BALKAN 8. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ (original) (raw)

USBİK 2018- ULUSLARARASI KAYSERİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ

AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ’NİN RATIONE LOCI VE RATIONE TEMPORIS YETKİLERİNİN İNCELENMESİ Tarihin ilk çağlarından bugüne değin büyük yıkımlara ev sahipliği yapan dünya, özellikle 20. Yüzyılda insanlık tarihinin en geniş çaplı insan hakları ihlallerine tanık olmuştur. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde, yaşanan kötü tecrübeler neticesinde devletler, insan haklarını korumaya ilişkin sözleşmeler hazırlanmasında önemli adımlar atmıştır. Bu girişimler ve hazırlanan sözleşmeler sonucunda 20. Yüzyıl insan hakları çağı olarak adlandırılmıştır. Aynı zamanda bu girişimler ile insan haklarının korunması devletlerin iç meselesi olmaktan çıkarak uluslararası bir nitelik kazanmıştır. İnsan Haklarını uluslararası düzeyde koruyan kurumlardan biri olan Avrupa Konseyi tarafından 1950 yılında hazırlanan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, 1953 yılında yürürlüğe girerek bireyi uluslararası hukukun bir süjesi haline getirmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 20. yüzyılda kurulan ve insan haklarını uluslararası düzeyde koruyan mahkemelerden biri olması hasebiyle uluslararası hukukta oldukça önemli bir yere sahiptir. Mahkeme, dört hususta kendini yetkili kılmıştır. Bunlar: kişi (ratione personae), yer (ratione loci), zaman (ratione temporis) ve konu (ratione materiae) yönünden yetkisidir. Aralarında en karmaşık olanı yer yönünden yetkidir. Çünkü Kıta Avrupası’nda kurulmuş olmasına karşın, ictihadi sistemlerle yürüyen Mahkeme, çoğu zaman “yetki” kavramını Viyana Andlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’nin anlamı ile ele almasına karşın, bazı kararlarda konuyu daha geniş yorumlamıştır. Bu çalışma ile Mahkemenin yer ve zaman yönünden yetkisi, içtihatlar ışığında açıklanarak değerlendirilmiştir. Anahtar Kelimeler: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Ratione Loci, Ratione Temporis, Yetki

ULUSLARARASI GÖBEKLİTEPE SOSYAL VE BEŞERİ BİLİMLER KONGRESİ

ANADOLU'DA İLK TIP MEDRESESİ "GEVHER NESİBE HATUN DARÜŞŞİFASI", 2020

Tıp, geçmişten günümüze kadar olan tüm bilgileri, insanlık yararına kullanarak hastalıkları iyileştirmek, tedavi etmek veya önlemek amacıyla başvurulan ve uygulanan teknik ve bilimsel çalışmaların bütünüdür. İnsanlığın yaradılışından itibaren, tarihi boyunca birçok farklı hastalık oluşmuş ve yüzyıllarca varlığını sürdürmüştür. Bu hastalıklar için tedavi yöntemleri aranmış ve aranan bu yöntemler dünya üzerindeki bütün medeniyetlerde farklılıklar göstermiştir. Yerleşik yaşama geçmiş olan ilk medeniyetlerde, hasta tedavilerinde, büyü ve duadan ileriye geçilememiştir. Zamanla insanlara yetersiz gelen bu tedavi yöntemleri, ilerleyen zaman dilimlerinde, bilimsel ve gerçekçi tedavilerin olması gerekliliğini göstermiştir. İnsan, tıp bilimine, tıbbi tedavilere yöneldikçe ve bu alanda geliştikçe, tıp okullarının eksikliğini duymuştur. Orta Çağ Avrupa’sında tıp alanında bilimsellikten uzak bir dönem yaşanmaktayken, Anadolu Medeniyetlerinde tıpta bilimsel bir dönem yaşanmıştır. Hint Medeniyeti farklı olarak daha akılcı bir yol izlemiş ve hastaların tedavisi için hastane yapmışlardır. Tarihte ilk tıp okulu olan “Knidos” Antik Yunan döneminde açılmıştır. Hippokrates felsefe ve tıbbı birbirinden ayırarak, bilimsel bir yaklaşım ile eğitim veren “Kos Tıp Okulunu” kurmuştur. Türklerin Anadolu’ya gelmesiyle birlikte Anadolu Selçukluları zamanında inşa edilen darüşşifalarda (hastaneler), hasta tedavi hizmetlerinin yanı sıra, tıp eğitimi verilmiş ve kendi alanlarında hekimler yetiştirmişlerdir. Bu okullarda yetişen doktor ya da diğer tabiriyle Hekimler, sadece hastaları tedavi eden bir meslek erbabı değildir, aynı zamanda Hippokrates’in; “bir hekim aynı zamanda filozof olursa ilahlar seviyesine yükselir” sözleriyle başka misyonlar daha yüklenmişlerdir. İslamiyet’in doğuşu ile Tıbb-ı Nebevî, “Peygamber Tıbbı” anlamına gelen, Hz. Muhammed’in (sav), sağlık alanında uyguladığı ve tavsiyelerde bulunduğu İslâmî tıp ilmi de akla bu bağlamda akla gelmektedir. Bu makalede; geçmişten günümüze kadar gelen medeniyetlerde tıbbi olmayan uygulamalar, ardından ihtiyaç dâhilinde gelişen tıbbi teknikler ve tedavileri, 1206 yılında Anadolu Selçuklu döneminde bir gönül hikâyesi neticesinde oluşan vahim bir hastalık ve bunun sonucu, bir vasiyet üzerine inşa edilerek hizmete açılmış olan, hem tıp okulu hem de hastaneyi aynı bina içerisinde barındırıyor olmasından dolayı da dünyada bir ilk “Gevher Nesibe Tıp Medresesi ve Darüşşifası” ile burada uygulanan tedavi yöntemleri anlatılmaktadır.

