılında ortaya çıkan Covid-19 pandemisi ise 6. yüzyılda patlak veren veba salgınıyla birçok yönden benzerlik göstermektedir. Milyonlarca kişinin hayatını kaybettiği Covid-19 salgınının henüz ortalarında olunmasına rağmen salgın sürecinde yapılan uygulamalar gerek ekonomik gerekse de sosyal anlamda birçok değişiklik yaratmıştır. Her ne kadar 6. yüzyıldaki Akdeniz şartları ile günümüz dünyası arasında teknolojik ve bilimsel açıdan epey farklılık bulunsa da iki salgın da geniş perspektiften değerlendirildiğinde benzer sonuçlar doğurmuştur. Bununla birlikte Covid salgını devam etmekte olan bir süreç olduğundan makro düzeyde sonuçlar çıkarmak için salgının bitişini beklemek gerektiği de aşikardır.
19. Yüzyılda Ranke ile başladığı kabul edilen tarih “biliminin” ele aldığı konular siyasi içerikl... more 19. Yüzyılda Ranke ile başladığı kabul edilen tarih “biliminin” ele aldığı konular siyasi içerikli olmuş ve bu durum da devlet ve arşiv odaklı tarih yazımının ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Ancak II. Dünya Savaşı sonrası 1960’lı yıllarda özellikle sanat ve edebiyat alanında etkisini hissettiren postmodernizm akımından tarih araştırmaları da fazlasıyla etkilenmiştir. Bu etkileşimden önce salt devletlerin ve siyasi olayların tarihi olarak ele alınan tarih araştırmaları, bu andan itibaren bireye, topluma ve marjinal nitelikli konulara yönelmiştir. Bu bağlamda klasik tarih anlayışları da sorgulanmış ve tarihi dönemler de çok farklı yönlerden ele alınmaya çalışılmıştır. Bu görüşler çerçevesinde farklı bir perspektifle ele alınan dönemlerden birisi de Eskiçağ tarihi olmuştur. Klasik olarak yazının bulunuşu ile başlatılan ve 476 yılında Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışı ile sonlandırılan Eskiçağ tarihi gerek zamansal gerekse de dönemsel yönden eleştirilere maruz bırakılmıştır. 1970’li yıllarda Eskiçağ tarihi alanındaki klasik görüş üzerine sorgulamaların arttığı bir ortamda Peter Brown da bu eleştirilerin en önemli taraflarından biri olmuştur. Her ne kadar kendisi tarafından ortaya atılmadığı bilinen bir gerçek olsa da “Geç Antikçağ” tanımının en önemli temsilcisi olarak kabul edilen Peter Brown, 1971 yılında kaleme aldığı The World of Late Antiquity eseriyle adeta bu dönemin manifestosunu ortaya koymuştur.
Antikçağ’da ilk fark edilmeye başlandıkları dönemlerde yazıyı kullanmayan ve siyasi birlik oluştu... more Antikçağ’da ilk fark edilmeye başlandıkları dönemlerde yazıyı kullanmayan ve siyasi birlik oluşturmaktan çok uzak olan Germen kavimlerinin tarihini yazmak oldukça zordur. Yazıyı kullanmayışları sebebiyle onların edebi açıdan varlığını ilk ortaya koyanlar Roma İmparatorluğu’nun sınırları içerisinde yaşayan yazarlar olmuştur. Iordanes, Ammianus Marcellinus, Prokopius, Tacitus gibi birçok Romalı yazarın eserlerinin bugünlere ulaşmış olması bu toplulukların araştırılması açısından günümüz tarihçileri için büyük bir şanstır. Bu kaynakların yanında günümüzde gelişmiş tekniklerle ortaya konulan arkeolojik çalışmalar da bu kavimlerin araştırılmasına büyük bir katkı sağlamaktadır. Bu