Ahmet Emrah Geçer | Istanbul Medeniyet University (original) (raw)
Papers by Ahmet Emrah Geçer
Kamu Hukuku Arşivi, 2018
Türk Ticaret Kanunu’nun 88. maddesi, ticari işletmelerin kayıt düzeni olarak “Kamu Gözetimi, Muha... more Türk Ticaret Kanunu’nun 88. maddesi, ticari işletmelerin kayıt düzeni olarak
“Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Kurulu” düzenlemelerini esas
almalarını düzenlemektedir. Diğer taraftan, Türk Ticaret Kanunu’nun 64/5 fıkrası,
ticari işletmelerin Vergi Usul Kanunu’nun defter tutma ve kayıt zamanı ile ilgili hükümleri ile aynı Kanunun 175. ve mükerrer 257. maddelerinde yer alan yetkiye istinaden
yapılan düzenlemelere uymak zorunda olduğu öngörülmüştür. Bu düzenlemeler
gereğince, ticari işletmeler ilki ticari kârı ikincisi mali kârı belirlemek üzere iki ayrı
kayıt sistemi uygulamak zorundadırlar. Bu makalede, yukarıda bahsi geçen iki kayıt
düzeni sonucu ortaya çıkan ticari kâr ve mali kâr kavramları, ilgili mevzuat ve doktrindeki görüşler ışığında ele alınacaktır.
Turkish Commercial Act Article 88 regulates that commercial enterprises shall
be based on rules of “Public Oversight, Accounting and Auditing Standards Authority”
as accounting record. Nonetheless, According to Article 64/5 of Turkish Commercial
Act, commercial enterprises shall be obliged to comply with regulations, which based
upon Article 175 and Duplicated Article 257 of Tax Procedure Act and book keeping
and record date rules of Tax Procedure Act. In compliance with those statutes,
commercial enterprises shall keep two separate accounting systems. One of the
accounting systems determines commercial profit and the other determines fiscal
profit. In this study, the concept of commercial profit and fiscal profit will be examined
in the light of related regulations and opinions in doctrine.
Vergi Sorunları Dergisi, 2017
Türk vergi hukukunda, vergi kaçakçılığı fiilleri ile vergi ziyaına sebebiyet verilmesi halinde he... more Türk vergi hukukunda, vergi kaçakçılığı fiilleri
ile vergi ziyaına sebebiyet verilmesi halinde hem
vergi ziyaı cezası kesilmekte hem de hapis cezasına
hükmolunmaktadır. Bu yaptırımlara ilişkin usuller
birbirinden bağımsız şekilde yürütülmekte ve
kesin hüküm halini almaktadırlar. Böylece, kişi öngörülmesi
imkansız ve ölçüsüz yaptırımlar ile karşı
karşıya kalmaktadır. Diğer yandan, İnsan Hakları
Avrupa Mahkemesi, güncel içtihatlarında vergi ile
ilgili birden fazla yaptırımının öngörüldüğü idari ve
adli usuller arasında esas ve zaman bakımından
yeterli miktarda bağlantının bulunmaması halinde
7 Nolu Protokolün 4. maddesinin ihlal edildiğine
karar vermektedir. Bu çalışmada, İHAM’ın vergi
cezalarına ilişkin içtihatları, özellikle en yeni içtihat
olan A ve B v. Norveç kararı, incelenecek ve bu içtihatların
Türk vergi hukuku uygulamasına etkileri
analiz edilecektir.
Under Turkish tax law, in the event of tax
loss led by tax fraud acts not only tax loss penalty
is imposed but also imprisonment is judged.
The procedures regarding those sanctions carry
out independently of each other and become final
judgment. Therefore, person encounters unforeseeable
and disproportionate sanctions. The
other side of the coin, European Court of Human
Rights finds violation of Article 4 of Protocol No.
7 in its updated case law concerning tax-related
sanctions provided that there is no sufficiently
close connection in substance and in time between
the administrative and criminal procedures.
In this study, European Court of Human Rights’
judgments concerning tax penalties, particularly
A and B v. Norway, which is the latest judgment,
are examined and the effects of those judgments on the application of Turkish tax law are analyzed.
ÖZET Sermaye piyasası, fon arz edenler ile fon talep edenleri doğrudan bir araya getirerek ekonom... more ÖZET Sermaye piyasası, fon arz edenler ile fon talep edenleri doğrudan bir araya getirerek ekonomik değer üretimine önemli katkı sağlamaktadır. Bu sebeple, sermaye piyasasının adil, etkin ve şeffaf şekilde işlemesinin sağlanması ve piyasa aktörlerinin haklı menfaatlerinin korunması gerekmektedir. Kamu otoriteleri, Amerika Birleşik Devletler'inde meydana gelen Enron skandalı (2001) ve yüksek faizli konut kredile-ri krizinden (2008) sonra sermaye piyasaları üzerinde denetimlerini artırma eğilimi içine girmişlerdir. 30.12.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6362 sayılı Sermaye Piyasası Kanunu, dünyadaki bu gelişmeler ve özellikle Finansal Araçların İşlem Yaptığı Piya-salara İlişkin Avrupa Birliği Direktifi dikkate alınarak hazırlanmıştır. Kanun, sermaye piyasasını olumsuz yönde etkileyecek bazı fi illerin işlenmesini engellemek amacıyla sermaye piyasasına münhasır hukuki yaptırımlar öngörmektedir. Bu çalışmada, bu yaptırımlardan biri olan piyasa dolandırıcılığı suçu, sermaye piyasası kurallarının özgün yapısı da dikkate alınarak ceza hukuku ilkeleri çerçevesinde incelenecektir. ABSTRACT Capital market contributes signifi cant economic value production by directly bringing together fund suppliers and fund demanders. Therefore, it is required that capital market performed by equitably, effectively and transparently and capital market actors' rightful interest protected. After the Enron Scandal (2001) and the subprime mortgage crisis (2008) were experienced in United States of America, public authorities have tended to increase the level of supervision over capital markets. Capital Market Act No 6362 entering into force on 30.12.2012 was prepared to be taken those developments in the world and particularly " The Directive on Markets in Financial Instruments " (The MiFID) into consideration. The Act provides exclusive legal sanctions for capital market with the intent of preventing some actions, which may affect negatively capital market. In this study, one of the legal sanctions, marketmanipulation crime is examined having regard to original context of capital market
regulations in the light of criminal law principles.
Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 2017
Bu çalışmamızda, ilk olarak ihtiyati haciz kurumunun hukuki niteliği hakkında genel bilgi verilec... more Bu çalışmamızda, ilk olarak ihtiyati haciz kurumunun
hukuki niteliği hakkında genel bilgi verilecektir. Müteakiben,
doktrindeki görüşler ve yargı kararları ışığı altında ihtiyati
haciz sebepleri irdelenecektir. Son olarak, 6183 sayılı Amme
Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun çerçevesindeihtiyati haciz müessesenin muhatabı olan amme borçlularının
hukuki durumu ele alınacaktır.
Bu çalışmamızda, kanuni temsilcilerin amme borçlarından sorumluluğu müessesesi ve özelikle bu sor... more Bu çalışmamızda, kanuni temsilcilerin amme borçlarından sorumluluğu müessesesi ve özelikle bu sorumluluğun hukuk niteliği tartışılacaktır. Konunun daha iyi anlaşılabilmesini sağlamak amacıyla, ilk olarak, iradi temsilci-kanuni temsilci ayrımı özet şekilde ele alınacaktır. Sonrasında, ilgili kanunlar çerçevesinde kanuni temsilciler ile kanuni temsilci gibi sorumlu tutulan kişiler incelenecektir. Son olarak, AATUHK'nın mükerrer 35. maddesinin 5. ve 6. fıkralarını iptal eden Anayasa Mahkemesi Kararı, diğer yargı kararları ve doktrin ışığında kanuni temsilcinin sorumluluğunu düzenleyen hükümlerin kapsamları, hukuk nitelikleri ve şartları analiz edilmeye çalışılacaktır.
In this study, the concept of legal representatives' liability from public receivables and particularly legal nature of the liability are analysed. In order to clarify the issue, fi rst of all, the distinction between contractual representative and legal representative is briefl y reviewed. Afterwards, we examine legal representatives and persons, who are liable as legal representative in consideration of the concerned statutes. Last but not least, we attempt to address the scope of the articles, which regulates legal representatives' liability, their legal nature and conditions in the light of Constitutional Court Decision abrogating 5. and 6. paragraphs of duplicated article 35 of the Public Receivables Collection Procedure Code No 6183, other judicial decisions and doctrine.
Türk vergi ceza hukuku hükümlerine bakıldığında, belli durumlarda, tek bir fiilin hem vergi kabah... more Türk vergi ceza hukuku hükümlerine bakıldığında, belli durumlarda, tek
bir fiilin hem vergi kabahati hem de vergi suçu olarak öngörüldüğü
anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, kişi vergi kanunlarını ihlal eden tek fiilinden
ötürü iki kez cezalandırılabilmektedir. Dahası, failin aleyhinde bu cezalara
ilişkin olarak birbirinden bağımsız iki ayrı yargılama süreci yürütülmektedir.
Bu durum, ulusal ve uluslararası ceza hukuku alanında genel kabul görmüş“non bis in idem” prensibine diğer bir ifade ile “aynı fiilden dolayı iki kezyargılama ve cezalandırma olmaz” ilkesine aykırılık teşkil etmektedir.
Bu çalışmamızda, Türk vergi ceza hukukunun vergi kabahatleri ve
suçlarına ilişkin hükümleri “non bis in idem” ilkesi çerçevesinde ele
alınacaktır. Özellikle, bu ilke ışığında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin
verdiği Glantz v. Finlandiya Kararı incelenecektir.
Notwithstanding “Magna Carta Libertatum”, which is accepted the first constitutional document in ... more Notwithstanding “Magna Carta Libertatum”, which is accepted the first
constitutional document in the history, was issued by King John of England, the
United Kingdom has not adopted a codified constitution until now. In 2015, the
United Kingdom celebrated 800th anniversary of Magna Carta. However, the debate
continues on whether or not the UK Constitution should be codified. In this study,
legal opinions of distinguished jurists regarding the issue will be briefly analysed.
The European Commission has issued a proposal for a Council Directive on “Common Consolidated Cor... more The European Commission has issued a
proposal for a Council Directive on “Common
Consolidated Corporate Tax Base” on 16th March
2011. The fundamental aims of the proposal are
to improve the simplicity and efficiency of the
corporate taxation systems within the Union and
as a result of that contributing to create wellintegrated
market. The Proposal addresses,
particularly, eliminating double taxation and tax
evasion, decreasing compliance costs for
companies in relation to corporate taxation and
resolving over-taxation problems on cross-border
economic activities such as providing group relief
provisions. This initiative is regarded as a
welcome development by some institutions and
commentators. On the other hand, several
concerned parties have expressed objections,
believing the EU Commission to have infringed,
the principle of subsidiarity, which is one of the
EU law’s settled principles. Also, they have
argued that the CCCTB proposal is likely to lead
greater complexity and increase taxation-related
compliance costs regarding the current corporate
tax system in the EU. The general outline of the
CCCTB Proposal and the controversial points will
be scrutinised in this Article.
This article examines one of the crucial constitutional doctrines of the UK law, the principle of... more This article examines one of the crucial constitutional
doctrines of the UK law, the principle of parliamentary
sovereignty, in consideration of the European Communities
Act 1972, the Human Rights Act 1998 and the
Devolution Acts. Particularly, the leading cases such as
the Factortame and the Hirst case are scrutinised. In
terms of the traditional view of this doctrine, Parliament
is omnipotent and therefore as mentioned by adherents of
this notion that there are no limits on Parliament relating
to subject matter. In this paper, nevertheless, it is argued
that the supremacy of parliament is not absolute in the
UK constitutional law anymore due to the reasons stated.
ÖZET Gerçek lehdar kavramı uluslararası vergi hukukunda genel olarak kabul görmesine ve hemen hem... more ÖZET Gerçek lehdar kavramı uluslararası vergi hukukunda genel olarak kabul görmesine ve hemen hemen tüm çifte vergilendirmeyi önleme anlaşmalarında kullanılmasına rağmen, terimin hukuki niteliğinin ne olduğu konusunda görüş birliği oluşmamıştır. OECD Model ve Birleşmiş Milletler Model Vergi Anlaşmaları 10, 11 ve 12. madde hü-kümleri çerçevesinde " gerçek lehdar " müessesesi, çifte vergilendirme anlaşmaların-da yer alan faiz, temettü ve gayri maddi haklarından doğan kazançlara ilişkin olarak geliştirilmiş bir güvenlik mekanizmasıdır. Kural olarak sözü edilen kazançlara ilişkin vergilendirme yetkisi, ödemenin yapıldığı kişinin mukim olduğu ülkeye aittir. Ancak, bu kazançlardan bazıları için gelirin doğduğu kaynak ülke de üst sınırı belli olmak üze-re vergilendirme yetkisini kullanabilmektedir. Bununla birlikte, bu üst sınırlama, ilgili ödemelerin yapıldığı diğer anlaşma devleti mukiminin ilgili gelirin gerçek lehdarı olduğu durumlarda geçerlidir. Bu bağlamda, milli mahkemeler anahtar terim olan gerçek lehdar kavramını farklı şekillerde yorumlamışlardır. Gerçek lehdar müessesesinin hukuki niteliğinin farklı yorumlanması, ilgili kazancın çifte vergilendirmesine veya hiç vergilendirilmemesine yol açmaktadır. Dolayısıyla, bu durum uluslararası sermaye hareketlerini engellemekte ve devletlerin bütçelerini finansal yönden negatif etkilemektedir.
