Kolektif Geçmiş ve Mekân İlişkisi Üzerine: "Koca Dünyada Kurtuluş Pusuda" (Ilija Trojanow) (original) (raw)

Tarihsel Bağlamda Kurtuluş Teolojisi

Kurtuluş teolojisi, en önemli uygulayıcılarından birinin ifadesiyle, "tarihin altından", yani fakirlerin bakış açısından, belirli bir zamanda ve yerde yaşama teolojisini inşa etmeye çalışmıştır. Bu nedenle, bu teolojik yöntemi tarihsel bağlamında düşünmek son derece uygundur. Bu, öneminin daha net bir şekilde anlaşılmasını sağlayacak ve bu teoloji ile bağlantılı olan daha tartışmalı unsurlardan bazılarını da açık hale getirecektir. Savaş sonrası dönemde kurtuluş teolojisinin daha yakın tarihsel temellerine bakmadan önce, dayandığı çağdaş entelektüel ve Hristiyan hareketlerine, Latin Amerika tarihinin bazı ilgili özelliklerine kısaca değineceğim. Ayrıca kurtuluş teolojisine bazı tepkilere bakacağım ve geleceği hakkında bazı görüşler sunarak yazımı sonlandıracağım.

“Tarihin Suskunluklarının Peşinden Gitmek: Bir Arşiv Deneyimi,” Sekme no 1, Arşiv-Temas, Şubat 2021

Cumhuriyet dönemi edebiyat tarihi çalışması yürütmek için girdiğim Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü yüksek lisans ve ardından doktora programlarında aldığım dersler aklımı çok karıştırmış olsa gerek ki çalışmayı hedeflediğim ama sonra içine daldığım farklı konular ve dönemler arasında biraz savrulmuşum. Bahsettiğim verimli bir savrulma aslında. Oldukça geleneksel yöntemleri benimseyerek edebi metinlere yaklaşan ve adeta öğrencinin bir edebi eserden alabileceği şevk ve zevki törpüleyen bir edebiyat lisans programından mezun olduktan sonra, sanırım yüksek lisans ve doktora programlarının disiplinlerarası bir perspektifle sunduğu konular, tartışmalar ve zorluklar, beni bu zanaatın büyülü dünyasına çağırdı. Heyecan duyduğum birkaç ders, halen başucumda tuttuğum birkaç kitap ve en önemlisi de yola birlikte koyulduğumuz dostlarım bu maceranın müsebbibidir. On sekizinci yüzyıl Fransız adli ve polis kayıtları üzerine çalışan ve toplumun marjinal kesimlerinin hikâyelerine odaklanan tarihçi Arlette Farge, Allure of the Archives (Arşivlerin Cazibesi) adlı kitabında, yaşarken geriye tek bir not bile bırakamayan hayatları unutulmaktan kurtarmanın önemini dile getirir. Farge'a göre tarihçinin görevi bir kurtarma operasyonudur. Her ne kadar arşivlerin tozlu belgelerinde "kıyıya vurmuş olanları hayata geri döndüremesek de bu onları ikinci bir ölüme terk etmemizin nedeni olmamalı" der. Anlatacağımız hikâyenin çok kısıtlı olabileceğini ama mutlaka tarihin kıyıya vurmuş bu aktörlerinin gizemli varlığının başkalarının da dikkatini çekeceğini ve buradan yeni hikâyeler türeyeceğini savunur. (1) Farge'ın bu çalışması 2000'lerin başlarında, ben dahil, birçok genç kuşak tarihçinin yapmak istediğini güzel bir dille anlatıyordu: tarihin suskunluklarının peşinden gitmek.

"Geçmişle Hesaplaşmada Kolektif Anımsama Metinlerine Yaklaşım"

2016

Aşağıdaki kısa metni, Heinrich Böll Stiftung Derneği’nin 5-6 Nisan 2008’de düzenlediği “Türkiye’de Geçmişle Hesaplaşma: Dil ve Yöntem” başlıklı forumuna tartışma metni olarak hazırlamıştım. Metni başlatan Vangelis’le ilgili anım, gerçekten de üzerimde çok etkili olmuştu. Nitekim kendimle ilgili bu keşif, zaman içinde her ne kadar eleştirel yaklaşımımı derinleştirmiş idiyse de, 2008’e ulaştığımızda karşımıza çıkan Ergenekonculuk ve ondan bir yıl önceki Hrant Dink suikastı, söz konusu ettiğim kolektif anımsama metinlerinin meşum etkisini daha görünür kılmıştı.