bağlamda arkeolojik çalışmaların ve Antik metinlerin ışığında Germen kavimleri üzerinde araştırma yapan yazarların sayısı epey fazladır. Bu alanda araştırmalarını yoğunlaştıran en önemli isimlerden biri hiç şüphesiz İngiliz tarihçi Peter Heather’dır. Gerek benimsediği gerekse reddettiği düşünceler çerçevesinde oldukça eleştirilen Peter Heather’in Got tarihi üzerine yapmış olduğu çalışmalar bu alanda büyük bir boşluğu doldurmuştur. Onun tarafından yazılmış olan Gotlar adlı eser de alanın en önemli eserlerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
19. yüzyılın sonu itibariyle başlayan Mitra kültü araştırmaları günümüze dek çok farklı yöntemler... more 19. yüzyılın sonu itibariyle başlayan Mitra kültü araştırmaları günümüze dek çok farklı yöntemlerle ele alınmıştır. Mithra kültünü araştıran ilk bilim insanı olarak kabul edilen Franz Cumont'un ortaya attığı tezler yaklaşık 50 yıl sorgulanmadan kabul edilmişse de sonraki süreçte bu teze karşı birtakım itirazlar yükselmiştir. 1950'li yıllarda Stig Wikander ile başlayan Cumont tezine dair eleştiriler, 1971 yılında yapılan Mithra Araştırmaları Kongresi ile zirve yapmıştır. Düzenlenen bu kongre sonrası Mithra araştırmalarında Cumont tezi hâkim paradigma olmaktan çıkmış ve bilim insanları bu teze alternatifler üretmeye çalışmışlardır. Roma Devleti tarih sahnesinde ilk belirdiği zamandan itibaren pagan kültürün temelleri üzerine kurulmuştur. Farklı dini sistemlere hoşgörüyle yaklaştığı bilinen ve hatta bazı araştırmalara göre Hıristiyanlık karşısında tutunamamasının en büyük sebebinin bu hoşgörü olduğu iddia edilen paganizmin Roma Devleti bünyesinde benimsenmiş olması farklı bölgelere ait çok çeşitli dini organizasyonların devlet içerisine intikal etmesine neden olmuştur. Bunun sonucunda da Roma İmparatorluğu içerisinde birçok doğu dini ve kültü kendine yer bulmuştur. Gizem dini olması bağlamında üzerinde farklı yorumların yapıldığı, kökeni ve nasıl yayıldığı konusunda tam bir konsensüsün olmadığı görülen Mithra kültü de Roma İmparatorluğu sınırları içerisinde yayılım göstermiş bir doğu gizem kültü olarak ele alınmaktadır.
430-489 yılları arasında günümüz Lyon şehrinin sınırları içerisinde doğan Sidonius Apollinaris, G... more 430-489 yılları arasında günümüz Lyon şehrinin sınırları içerisinde doğan Sidonius Apollinaris, Galya Eyaleti’nin bir aristokratı olarak dünyaya gelmiştir. Ailesinin nüfuzunu etkili bir şekilde kullanan Sidonius, bu gücün yanına kendi çabasını da etkileyerek imparatorluk içerisinde hanedan üyeliğine kadar yükselmiştir. Nitekim imparatorluğun kurumsal yapısının işleyişine, dönemin siyasi ve diplomatik ilişkilerine tanıklık eden Sidonius, yazdıklarıyla son yüzyılını yaşayan Batı Roma İmparatorluğu için eşsiz bir kaynak olarak değerlendirilmektedir. Bilhassa Germenlerin en yoğun olduğu bölgelerden biri olan Galya’da yaşamış olması Germenler ile ilişkiler kurmasını sağlamıştır. Yazdığı yazılar da Germen kavimlerinin dönemin karmaşık siyasi ilişkilerindeki etkisini ortaya koyması bağlamında oldukça önemli bir yerde durmaktadır.