Notwithstanding there have been a number of studies regarding the beneficial ownership conducted ... more Notwithstanding there have been a number of studies regarding the beneficial ownership conducted by international organisations and distinguished scholars, the meaning of the term still remains ambiguous. To tackle the issue, the OECD has recently attempted to clarify the meaning of beneficial ownership concept. It is indicated that the initiation has made a constructive contribution to the subject but having said that a further clarification is required to provide an internationally well-accepted application. Particularly, it should be addressed that the beneficial ownership is distinguished from other anti-avoidance provisions and the distinction between related and unrelated obligations so as to determine the beneficial owner of the income concerned.
The aim of this paper critically examines the notion of beneficial owner in the light of the historical background and the recent developments of the term. It specifically intends to demonstrate leading interpretations on the meaning of beneficial ownership by reference to groundbreaking cases and prominent commentators. Subsequently, those interpretations are taken into consideration with the OECD Discussion Draft 2011 and the OECD Revised Proposals 2012. As a result of this thesis, the author has developed a “practical matter test”: the beneficial owner is the person who legally, contractually or factually has some power to use and enjoy the income concerned.
ABSTRACT Latin dictum, “actus non facit reum nisi mens sit rea” meaning an act only does not lea... more ABSTRACT
Latin dictum, “actus non facit reum nisi mens sit rea” meaning an act only does not lead to criminal liability unless it was done with a guilty state of mind, which forms a robust basis for modern criminal law. Whereas the concept of “actus reus” can be comfortably understood and applied by practitioners, the “mens rea”, particularly “recklessness” has produced fierce discussions in English penal law. The Courts have vacillated between the subjective and objective interpretation of recklessness over the years. As a result, the dichotomy between the two concepts of recklessness was perplexing and had given rise to heated debate amongst jurists. Eventually, the Lords held that the principle of subjectivism prevails against the Caldwell-objective recklessness. Nonetheless, the quarrel is continuing in question whether decision of the Lords in the case of R v G is the last word on the notion of recklessness. The paper will critically examine the belief of recklessness in English criminal law in consideration of the English courts judgments and the leading arguments.
Key Words: English Criminal Law- Actus Reus- Mens Rea- Hart’s Principle- Recklessness- Cunningham Case- Subjective Interpretation- Caldwell Test- Awareness a Danger- Taking an Unjustifiable Risk- The Offences against the Person Act 1861- The Criminal Damage Act 1971
Anayasaya aykırı şekilde toplanan delillerin ceza yargılaması dışında tutulmasına ilişkin modern ... more Anayasaya aykırı şekilde toplanan delillerin ceza yargılaması dışında tutulmasına ilişkin modern prensibin kaynağı, Warren’in son zamanlarındaki Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesinin (USSC) içtihatlarından gelmektedir. Bu yıllarda Yüksek Mahkeme, kademe kademe ceza yargılamasında sanıkların korunmasına dair hükümler içeren Federal Anayasanın 4., 5., 6. ve 8. Değişiklerini geniş kapsamlı koruma içeren 14. Değişikliğe dahil etmekte ve federe devletlerin bu düzenlemelere uymasını sağlamaktaydı. Böylece Birleşik Devletler Yüksek Mahkemesi, kendisini yüksek temyiz mahkemesinden Birleşik Devletler yargı alanı içerisinde adaletten sorumlu ulusal anayasa mahkemesine dönüştürdü. Bu bağlamda, dönüm noktası niteliğinde olan mahkeme kararları: 1)Mapp v. Ohio kararı , 1914 yılından bu yana federal Mahkemeler tarafından zaten dışlama kuralı olarak uygulanan 4. Değişikliğin federe devletler üzerinde bağlayıcı olmasına vesile oldu; 2)Wong Sun v. United States kararı , önceki anayasal ihlaller ile nedensellik bağı olan türemiş delillere ilişkin dışlama kuralını tekrar ifade etti ; 3)Massiah v. United States kararı , devlet kurumlarına yapılan itiraf ve kabullerin ceza yargılamasından dışlanmasını öngördü; ve 4)Miranda v. Arizona kararı , kişinin kendini suçlamama hakkını güvence altına alan 5. Değişikliğe aykırı olarak şüpheliye sessiz kalma hakkının ve avukata danışma hakkının tavsiye edilmediği ya da bu haklardan gerçek anlamda feragatin bulunmadığı durumlarda gözaltı soruşturmasında elde edilen itiraf ve kabullerin ceza yargılanmasından dışlanması gerekeceğini belirtti.
Bu önem arzeden kararlar, özellikle Mapp ve Miranda, Hakim Burger başkanlığındaki Yüksek Mahkeme tarafından dışlama kuralına bazı sınırlamalar getirildiğinden ötürü yurt dışında son derece etkili olmuştur. Yasak ağacın meyvesi doktrininin başlıca istisnaları, kaçınılmaz keşif(inevitable discovery) , bağımsız kaynak(independent source) ve 4. Değişiklikteki ihlaller için iyi niyet(good faith) olarak bilinmektedir.
Amerikan Yüksek Mahkemesinin daha önceki kararlarında, 5. Değişikliğe direkt aykırılıktan ya da delil değerinin yetersizliğinden ötürü gönülsüz itirafların (involuntary confessions) federal mahkemelerden dışlanmasını öngörmüştür. Mahkeme, sonraki kararlarında, tüm vakıanın değerlendirilmesinden sonra kanunun öngördüğü bir ihlalin varlığı itirafların ceza yargılanmasından dışlanması gerektiğini ifade etmiştir. Ancak bu karar, çığır açan bir içtihat oluşturmamıştır. İngiltere-Galler ve birçok Kara Avrupası ülkesi, ispat edici değeri bulunmayan ya da insan hakları göz ardı edilerek icbar ve benzeri yollar ile elde edilmiş gönülsüz itiraflarını dışlamaya ilişkin kuralları zaten tanımışlardır.