1960’lı Yıllar “Zamanın Kıyısında Bir İlim Yuvası“ Prof. Dr. Turan Koç

Bahçeler dolusu selamlarımla, saygılarımla söze başlamak istiyorum. Efendim nerden başlasak hatıra kılığında bir şey hazırladığımı sanıyorum ama hatıralarımızı yâd derken, ister istemez onun arkasında arka bir plan var. Hatıranın hatıra olması o konunun arka planının açığa çıkmasıyla, nerede durduğumuzun görünmesiyle, bilinmesiyle, tanınmasıyla asıl anlamını kazanır. Bir görüntünün yanına başka bir görüntüyü koyduğumuz zaman bunlardan birisini değiştirirsek çok başka bir anlam kalır. Onun için ben biraz geriden alacağım. Tabi, hatıra ama anlatacağım, Yunanlı bir düşünür öyle diyor; anlattıkça gülüyormuş. Diyor ki; “ne gülüyorsun anlattığım senin hikâyen”. Benzerlik affınıza sığınırım hazirunun, arada müthiş bir fark var. Ama anlattığım benim hikâyem değil, benim milletimin hikâyesi, benim tarihimin hikâyesi benim medeniyetimin hikâyesi olduğuna inanıyorum. Onun için gönlümce yetişmeye çalışayım, yetişebildiğim yerlerde söz almak istiyorum. Ondan sonra hatıraya döneceğim.

Mekân, Travmatik Bellek ve Edebiyat: Bir Tarihsel Roman Olarak ‘Unutkan Ayna’

kültür ve iletişim dergisi, 2022

Bu yazıda Gürsel Korat'ın Unutkan Ayna romanında travmatik tanıklığın mekân ve bellekle kurduğu ilişki üzerinde durulacaktır. Romandaki bellek ve travmatik tanıklığın temellendirilmesinde Maurice Halbwachs'ın ortaya koyduğu kolektif bellek formülasyonu ile Paul Ricoeur ve Giorgio Agamben'in tanıklık nosyonuna dair tespitleri kaynak alınacaktır. Kolektif bellek, toplulukların ortak deneyimlerine vurgu yapan bir kavramdır. Aynı deneyimde buluşan insanların bir topluluk olarak deneyimlerine atfettikleri anlamı kuran bir çerçevedir. Mekânın değişimi, kolektif belleğin şekillenmesinin dinamik bir olgu olduğunu gösterir. Romanda travmatik tanıklığı belirleyen mekân, bellek gibi farklı tahayyüllerle genişleyen ve farklılaşan bir toplumsal çerçeve kurmak amacıyla kullanılmaktadır. Tanıklıklar, bellek mekânını oluşturan ritüeller gibi topluluğun deneyimine ilişkin izleri bir araya getirir ve böylece geçmişin travmalarının yönetilmesini sağlar. Travma, söze dökülemeyen, bilişsel dizgede kronolojik olarak dizilemeyen ve zihnin kabul etmediği bir deneyim olduğu için tarihte yaşanan travmatik kayıplar kamusal suskunluklardan sıyrılıp edebiyata dönüşemeyebilir. Korat, ikili karşıtlıklarla kurulan tarihsel çerçeveyi ve kamusal suskunluğu aşındırırken tarihin kayıtlarının karşısına hikâye anlatıcılığını koymuş ve bunu hümanist bir tarih yazımının ilk basamağı olarak işaretlemiştir.