Iulius Caesar’ın evlatlığı olan Octavianus tarafından kurulmuş olan Roma İmparatorluğu, geniş bir... more Iulius Caesar’ın evlatlığı olan Octavianus tarafından kurulmuş olan Roma İmparatorluğu, geniş bir bürokrasi ağı, döneminin en iyi ordusu ve imparatorlarının karizmatik liderliği sayesinde Pax Romana’yı uzun yıllar sağlayabilmiştir. Her ne kadar imparatorluk yönetiminin genel olarak Marcus Aurelius’un yönetiminin sonuna kadar Roma Barışı’nı sağladığı kabul edilirse de bu süre zarfında geçen yaklaşık iki yüzyılda Varus’un Teoutoborg Ormanlarında bozguna uğraması, Filistin’de ortaya çıkan Yahudi ayaklanmaları, Marcus Aurelius döneminde oldukça artan barbar saldırganlığı gibi birtakım huzursuzluklar imparatorluğu oldukça meşgul etmiştir. Ancak yine de imparatorluğun içinden ya da dışından gelen birçok sıkıntı bir yana Antikçağ’da Roma İmparatorluğu’nun temin edebildiği barış düzenini bu kadar uzun süre sağlayabilen başka bir devlet olmamıştır. Marcus Aurelius’un öldüğü yıl, Pax Romana’nın da bittiği yıl olarak kabul edilir. Aurelius kendi döneminde yaşanan Marcomanni istilalarına başarılı bir şekilde karşı koymuştur, ancak ölümünden sonra tahta geçen imparatorlar onun başarılarından oldukça uzak kalmıştır. Bilhassa bu savaşlar zamanında şekillenmeye başladığı kabul edilen Askeri Monarşi yönetimi, sonraki süreçte imparatorluğu adeta bir yamalı bohça haline getirmiştir. Bu çalışmada genel hatlarıyla Roma İmparatorluğu’ndaki 3. Yüzyıl krizi anlatılmaya ve bu kriz esnasında Hıristiyanlığın durumuna değinilmeye çalışılacaktır.
Roma, kurulduğu ilk günden itibaren-bazı istisnalar bulunmakla birlikte-ne vatandaşlarının ne de ... more Roma, kurulduğu ilk günden itibaren-bazı istisnalar bulunmakla birlikte-ne vatandaşlarının ne de kölelerinin dinine karışma çabasına girişmiştir. Devletin hegemonyasını yaydığı topraklarda ilgilendiği en önemli husus vergi toplamak ve asayişi sağlamak olmuştur. Bu sebeple de bölgedeki düzeni bozmayan herhangi bir dini hareket kovuşturmaya uğramamıştır. Geleneksel tarihleme bağlamında kurulduğu İ.Ö. 753 yılından itibaren dini yönden genel anlamda hoşgörü politikası benimseyen Roma, devletin kurumsal yapısına ve imparatorun şahsına yönelik herhangi bir tehdit oluşturabilecek unsurları dini olsun ya da olmasın kovuşturmaya tabi tutmuştur. Bu kovuşturmalardan Yahudiler ve Hıristiyanlar oldukça fazla etkilenmişlerdir. Hıristiyanlar ilk olarak İ.S. 64'te Roma'da çıkan yangının müsebbibi olarak görülmüşler ve İmparator Nero (54-68) tarafından suçlu addedilerek kovuşturmaya tabi tutulmuşlardır. Sonraki süreçte İmparator Decius (251-254) ve Vespasianus (253-260) tarafından da kovuşturmaya uğrayan Hıristiyanlar, çeşitli işkencelere maruz bırakılmalarına ve ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalmalarına rağmen dinlerinden vazgeçmeme inatçılığını göstererek köklerinin kazınması tehlikesiyle başa çıkabilmişlerdir. 3. Yüzyılda yaşanan Askeri Anarşi dönemindeki karışıklıklarda imparatorluk yönetiminin daha çok sınır olayları ve taht mücadeleleriyle meşgul olması sebebiyle halka sırtını dönmesi sonucu insanların ihtiyaçlarının karşılanması noktasında oldukça etkili bir yol izleyen Hıristiyanlık, bu dönemde tüm imparatorluk şehirlerine yayılmıştır. P. Brown'ın da işaret ettiği gibi 206-302 yılları arası Hıristiyanlık için tam bir "Hoşgörü Dönemi" olmuştur. 2 Özellikle 303 yılında Diocletianus tarafından başlatılan ve 312 yılına kadar sürdüğü kabul edilen "Büyük Takibat" 3 döneminde bile artık Hıristiyanlar hesaba katılması gereken bir grup olarak imparatorluktaki yerlerini almışlardır. Dahası imparatorun Nicomedia'da inşa ettirdiği sarayının karşısında bir Hıristiyan bazilikasını görmüş olması muhtemeldir. 4 Sonraki süreçte ise Constantinus'un tahta çıkmasıyla Hıristiyanlığın etkisi imparatorluğun en ücra köşelerine kadar yayılma fırsatı bulmuştur. 4. yüzyıl gerek Hıristiyanlıktan paganlığa gerekse de paganlıktan Hıristiyanlığa ihtidaların yaşandığı oldukça ilginç bir yüzyıl olmuştur. Bu süreçte İmparator Constantinus ve Hippolu Augustinus, Hıristiyanlığa ihtida ederken İmparator Iulianus ise Hıristiyanlıktan paganlığa ihtida etmiştir. Bu çalışma ise Augustinus'un Hıristiyanlık öncesindeki arayışlarını, bu dine ihtida edişini ve genel anlamda Hıristiyanlık için önemini ortaya koymaya çalışmaktadır. Şüphesiz ki bu kadar önemli bir isim üzerine yazılacak her yazı ne kadar geniş kapsamlı olursa olsun eksik kalacaktır. Augustinus 354 yılında Patrick isimli pagan bir baba ve Monica adlı Hıristiyan bir annenin oğlu olarak Kuzey Afrika'nın Hippo kentinde dünyaya gelmiştir. 5 Çocukluğunun ilk çağından itibaren annesi tarafından sürekli olarak Hıristiyan olması yönünde baskı altında kalmışsa da bu dine girmeyi reddeden Augustinus, hayatı boyunca çeşitli dinlere meyletmiştir.