Modern dışlama kurallarının Kara Avrupası hukukundan ziyade Anglo Sakson hukuku geleneğine sahip ülkelerde gelişmesi sürpriz olarak görülebilir. İngiltere, Birleşik Devletler ve diğer Anglo Sakson hukukunu benimseyen ülkelerin genelinde mahkemeler delillerin nasıl elde edileceğini sorgulamamış fakat kabul edilebilirliği(admissibility) ilgi ve ispat değeri faktörleri açısından incelemişlerdir. Diğer yandan, Kara Avrupası Ceza Kanunları, delillerin toplanması ve ceza soruşturması sırasında yapılması gereken diğer hususlar konusunda oldukça katı kurallara yer vermiştir. Ayrıca, soruşturma evresinde bu kurallara aykırı yapılan fillerin meyvelerinin kabul edilemeyeceği öngörülmüştür. Bunun anlamı, bu normlara aykırı yapılan fiillerin meyveleri, ceza soruşturmasının yanında ceza kovuşturmasından da dışlanmasıdır. İlk dönemlerdeki Kara Avrupası hukuku kanunlarının detaylı şekilde kodifike edilmesi girişimi, ceza yargılaması düzenlemelerinde olayın değerlendirilmesi aşamasında ayrıntılı ve şekli delil kurallarının oluşmasını sağladı. Kara Avrupası hukuku ceza yargılamasında hakimlik mesleğini yapmayanların yargılamaya katılma müessesi (lay participation) kaldırıldığı zaman, yeni oluşan mahkemelerin meşruluğunun sağlanması için soruşturma ve yargılama organları üzerinde sert bir sınırlandırmaya gidilmiştir. Ön soruşturma sırasında kanıt olarak gösterilen bilgi ve belgeler, kanunun öngördüğü şekilde toplanmadığı sürece delil niteliği taşımamaktaydı. Hakimler, delillerin iki şahit içermediği veya sanığın itirafının diğer deliller ile uyuşmadığı sürece mahkumiyet kararı veremezdi. Hakimler jüri gibi meşruluğa sahip olmadıklarından ötürü kararlarını gerekçeli olarak vermek zorundaydı.
Birleşik Devletlerde dışlama doktrininin gelişiminin ilk zamanlarının, Kara Avrupası hukuku doktrininden ayrılmasının en iyi açıklaması, Amerikan Yüksek Mahkemesinin kademeli olarak federal anayasa mahkemesine dönüşmesi ve anayasa hukukunun mahkum olan kişiler lehine değişmesi olarak gösterilebilir. Bunun yanında, Amerikan Yüksek Mahkemesinin, temel savunma haklarını dikkate almayan federal devletlerin ceza sistemlerindeki adaletsizliklere karşı ve özellikle Afrika kökenli Amerikalı sanıklar lehine mücadeleye başlamasında, 1950 ve 1960’larda yaşanmış sivil haklar hareketinin itici güç olduğu inkar edilemez.
Amerikan ceza muhakemesi hukuku devrimi, Birleşik Devletler Yüksek Mahkeme Başkanı Warren görevde olduğu 1960 ve 1970’lerde meydana gelirken, Avrupa’da bu devrim İkinci Dünya Savaşı bitimi sonrasında soykırım ve stalinisme tepki olarak doğmuş ve sonucunda Avrupalıları, vatandaş haklarını hükümete karşı korumak konusunda teşvik etmiştir. Bu gelişmelerin hemen ardından, Uluslararası İnsan Hakları Beyannamesi, İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına ilişkin Avrupa Konvansiyonu ve Sivil ve Siyasi Haklara ilişkin Uluslararası Sözleşme ilan edilmiştir. 20. Yüzyılın karanlık ilk yarısından çıkan ülkeler devletin keyfiliğine ve terörüne karşı vatandaş haklarına öncelik veren yeni anayasalar düzenlemişlerdir. Avrupa’da bir diğer paralel yenilikte anayasa mahkemelerinin kuruluşu olmuştur. Anayasa mahkemeleri, Almanya, İtalya, İspanya ve neredeyse tüm eski Warsaw Paktı ülkeleri tarafından benimsenmiştir. Böylece, bu ülkeler anayasal yargı sistemi için yüksek mahkeme liderliğindeki mahkemeler dışında özel yetkili mahkeme seçmişlerdir.
1990’lı yıllarda Latin Amerika, soğuk savaşın bitimine müteakiben artık sol akımları yok etme gibi ana bir maksada hizmet etmeyen Birleşik Devletler destekli diktatörlük yıllarından çıktığı için Avrupa ve Birleşik Devletlerde olduğu gibi yeni bir anayasa ve ceza yargılaması sistemi reformu gerçekleştirmiştir.
Avrupa, Latin Amerika ve de daha az derecede olsa da Japonya, Kore, Tayvan ve Güney Afrika gibi diğer yeni demokrasilerin normal mahkemeleri ve anayasa mahkemeleri, Amerikan Yüksek Mahkemesinin içtihatları ile oluşmuş kurallara aşinadırlar. Bu mahkemeler, Amerikan Yüksek Mahkemesi içtihatlarını, özel yaşam, insan onuru, kişinin kendi aleyhine tanıklık yapmama hakları ile ilişkili olan yeni anayasal prensipleri ve bu prensiplere aykırı toplanan delillerin dikkate alınmama ihtimalini yorumlarken kullanmaktadırlar.
Bu makale, ilk olarak modern kanunlar, anayasalar ve mahkeme içtihatları tarafından öngörülen dışlama kuralları hakkında özet bir inceleme sunacaktır. Sonrasında, bu kuralların polis soruşturmaları sırasında insan onuru ve sessiz kalma hakkı, kişinin konutunda özel yaşam hakkı ve haberleşme hakkının anayasal ihlalinden kaynaklanan delillerin dışlanmasında nasıl yorumlandığı anlatılacaktır. Anayasaya aykırı kolluk kuvveti mensuplarının fiillerinin kullanılıp kullanılamayacağı kararı konusunda, ister ciddi anayasal ihlaller için kategori şeklinde dışlama kurallarına sahip isterse de hakime geniş takdir yetkisi veren ülke olsun, kanuni hükümlerin iptali veya esnek denge testleriyle maddi gerçeğin araştırılmasının, yasak ağacın meyvesi doktrini ile ilgili anayasal haklardan daha üstün tutulduğu sonucuna ulaşılacaktır. Sonuç olarak, kanaatimize göre, hukuku icra eden kamu görevlilerinin idari elverişlilik yada hukuksal alternatiflerin eksikliğinden ötürü kasıtlı olarak kanun ve anayasal prosedürleri aksatmaya devam edecekleri ve mahkemelerin bu tür davranışlara maddi gerçeğin ortaya çıkarılması amacıyla göz yumacakları beklenmektedir.