BALKAN 8 ULUSLARARASI SOSYAL BILIMLER KO

Halkla ilişkiler, genellikle örgütün lehine olumlu imaj oluşturma, devam ettirme, ilişkide olunan hedef kitlenin sempati ve desteğini sağlama, kuruluş ile hedef kitlesi arasında iyi niyetli ve karşılıklı anlayışa dayalı ilişkileri sürdürme gibi anlamlar içerir. Buna mukabil halkla ilişkiler kavramı işlevsellik gösterdiği sektöre göre de kendine has anlamlar içerebilmektedir. Bu bağlamda halkla ilişkiler kavramının sağlık sektöründeki algılanışı da farklılık gösterebilmektedir. Bu çalışmada halkla ilişkiler kavramının sağlık çalışanları için ifade ettiği anlam ile toplumun halkla ilişkilere yüklediği anlam Grunig ve Hunt halkla ilişkiler modelleri perspektifinden karşılaştırmalı olarak analiz edilmeye çalışılmıştır. Bu çalışmayla literatüre katkı sağlamak yanında sağlık hizmetleri sunucularına da konu hakkında kavramsal temel oluşturmak amaçlanmıştır. Nitel araştırma yöntemlerinden görüşme yönteminin kullanıldığı çalışmada sağlık hizmeti sunucuları ile sağlık kurumlardan hizmet alanların görüşlerine başvurulmuştur. Katılımcılara yapılandırılmış ve yarı yapılandırılmış sorular sorulmuştur. Alınan cevaplar içerik analizi ve betimsel analiz yöntemleriyle değerlendirilmişitir. Sonuç olarak kamuda hizmet veren sağlık hizmeti sunucuları halkla ilişkileri kamunun bilgilendirilmesi ve ikna edilmesi olarak tanımlamıştır. Sağlık hizmeti kullanıcıları ise bilgilendirilmekle birlikte sorunlarının çözümü, tatmin olma ve karşılıklı anlayışı halkla ilişkiler olarak tanımlamışlardır.

I. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMLERDE KRİTİK TARTIŞMALAR KONGRESİ