Türkçeye Fransızcadan geçen ve sömürgecilikle eşdeğer bir kelime olarak kullanılan kolonicilik ge... more Türkçeye Fransızcadan geçen ve sömürgecilikle eşdeğer bir kelime olarak kullanılan kolonicilik genel anlamıyla bir ulusun ya da topluluğun yabancı bir toprağı işgal etmesi, işgal edilen bölgeye göçmenlerin yerleştirilmesi ve ilhak edilen bölgenin toprağının işlenmesinin sağlanması anlamına gelmektedir. Bu bağlamda her ne kadar Batı tarihçilik geleneği koloniciliği Coğrafi Keşiflerle başlatsa da anlamı itibariyle bu tanım, Eski Yunan ve hatta bazı eksikleri olmasına rağmen Fenikeliler dönemine kadar geriye götürülebilmektedir.
İlk olarak Yunanlılar, daha sonrasında onların mirasını devralan Romalılar tarafından mor boyanın ülkesinden gelen halk olarak nitelenen Levant halkı, bu betimlemeye atfen Fenikeliler olarak tanımlanmıştır. Tarihi kayıtlar çerçevesinde ilk kolonist devlet olarak nitelenen Fenikeliler esasen bir devletin oluşturduğu üniter birliktelikten çok uzaktı, bölge birçok kent devletinden müteşekkil olup bu devletler arasındaki ilişkiler farklı nitelikler gösterebilmekteydi. Dahası her kent devleti kendi dış ilişkilerini istediği istikamette ilerletebilmekteydi. Ancak bu kent devletleri her ne kadar tarihi olarak farklı yönler izlediyse de kültürel ve dil bağlamında birbiriyle ortak bir mirası paylaşmaktaydı, bu sebeptendir ki bugünkü Lübnan sınırları içerisinde yer alan Fenike Kent Devletleri tarih boyunca tek bir devletmiş gibi değerlendirilmiştir. Her ne kadar Fenikelilerden elimize yazılı kaynak kalmamış olsa da birtakım arkeolojik kalıntılar ve miras bıraktıkları dikili taşlar kültürel ve siyasi yapıları bakımından az da olsa bir fikir edinmeyi olanaklı kılmaktadır.
Bir sahil şeridi çevresine yerleşen Fenikeliler şüphesiz ki coğrafyanın kendilerine sağladığı avantajları oldukça iyi bir şekilde kullanmışlardır. Nitekim bölgeye ilk yerleştikleri dönemlerden itibaren balıkçılıkla uğraşan Sami kökenli bu halk, zamanla sahil şeridinin dışına çıkıp çok uzak bölgeler de dahil Akdeniz’in birçok bölümünde koloniler kurmayı başarabilmiştir. Gerek zaruri ihtiyaçlardan gerekse de daha fazlasını elde etme arzusu Fenikeli kolonicilere cesaret vermiştir. Coğrafya olarak çok hassas bir bölgeye yerleşmiş olan Fenike halkı, tarih boyunca Asur, Babil, Mısır, Hitit gibi devletlerin baskısı altına girmiş gözükse de özerkliğini bir şekilde korumayı başarmıştır. Şüphesiz ki bu başarının en önemli sırrı Fenikelilerin ticaretteki üstünlüğünden kaynaklanmıştır.