Books by Ahmet Emrah Geçer
Kamu Hukuku Arşivi, 2018
Türk Ticaret Kanunu’nun 88. maddesi, ticari işletmelerin kayıt düzeni olarak “Kamu Gözetimi, Muha... more Türk Ticaret Kanunu’nun 88. maddesi, ticari işletmelerin kayıt düzeni olarak
“Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Kurulu” düzenlemelerini esas
almalarını düzenlemektedir. Diğer taraftan, Türk Ticaret Kanunu’nun 64/5 fıkrası,
ticari işletmelerin Vergi Usul Kanunu’nun defter tutma ve kayıt zamanı ile ilgili hükümleri ile aynı Kanunun 175. ve mükerrer 257. maddelerinde yer alan yetkiye istinaden
yapılan düzenlemelere uymak zorunda olduğu öngörülmüştür. Bu düzenlemeler
gereğince, ticari işletmeler ilki ticari kârı ikincisi mali kârı belirlemek üzere iki ayrı
kayıt sistemi uygulamak zorundadırlar. Bu makalede, yukarıda bahsi geçen iki kayıt
düzeni sonucu ortaya çıkan ticari kâr ve mali kâr kavramları, ilgili mevzuat ve doktrindeki görüşler ışığında ele alınacaktır.
Turkish Commercial Act Article 88 regulates that commercial enterprises shall
be based on rules of “Public Oversight, Accounting and Auditing Standards Authority”
as accounting record. Nonetheless, According to Article 64/5 of Turkish Commercial
Act, commercial enterprises shall be obliged to comply with regulations, which based
upon Article 175 and Duplicated Article 257 of Tax Procedure Act and book keeping
and record date rules of Tax Procedure Act. In compliance with those statutes,
commercial enterprises shall keep two separate accounting systems. One of the
accounting systems determines commercial profit and the other determines fiscal
profit. In this study, the concept of commercial profit and fiscal profit will be examined
in the light of related regulations and opinions in doctrine.
Vergi Sorunları Dergisi, 2017
Türk vergi hukukunda, vergi kaçakçılığı fiilleri ile vergi ziyaına sebebiyet verilmesi halinde he... more Türk vergi hukukunda, vergi kaçakçılığı fiilleri
ile vergi ziyaına sebebiyet verilmesi halinde hem
vergi ziyaı cezası kesilmekte hem de hapis cezasına
hükmolunmaktadır. Bu yaptırımlara ilişkin usuller
birbirinden bağımsız şekilde yürütülmekte ve
kesin hüküm halini almaktadırlar. Böylece, kişi öngörülmesi
imkansız ve ölçüsüz yaptırımlar ile karşı
karşıya kalmaktadır. Diğer yandan, İnsan Hakları
Avrupa Mahkemesi, güncel içtihatlarında vergi ile
ilgili birden fazla yaptırımının öngörüldüğü idari ve
adli usuller arasında esas ve zaman bakımından
yeterli miktarda bağlantının bulunmaması halinde
7 Nolu Protokolün 4. maddesinin ihlal edildiğine
karar vermektedir. Bu çalışmada, İHAM’ın vergi
cezalarına ilişkin içtihatları, özellikle en yeni içtihat
olan A ve B v. Norveç kararı, incelenecek ve bu içtihatların
Türk vergi hukuku uygulamasına etkileri
analiz edilecektir.
Under Turkish tax law, in the event of tax
loss led by tax fraud acts not only tax loss penalty
is imposed but also imprisonment is judged.
The procedures regarding those sanctions carry
out independently of each other and become final
judgment. Therefore, person encounters unforeseeable
and disproportionate sanctions. The
other side of the coin, European Court of Human
Rights finds violation of Article 4 of Protocol No.
7 in its updated case law concerning tax-related
sanctions provided that there is no sufficiently
close connection in substance and in time between
the administrative and criminal procedures.
In this study, European Court of Human Rights’
judgments concerning tax penalties, particularly
A and B v. Norway, which is the latest judgment,
are examined and the effects of those judgments on the application of Turkish tax law are analyzed.
ÖZET Sermaye piyasası, fon arz edenler ile fon talep edenleri doğrudan bir araya getirerek ekonom... more ÖZET Sermaye piyasası, fon arz edenler ile fon talep edenleri doğrudan bir araya getirerek ekonomik değer üretimine önemli katkı sağlamaktadır. Bu sebeple, sermaye piyasasının adil, etkin ve şeffaf şekilde işlemesinin sağlanması ve piyasa aktörlerinin haklı menfaatlerinin korunması gerekmektedir. Kamu otoriteleri, Amerika Birleşik Devletler'inde meydana gelen Enron skandalı (2001) ve yüksek faizli konut kredile-ri krizinden (2008) sonra sermaye piyasaları üzerinde denetimlerini artırma eğilimi içine girmişlerdir. 30.12.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6362 sayılı Sermaye Piyasası Kanunu, dünyadaki bu gelişmeler ve özellikle Finansal Araçların İşlem Yaptığı Piya-salara İlişkin Avrupa Birliği Direktifi dikkate alınarak hazırlanmıştır. Kanun, sermaye piyasasını olumsuz yönde etkileyecek bazı fi illerin işlenmesini engellemek amacıyla sermaye piyasasına münhasır hukuki yaptırımlar öngörmektedir. Bu çalışmada, bu yaptırımlardan biri olan piyasa dolandırıcılığı suçu, sermaye piyasası kurallarının özgün yapısı da dikkate alınarak ceza hukuku ilkeleri çerçevesinde incelenecektir. ABSTRACT Capital market contributes signifi cant economic value production by directly bringing together fund suppliers and fund demanders. Therefore, it is required that capital market performed by equitably, effectively and transparently and capital market actors' rightful interest protected. After the Enron Scandal (2001) and the subprime mortgage crisis (2008) were experienced in United States of America, public authorities have tended to increase the level of supervision over capital markets. Capital Market Act No 6362 entering into force on 30.12.2012 was prepared to be taken those developments in the world and particularly " The Directive on Markets in Financial Instruments " (The MiFID) into consideration. The Act provides exclusive legal sanctions for capital market with the intent of preventing some actions, which may affect negatively capital market. In this study, one of the legal sanctions, marketmanipulation crime is examined having regard to original context of capital market
regulations in the light of criminal law principles.
Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 2017
Bu çalışmamızda, ilk olarak ihtiyati haciz kurumunun hukuki niteliği hakkında genel bilgi verilec... more Bu çalışmamızda, ilk olarak ihtiyati haciz kurumunun
hukuki niteliği hakkında genel bilgi verilecektir. Müteakiben,
doktrindeki görüşler ve yargı kararları ışığı altında ihtiyati
haciz sebepleri irdelenecektir. Son olarak, 6183 sayılı Amme
Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun çerçevesindeihtiyati haciz müessesenin muhatabı olan amme borçlularının
hukuki durumu ele alınacaktır.
Bu çalışmamızda, kanuni temsilcilerin amme borçlarından sorumluluğu müessesesi ve özelikle bu sor... more Bu çalışmamızda, kanuni temsilcilerin amme borçlarından sorumluluğu müessesesi ve özelikle bu sorumluluğun hukuk niteliği tartışılacaktır. Konunun daha iyi anlaşılabilmesini sağlamak amacıyla, ilk olarak, iradi temsilci-kanuni temsilci ayrımı özet şekilde ele alınacaktır. Sonrasında, ilgili kanunlar çerçevesinde kanuni temsilciler ile kanuni temsilci gibi sorumlu tutulan kişiler incelenecektir. Son olarak, AATUHK'nın mükerrer 35. maddesinin 5. ve 6. fıkralarını iptal eden Anayasa Mahkemesi Kararı, diğer yargı kararları ve doktrin ışığında kanuni temsilcinin sorumluluğunu düzenleyen hükümlerin kapsamları, hukuk nitelikleri ve şartları analiz edilmeye çalışılacaktır.
In this study, the concept of legal representatives' liability from public receivables and particularly legal nature of the liability are analysed. In order to clarify the issue, fi rst of all, the distinction between contractual representative and legal representative is briefl y reviewed. Afterwards, we examine legal representatives and persons, who are liable as legal representative in consideration of the concerned statutes. Last but not least, we attempt to address the scope of the articles, which regulates legal representatives' liability, their legal nature and conditions in the light of Constitutional Court Decision abrogating 5. and 6. paragraphs of duplicated article 35 of the Public Receivables Collection Procedure Code No 6183, other judicial decisions and doctrine.
Türk vergi ceza hukuku hükümlerine bakıldığında, belli durumlarda, tek bir fiilin hem vergi kabah... more Türk vergi ceza hukuku hükümlerine bakıldığında, belli durumlarda, tek
bir fiilin hem vergi kabahati hem de vergi suçu olarak öngörüldüğü
anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, kişi vergi kanunlarını ihlal eden tek fiilinden
ötürü iki kez cezalandırılabilmektedir. Dahası, failin aleyhinde bu cezalara
ilişkin olarak birbirinden bağımsız iki ayrı yargılama süreci yürütülmektedir.
Bu durum, ulusal ve uluslararası ceza hukuku alanında genel kabul görmüş“non bis in idem” prensibine diğer bir ifade ile “aynı fiilden dolayı iki kezyargılama ve cezalandırma olmaz” ilkesine aykırılık teşkil etmektedir.
Bu çalışmamızda, Türk vergi ceza hukukunun vergi kabahatleri ve
suçlarına ilişkin hükümleri “non bis in idem” ilkesi çerçevesinde ele
alınacaktır. Özellikle, bu ilke ışığında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin
verdiği Glantz v. Finlandiya Kararı incelenecektir.
Notwithstanding “Magna Carta Libertatum”, which is accepted the first constitutional document in ... more Notwithstanding “Magna Carta Libertatum”, which is accepted the first
constitutional document in the history, was issued by King John of England, the
United Kingdom has not adopted a codified constitution until now. In 2015, the
United Kingdom celebrated 800th anniversary of Magna Carta. However, the debate
continues on whether or not the UK Constitution should be codified. In this study,
legal opinions of distinguished jurists regarding the issue will be briefly analysed.
The European Commission has issued a proposal for a Council Directive on “Common Consolidated Cor... more The European Commission has issued a
proposal for a Council Directive on “Common
Consolidated Corporate Tax Base” on 16th March
2011. The fundamental aims of the proposal are
to improve the simplicity and efficiency of the
corporate taxation systems within the Union and
as a result of that contributing to create wellintegrated
market. The Proposal addresses,
particularly, eliminating double taxation and tax
evasion, decreasing compliance costs for
companies in relation to corporate taxation and
resolving over-taxation problems on cross-border
economic activities such as providing group relief
provisions. This initiative is regarded as a
welcome development by some institutions and
commentators. On the other hand, several
concerned parties have expressed objections,
believing the EU Commission to have infringed,
the principle of subsidiarity, which is one of the
EU law’s settled principles. Also, they have
argued that the CCCTB proposal is likely to lead
greater complexity and increase taxation-related
compliance costs regarding the current corporate
tax system in the EU. The general outline of the
CCCTB Proposal and the controversial points will
be scrutinised in this Article.
This article examines one of the crucial constitutional doctrines of the UK law, the principle of... more This article examines one of the crucial constitutional
doctrines of the UK law, the principle of parliamentary
sovereignty, in consideration of the European Communities
Act 1972, the Human Rights Act 1998 and the
Devolution Acts. Particularly, the leading cases such as
the Factortame and the Hirst case are scrutinised. In
terms of the traditional view of this doctrine, Parliament
is omnipotent and therefore as mentioned by adherents of
this notion that there are no limits on Parliament relating
to subject matter. In this paper, nevertheless, it is argued
that the supremacy of parliament is not absolute in the
UK constitutional law anymore due to the reasons stated.
ÖZET Gerçek lehdar kavramı uluslararası vergi hukukunda genel olarak kabul görmesine ve hemen hem... more ÖZET Gerçek lehdar kavramı uluslararası vergi hukukunda genel olarak kabul görmesine ve hemen hemen tüm çifte vergilendirmeyi önleme anlaşmalarında kullanılmasına rağmen, terimin hukuki niteliğinin ne olduğu konusunda görüş birliği oluşmamıştır. OECD Model ve Birleşmiş Milletler Model Vergi Anlaşmaları 10, 11 ve 12. madde hü-kümleri çerçevesinde " gerçek lehdar " müessesesi, çifte vergilendirme anlaşmaların-da yer alan faiz, temettü ve gayri maddi haklarından doğan kazançlara ilişkin olarak geliştirilmiş bir güvenlik mekanizmasıdır. Kural olarak sözü edilen kazançlara ilişkin vergilendirme yetkisi, ödemenin yapıldığı kişinin mukim olduğu ülkeye aittir. Ancak, bu kazançlardan bazıları için gelirin doğduğu kaynak ülke de üst sınırı belli olmak üze-re vergilendirme yetkisini kullanabilmektedir. Bununla birlikte, bu üst sınırlama, ilgili ödemelerin yapıldığı diğer anlaşma devleti mukiminin ilgili gelirin gerçek lehdarı olduğu durumlarda geçerlidir. Bu bağlamda, milli mahkemeler anahtar terim olan gerçek lehdar kavramını farklı şekillerde yorumlamışlardır. Gerçek lehdar müessesesinin hukuki niteliğinin farklı yorumlanması, ilgili kazancın çifte vergilendirmesine veya hiç vergilendirilmemesine yol açmaktadır. Dolayısıyla, bu durum uluslararası sermaye hareketlerini engellemekte ve devletlerin bütçelerini finansal yönden negatif etkilemektedir.