AYNI MEKÂNDA AYRILIKLAR: DAVID HARVEY'İN MEKÂNSAL FARKLILAŞMA KURAMINA DAİR BİR DEĞERLENDİRME, 2018

Fiziksel, sosyal ve ekonomik çevre unsurlarından oluşan kentsel yaşam, içeriğinde farklılık barındırır. Ancak ekonomik sistemin yeniden yapılanması ve küreselleşme olguları bu farklılığı sosyo-ekonomik ve sosyo-mekânsal bağlamda derinleşen bir ayrışmaya doğru götürmektedir. Bu da aynı kent mekânında birbirinden kopuk, eşitliksiz, sosyal bağların en aza indiği ayrı mekânlar yaratmaktadır. İşte burada David Harvey mekânsal farklılaşma kuramını geliştirmiştir. Harvey’ye göre mekânsal farklılaşma, kapitalist toplumdaki toplumsal ilişkilerin yeniden üretimi çerçevesinde yani toplumsal farklılaşma ile izah edilmelidir. Toplumsal farklılaşmaya ise üç öğe neden olmaktadır. Bunlardan birincisi; endüstri devrimiyle birlikte emek-yoğun üretim biçiminden sermaye-yoğun üretim biçimine geçilmiş olmasında yatmaktadır. Bu geçiş, emek ve sermaye arasındaki iktidar ilişkisini doğurmuştur. Harvey ikinci öğeyi, kapitalizmin paradoksal ve tekâmül süreci içerisinde yarattığı, toplumsal farklılaşmaya ivme kazandıran bir dizi unsur olarak açıklar. Bunlar; fonksiyonel uzmanlaşma ve emeğin bölünmesi, otorite ilişkileri, ideolojik ve politik manipülasyonlar ve buna bağlı yansımalar ve toplumun hareket alanına konulan engeller olarak özetlenebilir. Üçüncü olarak Harvey, daha önceki bağımlı üretim biçimi içinde kurulmuş toplumsal ilişkileri aksettiren fakat kısmen de olsa halen devam eden birçok öğeyi saymaktadır. Harvey’ye göre üçüncü öğeyi, kapitalist düzen ve öncesi arasında çatışmaya neden olan toplumsal olguları sıralayarak genişletmek mümkündür. Söz konusu üç öğeden mütevellit ortaya çıkan farklılaşma toplumu ve kenti, mekânsal farklılaşmaya taşımaktadır. Mekânsal farklılaşma, pek çok alanda bir ayrışmaya yol açan ve döngü halini alan bir ayrımlaşmanın tezahürüdür. Harvey bu tezahürü, piyasa birim ve donanımlarına erişebilmek için elzem kıt kaynaklara ulaşım imkânlarındaki farklılaşma olarak açıklar. Eğitim fırsatlarına erişim imkânlarındaki farklılıklar, piyasa donanımının bir kuşaktan diğerine taşınmasını kolaylaştırıp mobilite imkânlarının bariz bir biçimde kısıtlanmasına yol açtığı gibi ayrıcalıklar bakımından yukarıdan aşağıya doğru kesin ölçülerle sınırlanmış bulunan toplumsal sınıfların ortaya çıkmasına da neden olur. Dolayısıyla kentler, her bir sınıfın kendisini kendi içinde idame ettirdiği komşuluk birimlerine ayrılabilir. Başka bir ifadeyle; her bir toplumsal statü birimi, gruplaşma oluşturarak mavi yakalılar ve beyaz yakalılar şeklinde farklılaşmış mekânlarda yerleşip bir sonraki kuşağın ekonomik mekânının da aynı statüye sahip olacak biçimde yapılanmasına neden olabilir. Elbette bu yapılanma fırsatların yapılanmasından kaynaklanır. Mekânsal farklılaşmanın izahı açısından bireylerin seçimleri, tercihleri, değer sistemleri de önemli bir yer tutar. David Harvey, tüm bunların bireyin kendi iradesi dışında şekillendiğini savunur. Burada yine komşuluk birimlerinin etkisine dikkat çeker. Komşuluk birimlerinin öteden beri toplumsallaşma deneyimlerinin başlıca çıkış noktasını oluşturduğunu ileri süren Harvey, topluluğun yaşadığı mekânın üretim yeri için uygun işgücünün yeniden üretildiği mekân olduğu yönünde bir eğilimin varlığına işaret eder. Aynı zamanda devletin de kapitalist sistemin gereklerine göre hareket ettiğini iddia eder. David Harvey’nin sözünü ettiği kent sorunsalının çağdaş ideolojik sistemlerde yeri tartışılır. Belirgin olarak ve doğrudan Harvey’in kuramına yöneltilmiş bir eleştirisi olmamakla beraber Muhafazakârlık, temelde farklılaşmanın varlığını kanıksamıştır. Zira muhafazakâr düşüncede bireyler arası eşitsizlik, toplumun organik niteliğinde bulunan bir yansımadır. Elbette ki, Harvey’ye yönelik doğrudan eleştiriler de mevcuttur. Ortodoks Marksizm’in öne sürülen düşüncesi olan devletin kapitalist vasfının Harvey tarafından da aynen savunulması, Gottdiener tarafından geleneksel Marksist kavramsallaştırmanın dışına çıkamadığı eleştirisine tabi tutulmuştur. Katznelson ise mekânsal farklılaşma kuramındaki toplumsal farklılaşma iddiasına atfen Harvey’nin, sosyal ilişkilerin yeniden üretiminde insanoğlunun tarihsel rolünü bütünüyle dışladığı yönünde söz konusu kuramı bir kritiğe tabi tutmuştur.