Geçmişin yıkıntılarından kurtarılan nesneler ve daha iyi bir hayatı düşlemek: Koleksiyoneri bir tarihsel materyalist olarak düşünmek/ESENGÜL AYYILDIZ

Bu makalede, bir vefa borcunu ödemek vesilesiyle, mahkûm olduğumuzu zannettiğimiz gündelik gerçeklikler içinde fantazyaya kaçış gibi görünen koleksiyonculuk, Walter Benjamin ve Ünsal Oskay'ın izi takip edilerek, bir alternatif hayat stratejisi olarak düşünülecektir. Bu koleksiyoncu tavrı ise antiküryenlerin para harcayacağı, pazara yönelik olmayan koleksiyonculuktur. Bugünkü hayatın metalaştırdığı nesneleri, mahkûm oldukları işlevselliklerinden kurtararak özgürleştirmek, başka hayat biçimlerinin mümkün olduğunu da nesneyi kavuşturduğu özgürleşmeyi insan için de isteyecek olan koleksiyonerlik… Meseleyi düşünürken, Ünsal Oskay'ın dersleri, Benjamin' e, geçmişe bakış biçimine ve nostaljiye dair yazdıkları, Nurdan Gürbilek'in Benjamin' e ilişkin çeviri ve makaleleri ve elbette Benjamin'in kendi yazdıkları bu makalenin temel referanslarıdır. Bu referansların ötesinde ise, karşılaştığım, derinlemesine mülakatlar yaptığım koleksiyonerler ve toplayıcılar, Açık Radyo' da (Kadir Kıvılcımlı ile birlikte) 2003-2004 yıllarında yaptığımız " İstif: İnsanoğlunun Biriktirme Serüveni " adlı programına katılan koleksiyonerlerin ve toplayıcıların anlatıları, uzun süre gözlemlediğim ve bizzat havasını soluduğum sahaf dükkânlarında karşılaştığım insanlar, bu makalede yer alan düşüncelerin odağıdırlar.

Soma’nın ‘Kurtuluşu’ ile Soma’nın Jeolojisi Arasına Sıkışmış ‘Yerel’ Tarih ve Soma ‘Ulusal’ Faciası

Toplumsal Tarih, No: 246 + Açık Radyo 5 Haziran 2014 Soma ile ilgili 'Adalet Arayan İşçi Ailelerine Destek Grubu'ndan' 1Umut Gönüllüsü Av.Berrin Demir söyleşisi, 2014

"""Bir istisna değil, çalışma hayatının kuralı olan Soma faciası bize tarihyazımı, özellikle de emek/sosyal tarihyazımı hakkında ne söyleyebilir? ... ...Bu yüzden, Wallerstein’in hala geçerliliğini koruduğunu düşündüğüm bir tabirini kullanacak olursak, tüm ‘tarihsel sosyalbilimler’ ile ilgilenenlerinin konularının seçiminden, araştırma sorularını belirleyinceye ve saha veya arşiv çalışmasına çıkıncaya kadar, yaklaştıkları konulara sadece teknik bir ‘araştırma sorunsalı bulmak’ çerçevesinde değil, faaliyetlerinin uzun vadeli tutarlılığını sağlayacak, binbir şekle bürünebilecek güncel, sosyal ve siyasal eklemlenmesi, yani ‘kullanım değeri’ ile birlikte düşünmeleri gerektiğine inanıyorum. Bilim kullanım değeri için değil de, piyasadaki değişim değeri için yapıldığında, doğanın diğer ‘şeyleri’ gibi metalaşıyor zira. Bunu yaparken kendi bilimsel araştırma mesailerimizin de, hakkında yazdıklarımıza benzer çelişkiler taşıyan bizatihi bir emek süreci olduğununun, bu emek sürecinin de hiyerarşileri, direnişleri, şirketleri, mücadeleleri, çalışma acıları olduğunun da hiç unutulmaması gerektiğine, bu sürece de, gene kalemi elimize aldığımız zaman öne çıkarmaya çalıştığımız işçilerin sesleri gibi ‘emek-eksenli’ ve emekçi kafayla yaklaşmamız gerektiğine inanıyorum. Zira emek tarihinin ‘taşlaşmış üretim ilişkileri’ olarak tanımlanan ‘metanın’ arkasındaki üretim sürecine bakmaktan başka birşey olmadığına inanıyorum. Bu meta, ister kömür, ister araştırma, ister eğitim, ister finans, ister konut, isterse de metalaşmış veya metalaşmakta olan herhangi başka bir ‘şey’ olsun. """