Tarihte ilk kadın filozof ve bilim insanı olarak kabul edilen Hypatia, takribi 350-370 yılları ar... more Tarihte ilk kadın filozof ve bilim insanı olarak kabul edilen Hypatia, takribi 350-370 yılları arasında Kuzey Afrika'nın İskenderiye kentinde doğmuştur. Hypatia İskenderiye Üniversitesi'nin son profesörü olarak kabul edilen İskenderiyeli Theon'un 2 kızı olarak dünyaya gelmiş, babasının yaptığı gibi bilime merak salmış, ancak onun yaptığının ilerisine geçerek sadece bilimle değil, aynı zamanda felsefeyle de ilgilenmiştir. Bu minvalde babası Theon tarafından meslektaş olarak anılmış olan İskenderiyeli Hypatia, birçok kaynakta onun yeteneğini aşmış olarak gösterilmektedir Annesi ile ilgili herhangi bir bilgi bulunmamasına rağmen bazı kaynaklarda Epiphanius isimli bir de erkek kardeşi olduğu iddia edilmekte, ancak bu kişinin Theon'un öğrencisi olabileceği de düşünülmektedir. 3 Yaşamının tümünü doğduğu kentte geçiren Hypatia, çağdaşı kadınların aksine oldukça özgür bir yaşam sürmeyi başarmış, iki tekerlekli arabasıyla şehrin çeşitli bölgelerine seyahatlere çıkabilmiş, kentin ileri gelen memur ve yöneticileriyle görüşmeler yapabilmiş ve diğer kadınlar ev işleri ve çocuk yetiştirmeyle meşgul olurken o, bilimsel ve felsefi metinleri yorumlayarak öğrenci yetiştirmeyi başarabilmiştir. Özellikle Platon ve Aristo'nun felsefesiyle yakından ilgilenerek Platon'un felsefesini açıklamayı amaçlamış ve yaptığı çalışmalar neticesinde Neo-Platonist olarak anılmıştır. Zekasının yanında güzelliği ile de oldukça ünlenen Hypatia, Platon'un zekâsı ve Afrodit'in güzelliğine sahip olarak anılagelmiştir. Hypatia'nın yaşadığı dönemde İskenderiye kenti araştırma açısından dünyanın diğer bölgelerine kıyasla oldukça gelişmiş imkanlara sahipti. Şehir kütüphanesinde bulunan 500.000 yazma ve bölgede yer alan Museum binası araştırma yapmak için oldukça elverişli bir ortam yaratıyordu, bu elverişli ortamdan payını düşeni almak için imparatorluğun dört bir yanından birçok bilim insanı ve öğrenci şehre akın etmekteydi. Entelektüel bir ortamda kendisine oldukça sağlam bir yer bulan Hypatia'nın 390'lı yıllarda tanınmaya başladığı ve 400 yılında da İskenderiye'deki Platoncu okulun başına geldiği bilinmektedir. 4 Birçok öğrenciye ev sahipliği yapmakta olan bu okul içerisinde kozmopolit bir yapı hakimdi, öğrenciler arasında pagan olanların yanında Hristiyanlar da vardı, bu iki farklı grup birbiri arasında uyum içerisinde çalışmaktaydı. Okulda matematik, astronomi gibi bilimsel derslerin yanında felsefe dersleri de verilmekteydi. Hypatia öğrencilerine verdiği derslerin yanında şehirde yaşayan diğer insanlara açık şekilde bazen kendi evinde, bazen de okulda dersler vermekteydi. Kamuya açık olarak verilen bu dersler daha çok matematik ağırlıklıydı. Felsefe dersleri ise Hypatia ve öğrencileri arasında işlenen ve dışarıya aktarılmayan derslerdi. Okulun öğrencileri İskenderiye'nin nüfuzlu ve zengin ailelerinin çocuklarıydı, bunun yanında okulda başka şehirlerden gelen öğrenciler de bulunmaktaydı. Hypatia'nın nüfuzu öğrencileri aracılığıyla Constantinopolis dahil olmak üzere imparatorluğun hemen her bölgesine ulaşmaktaydı. Okulda verdiği derslerin yanında yaşadığı mütevazi ve arzulardan uzak hayatla da öğrencilerine örnek olmayı planlayan Hypatia, hayatı boyunca hiç evlenmemiş, ölene kadar da bakire olarak kalmıştır.