Notwithstanding there have been a number of studies regarding the beneficial ownership conducted ... more Notwithstanding there have been a number of studies regarding the beneficial ownership conducted by international organisations and distinguished scholars, the meaning of the term still remains ambiguous. To tackle the issue, the OECD has recently attempted to clarify the meaning of beneficial ownership concept. It is indicated that the initiation has made a constructive contribution to the subject but having said that a further clarification is required to provide an internationally well-accepted application. Particularly, it should be addressed that the beneficial ownership is distinguished from other anti-avoidance provisions and the distinction between related and unrelated obligations so as to determine the beneficial owner of the income concerned.
The aim of this paper critically examines the notion of beneficial owner in the light of the historical background and the recent developments of the term. It specifically intends to demonstrate leading interpretations on the meaning of beneficial ownership by reference to groundbreaking cases and prominent commentators. Subsequently, those interpretations are taken into consideration with the OECD Discussion Draft 2011 and the OECD Revised Proposals 2012. As a result of this thesis, the author has developed a “practical matter test”: the beneficial owner is the person who legally, contractually or factually has some power to use and enjoy the income concerned.
ABSTRACT Latin dictum, “actus non facit reum nisi mens sit rea” meaning an act only does not lea... more ABSTRACT
Latin dictum, “actus non facit reum nisi mens sit rea” meaning an act only does not lead to criminal liability unless it was done with a guilty state of mind, which forms a robust basis for modern criminal law. Whereas the concept of “actus reus” can be comfortably understood and applied by practitioners, the “mens rea”, particularly “recklessness” has produced fierce discussions in English penal law. The Courts have vacillated between the subjective and objective interpretation of recklessness over the years. As a result, the dichotomy between the two concepts of recklessness was perplexing and had given rise to heated debate amongst jurists. Eventually, the Lords held that the principle of subjectivism prevails against the Caldwell-objective recklessness. Nonetheless, the quarrel is continuing in question whether decision of the Lords in the case of R v G is the last word on the notion of recklessness. The paper will critically examine the belief of recklessness in English criminal law in consideration of the English courts judgments and the leading arguments.
Key Words: English Criminal Law- Actus Reus- Mens Rea- Hart’s Principle- Recklessness- Cunningham Case- Subjective Interpretation- Caldwell Test- Awareness a Danger- Taking an Unjustifiable Risk- The Offences against the Person Act 1861- The Criminal Damage Act 1971
Anayasaya aykırı şekilde toplanan delillerin ceza yargılaması dışında tutulmasına ilişkin modern ... more Anayasaya aykırı şekilde toplanan delillerin ceza yargılaması dışında tutulmasına ilişkin modern prensibin kaynağı, Warren’in son zamanlarındaki Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesinin (USSC) içtihatlarından gelmektedir. Bu yıllarda Yüksek Mahkeme, kademe kademe ceza yargılamasında sanıkların korunmasına dair hükümler içeren Federal Anayasanın 4., 5., 6. ve 8. Değişiklerini geniş kapsamlı koruma içeren 14. Değişikliğe dahil etmekte ve federe devletlerin bu düzenlemelere uymasını sağlamaktaydı. Böylece Birleşik Devletler Yüksek Mahkemesi, kendisini yüksek temyiz mahkemesinden Birleşik Devletler yargı alanı içerisinde adaletten sorumlu ulusal anayasa mahkemesine dönüştürdü. Bu bağlamda, dönüm noktası niteliğinde olan mahkeme kararları: 1)Mapp v. Ohio kararı , 1914 yılından bu yana federal Mahkemeler tarafından zaten dışlama kuralı olarak uygulanan 4. Değişikliğin federe devletler üzerinde bağlayıcı olmasına vesile oldu; 2)Wong Sun v. United States kararı , önceki anayasal ihlaller ile nedensellik bağı olan türemiş delillere ilişkin dışlama kuralını tekrar ifade etti ; 3)Massiah v. United States kararı , devlet kurumlarına yapılan itiraf ve kabullerin ceza yargılamasından dışlanmasını öngördü; ve 4)Miranda v. Arizona kararı , kişinin kendini suçlamama hakkını güvence altına alan 5. Değişikliğe aykırı olarak şüpheliye sessiz kalma hakkının ve avukata danışma hakkının tavsiye edilmediği ya da bu haklardan gerçek anlamda feragatin bulunmadığı durumlarda gözaltı soruşturmasında elde edilen itiraf ve kabullerin ceza yargılanmasından dışlanması gerekeceğini belirtti.
Bu önem arzeden kararlar, özellikle Mapp ve Miranda, Hakim Burger başkanlığındaki Yüksek Mahkeme tarafından dışlama kuralına bazı sınırlamalar getirildiğinden ötürü yurt dışında son derece etkili olmuştur. Yasak ağacın meyvesi doktrininin başlıca istisnaları, kaçınılmaz keşif(inevitable discovery) , bağımsız kaynak(independent source) ve 4. Değişiklikteki ihlaller için iyi niyet(good faith) olarak bilinmektedir.
Amerikan Yüksek Mahkemesinin daha önceki kararlarında, 5. Değişikliğe direkt aykırılıktan ya da delil değerinin yetersizliğinden ötürü gönülsüz itirafların (involuntary confessions) federal mahkemelerden dışlanmasını öngörmüştür. Mahkeme, sonraki kararlarında, tüm vakıanın değerlendirilmesinden sonra kanunun öngördüğü bir ihlalin varlığı itirafların ceza yargılanmasından dışlanması gerektiğini ifade etmiştir. Ancak bu karar, çığır açan bir içtihat oluşturmamıştır. İngiltere-Galler ve birçok Kara Avrupası ülkesi, ispat edici değeri bulunmayan ya da insan hakları göz ardı edilerek icbar ve benzeri yollar ile elde edilmiş gönülsüz itiraflarını dışlamaya ilişkin kuralları zaten tanımışlardır.
