Yemek, Küreselleşme ve Kent: 'Arktik Besin Ağı' Projesi ve 'Az Pişmiş' Kent Denemeleri | Food, Globalization and the City: 'Arctic Food Network' and 'Rare' Urban Texts (original) (raw)
Related papers
TR: Bu makale kent ve gıda ilişkisi üzerinedir. Türkiye’nin küresel piyasalarla bütünleşme deneyiminden yola çıkarak neoliberalizmin kentin iaşesi pratiklerini nasıl tekrar yapılandırdığına bakar ve üç noktaya dikkat çeker: Küresel neoliberal kapitalist düzen, kentin iaşesinden ziyade farklılaşmış tüketicilerin taleplerini tedarik etmeye yönelmiş, bunun için birbirlerine paralel (kimi zaman da birbirleriyle çakışan) gıda tedarik zincirleri kurmuştur. Farklılaşmış işlerin arttığı ve devamlı metalaştığı, çok parçalı ve parçaların da her zaman homojen olarak çalışmadığı bu zincirler bütünündeki her aktör, içinde bulunduğu konum itibariyle belli riskler alır. Zincirin bütünü için önemli olan risklerin belli sınırlar dâhilinde kalması ve sistemin tamamına yayılmamasıdır. Buradan da iki önemli sonuç çıkarılabilir: Birincisi, risklerin belli sınırlar dâhilinde de olsa devamlılığı sağlanmıştır. Yani, bundan sonra herkes, bulunduğu konum itibariyle bir miktar güvencesizlik içerisindedir ve bu durum bireylerin demografik künyelerine göre artıp azalsa da genel olarak süreklidir. İkinci olarak, risklerle ve risklerin oluşturduğu güvencesiz durumlarla baş etmesi gereken olarak neoliberalizmin kurguladığı faal, bağımsız ve kendi refahını iyileştirme sorumluluğuna sahip birey-tüketici öne çıkar. Birey-tüketici artık kendi risklerini saptamak, bunlara karşı önlem almak, riskler gerçekleştiğinde de düştüğü dar durumdan kendi kendini kurtarmak zorundadır. Küresel neoliberal kapitalist düzen işte bu birey-tüketiciye ve içinde olduğu güvencesizliklerden kaynaklanan zafiyetlere sırtını dayar, bunlardan beslenerek büyür. Güvencesizlik, biyoiktidarın yeni tezahürlerinden biridir. ENG: This article is about the relationship between food and city. Following Turkey’s experience of integration to global economy, the article looks at how the practices of feeding the city have been restructured with neoliberalism, and underlines three important lines of change: Instead of ensuring the subsistence of urban populations, multiple food supply chains that run parallel to each other (and sometimes in conflict with each other) and focus on supplying the differentiated demands of differentiated consumers have arisen in tandem with global neoliberal capitalist order. In these chains, each actor, depending on their position in the chain, have to take certain risks. What is important for the overall chain is that these risks are kept within certain limits and that they are inhibited from spilling over to the entirety of the supply chains. These have two important consequences: First, even though risks are kept within certain limits, essentially they are not eliminated. This makes precarity a constant state for everyone. Second, individual-consumer, who is characterized as active, independent and willing to take responsibility of action to improve his/her welfare within the neoliberal imaginary, is expected to deal with this precarity. Individual-consumers have to assess their own situations, take precautions and act to save themselves when risks are realized. Global neoliberal capitalism relies on this ideal type of individual-consumer and the precarity s/he is embedded in to expand its reach. Thus, precarity can be conceptualized as one of the new manifestations of biopower.
Yapı Dergisi
Abstract Many definitions of urban space have been putforward. At the same time projects relating to the city may not always aim at tackling a city and its users in all their aspects from an objective point of view. In this study the human factor in urban design is examined by means of a discussion ofthe paradigms in the works of theorists who have written on the subject of urban space. In his book Urban Space Rob Krier clearly explains the typological and morphological components that make up the concept of urban space, by means of diagrams and tables. This is followed by a chapter criticising 20th-century urban planning, and finally by a study of the rebuilding of Stuttgart. Since Krier confines himself to historical references, it is hard to describe him as a postmodern. Nevertheless, setting aside the historical aspect, Krier establishes a close tie between the use of geometry and the achievement of human happiness and order, so that his affinity with rational thought cannot be ignored. In his book; A Pattern Language; Alexander demonstrates the similarity between the structures of sentences and other linguistic elements, and the elements and structures of the language of form. He asserts that just as there are words in languages, so there are patterns in the languages of form. Just as sentences are formed by bringing together words based on connections established in language, so buildings and spaces are created as consequences of pattern language. Since Alexander views the city as a structure that is formed by simultaneous inner connections and can be divided into sub-units, he can be said to take a structural approach to spaces. Amos Rapoport’s book, Culture, Architecture and Design, is a study of what kind of impact user culture can have on design. According to Rapoport, he is an observer looking on from the outside, and his own realities and those he observes are different. In this respect, when Rapoport is viewed from an ontological point of view, he seems to take a positivistic approach. In terms of epistemology, however, Rapoport asserts that reality depends on personal experiences. Clearly this reflects an interpretive approach. However, his aim is that the researcher should tackle his subject independently of value judgments, and like a positivist, Rapoport is endeavouring to attain some generalisations. The article shows the three different approachesof three different researchers. By discussing these different studies, the views of the researchers to the urban space and users is debated. Philosophical views (paradigms) contain clues to their views on urban design and the users of spaces.
Küresel Kent, Kentsel Markalaşma ve Yok-Mekan İlişkileri
Küresel kentler ile ilgili yapılan çalışmalar, dünya çapındaki sermaye akışının yarattığı fiziksel ve mekansal etkilere olduğu kadar, küreselleşme sonucu ortaya çıkan kültürel değişimlerin kentler üzerindeki etkilerine de odaklanmaktadır. “Pazarlanabilirlik” ve “imaj sahibi olma” günümüzde sadece ürünler için değil, kentler ve bölgeler için de geçerlilik kazanmıştır. Bu ortamda, kentlerin yerel kimliklerinin yeniden keşfedilmesi ve yerel potansiyellerinin kullanılması, kendilerine özgü ayırt edici göstergeler taşımaları, kentler için küresel platformda rekabet gücü kazanmanın önemli bir öğesi haline gelmiştir. Markalaşma, kentin güçlü yanlarını ortaya koyan, kenti kültürel olarak anlamlı ve değerli kılan, kente ekonomik ve sosyal değer katan bir imaj oluşumunu sağlamakta, kenti “değer katılmış ürüne” dönüştürmektedir. Küreselleşme sürecinde markalaşma isteği taşıyan kentlerde özellikle doğrudan doğruya tüketime odaklanmış yapı tiplerinin her biri kendi içerisinde birer yokmekan oluşturmakta, bu yapılar kenti de bir yok-mekana dönüştürmektedir. Kentsel markalaşma sürecinde yere özgü kültürel değerler, kimlik ve imaj unsurları tüketime yönelik birer pazarlama aracına dönüşmekte ve bu süreç kentlerin birer “meta” haline gelmesine neden olmaktadır. Bu çalışmada küreselleşme etkisi altındaki tüketim toplumunda kent; küresel kent, markalaşmış kent ve yok-mekan kavramları çerçevesinde incelenmiştir.