IX. SOSYAL BİLİMLER KONGRE KİTABI

TÜRKÇE VE MACARCADAKİ BENZER İKİ YAPIM EKİNİN KARŞILAŞTIRILMASI, 2024

Türkçe ve Macarca arasındaki köken ilişkisi yüz yılı aşkın bir süredir tartışılmakta olan bir meseledir. Türkçeden Macarcaya geçmiş birçok kelimenin varlığı bilinmekle beraber bu iki dil arasındaki ilişkinin sadece kelime alışverişi düzeyinde mi olduğu, yoksa yapısal ortaklık ve etkileşimlerden mi kaynaklandığı meselesi henüz aydınlatılamamıştır. Tarihin farklı dönemlerinde Macarların çeşitli Türk topluluklarıyla -Hazarlar, Avrupa Hunları, Peçenekler, Bulgarlar ve Osmanlılar- çok sıkı ilişkileri olmuş ve bu ilişkiler tabii olarak dile de yansımıştır. Ural-Altay dil ailesi teorisi ortaya atıldığında her iki dilin bu dil ailesine mensubiyeti belirtilmişse de zamanla bu görüş bırakılarak Ural ve Altay’ın iki farklı dil ailesi olduğu görüşü kabul edilmiş, böylece Türkçe ve Macarca farklı dil aileleri içinde değerlendirilmiştir. Ancak akrabalık meselesi tartışılmaya devam etmektedir. Türkçe ile Macarca arasındaki benzerlikler tarihsel yakınlıklardan dolayı meydana gelen bir ödünçleme mi yoksa bu iki dil, gerçekten aynı kökenden mi geliyor? Bu konuyla ilgili yapılacak her yorum, kanıt gerektirir. Bunun için de karşılaştırmalı çalışmalara ihtiyaç vardır. Her iki dilin eklemeli bir yapıya sahip olması, öncelikle iki dil arasındaki ek karşılaştırmalarının ne kadar önemli olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Bu amaçla, bu makalede Türkçedeki isimden isim türetme eklerinden +lXk ve +CXk/+CAk/+cXğAz/+cAğIz ile Macarcadaki +sÁg ve +kA /+(V)cskA ekleri arasındaki benzerlik ve farklılıklar, tanıklar eşliğinde yapı ve işlev boyutuyla tartışılacaktır.

21. ULUSLARARASI TÜRK DÜNYASI SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ / 11-14 EKİM 2023

Türkiye’deki Suriyeli Göçmenlerin Demokrasi Algısı: Gaziantep Örneği, 2023

Tunus’ta 2010 yılında başlayan isyan dalgası, domino etkisiyle Mısır, Yemen, Cezayir ve Ürdün'e sıçramıştır. Halkın değişim talepleri ve ayaklanmaları bir süre sonra Suriye’yi de etkisi altına almıştır. Yıllarca evrensel insan haklarından mahrum bırakılarak yaşayan, siyasi krizler ve zorlu ekonomik şartlar altında, otoriter bir rejim tarafından yönetilen Suriye halkı mevcut sisteme karşı ayaklanmıştır. Çıkan ayaklanma sonucu iç savaş başlamış ve Suriye savaş alanı haline gelmiştir. Arap Baharı ve beraberinde gerçekleşen Suriye iç savaşı sonrasında Suriyeliler; Türkiye, Ürdün, Lübnan, Irak, Mısır gibi komşu ülkeler başta olmak üzere birçok ülkeye göç etmişlerdir. Türkiye, 13 Temmuz 2023 tarihi itibarıyla 3.329.516 Suriyeli göçmene ev sahipliği yapmaktadır. 436.757 kişi ile en çok Suriyeli göçmen nüfusu barındıran ikinci il, sınır illerin en büyüğü ve imkanlar açısından çeşitlilik sunabilen; Gaziantep’tir. Olası bir seçimde oy kullanma hakkına sahip Suriye asıllı Türk vatandaşı sayısı ise 130.914’tür. Bu bağlamda Türkiye’ye göç eden ve Gaziantep’te ikamet eden Suriyelilerin demokrasiye olan bakışları ve bilgileri merak uyandırmaktadır. Yürütülen bu çalışmada, fiziki bir hareketliliğin yanı sıra sosyokültürel bir yeniden inşa sürecine işaret eden göç ve demokrasi kavramlarından bahsedilmiştir. Gaziantep’te yaşayan Suriyeli göçmenlerin demokrasi algısı üzerinde durulmuştur. Çalışmada, literatür taraması ve olgubilim deseniyle tasarlanan nitel araştırma yöntemlerinden biri olan yapılandırılmış görüşme tekniği kullanılmıştır. Çalışmanın evrenini: Gaziantep İl’inde yaşayan Suriyeli göçmenler oluşturmuştur. Belirlenen evren bağlamında kartopu örneklem metodu kullanılarak katılımcılar ile görüşmeler gerçekleştirilmiştir. Saha çalışmasının veri toplama aracı olan görüşme formu ile elde edilen veriler içerik analizi tekniği ile derinlemesine analiz edilmiştir. Yapılan bu çalışmanın temel amacı: Gaziantep’teki Suriyeli göçmenlerin demokrasi algısını tespit etmektir. Araştırmanın sonucunda ise evreni oluşturan Suriyeli göçmenlerin, demokrasi algılarının gelişmediği veya ülkelerinde var olan yönetim biçimi ile bilinçli bir şekilde gelişmesinin engellendiği, sahip oldukları hak ve özgürlüklerin tamamının bilincinde olmadıkları sonucuna ulaşılmıştır.