Modern dışlama kurallarının Kara Avrupası hukukundan ziyade Anglo Sakson hukuku geleneğine sahip ülkelerde gelişmesi sürpriz olarak görülebilir. İngiltere, Birleşik Devletler ve diğer Anglo Sakson hukukunu benimseyen ülkelerin genelinde mahkemeler delillerin nasıl elde edileceğini sorgulamamış fakat kabul edilebilirliği(admissibility) ilgi ve ispat değeri faktörleri açısından incelemişlerdir. Diğer yandan, Kara Avrupası Ceza Kanunları, delillerin toplanması ve ceza soruşturması sırasında yapılması gereken diğer hususlar konusunda oldukça katı kurallara yer vermiştir. Ayrıca, soruşturma evresinde bu kurallara aykırı yapılan fillerin meyvelerinin kabul edilemeyeceği öngörülmüştür. Bunun anlamı, bu normlara aykırı yapılan fiillerin meyveleri, ceza soruşturmasının yanında ceza kovuşturmasından da dışlanmasıdır. İlk dönemlerdeki Kara Avrupası hukuku kanunlarının detaylı şekilde kodifike edilmesi girişimi, ceza yargılaması düzenlemelerinde olayın değerlendirilmesi aşamasında ayrıntılı ve şekli delil kurallarının oluşmasını sağladı. Kara Avrupası hukuku ceza yargılamasında hakimlik mesleğini yapmayanların yargılamaya katılma müessesi (lay participation) kaldırıldığı zaman, yeni oluşan mahkemelerin meşruluğunun sağlanması için soruşturma ve yargılama organları üzerinde sert bir sınırlandırmaya gidilmiştir. Ön soruşturma sırasında kanıt olarak gösterilen bilgi ve belgeler, kanunun öngördüğü şekilde toplanmadığı sürece delil niteliği taşımamaktaydı. Hakimler, delillerin iki şahit içermediği veya sanığın itirafının diğer deliller ile uyuşmadığı sürece mahkumiyet kararı veremezdi. Hakimler jüri gibi meşruluğa sahip olmadıklarından ötürü kararlarını gerekçeli olarak vermek zorundaydı.
Birleşik Devletlerde dışlama doktrininin gelişiminin ilk zamanlarının, Kara Avrupası hukuku doktrininden ayrılmasının en iyi açıklaması, Amerikan Yüksek Mahkemesinin kademeli olarak federal anayasa mahkemesine dönüşmesi ve anayasa hukukunun mahkum olan kişiler lehine değişmesi olarak gösterilebilir. Bunun yanında, Amerikan Yüksek Mahkemesinin, temel savunma haklarını dikkate almayan federal devletlerin ceza sistemlerindeki adaletsizliklere karşı ve özellikle Afrika kökenli Amerikalı sanıklar lehine mücadeleye başlamasında, 1950 ve 1960’larda yaşanmış sivil haklar hareketinin itici güç olduğu inkar edilemez.
Amerikan ceza muhakemesi hukuku devrimi, Birleşik Devletler Yüksek Mahkeme Başkanı Warren görevde olduğu 1960 ve 1970’lerde meydana gelirken, Avrupa’da bu devrim İkinci Dünya Savaşı bitimi sonrasında soykırım ve stalinisme tepki olarak doğmuş ve sonucunda Avrupalıları, vatandaş haklarını hükümete karşı korumak konusunda teşvik etmiştir. Bu gelişmelerin hemen ardından, Uluslararası İnsan Hakları Beyannamesi, İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına ilişkin Avrupa Konvansiyonu ve Sivil ve Siyasi Haklara ilişkin Uluslararası Sözleşme ilan edilmiştir. 20. Yüzyılın karanlık ilk yarısından çıkan ülkeler devletin keyfiliğine ve terörüne karşı vatandaş haklarına öncelik veren yeni anayasalar düzenlemişlerdir. Avrupa’da bir diğer paralel yenilikte anayasa mahkemelerinin kuruluşu olmuştur. Anayasa mahkemeleri, Almanya, İtalya, İspanya ve neredeyse tüm eski Warsaw Paktı ülkeleri tarafından benimsenmiştir. Böylece, bu ülkeler anayasal yargı sistemi için yüksek mahkeme liderliğindeki mahkemeler dışında özel yetkili mahkeme seçmişlerdir.
1990’lı yıllarda Latin Amerika, soğuk savaşın bitimine müteakiben artık sol akımları yok etme gibi ana bir maksada hizmet etmeyen Birleşik Devletler destekli diktatörlük yıllarından çıktığı için Avrupa ve Birleşik Devletlerde olduğu gibi yeni bir anayasa ve ceza yargılaması sistemi reformu gerçekleştirmiştir.
Avrupa, Latin Amerika ve de daha az derecede olsa da Japonya, Kore, Tayvan ve Güney Afrika gibi diğer yeni demokrasilerin normal mahkemeleri ve anayasa mahkemeleri, Amerikan Yüksek Mahkemesinin içtihatları ile oluşmuş kurallara aşinadırlar. Bu mahkemeler, Amerikan Yüksek Mahkemesi içtihatlarını, özel yaşam, insan onuru, kişinin kendi aleyhine tanıklık yapmama hakları ile ilişkili olan yeni anayasal prensipleri ve bu prensiplere aykırı toplanan delillerin dikkate alınmama ihtimalini yorumlarken kullanmaktadırlar.
Bu makale, ilk olarak modern kanunlar, anayasalar ve mahkeme içtihatları tarafından öngörülen dışlama kuralları hakkında özet bir inceleme sunacaktır. Sonrasında, bu kuralların polis soruşturmaları sırasında insan onuru ve sessiz kalma hakkı, kişinin konutunda özel yaşam hakkı ve haberleşme hakkının anayasal ihlalinden kaynaklanan delillerin dışlanmasında nasıl yorumlandığı anlatılacaktır. Anayasaya aykırı kolluk kuvveti mensuplarının fiillerinin kullanılıp kullanılamayacağı kararı konusunda, ister ciddi anayasal ihlaller için kategori şeklinde dışlama kurallarına sahip isterse de hakime geniş takdir yetkisi veren ülke olsun, kanuni hükümlerin iptali veya esnek denge testleriyle maddi gerçeğin araştırılmasının, yasak ağacın meyvesi doktrini ile ilgili anayasal haklardan daha üstün tutulduğu sonucuna ulaşılacaktır. Sonuç olarak, kanaatimize göre, hukuku icra eden kamu görevlilerinin idari elverişlilik yada hukuksal alternatiflerin eksikliğinden ötürü kasıtlı olarak kanun ve anayasal prosedürleri aksatmaya devam edecekleri ve mahkemelerin bu tür davranışlara maddi gerçeğin ortaya çıkarılması amacıyla göz yumacakları beklenmektedir.