Bilimde Değerlerin Rolü ve Feminist Duruş Noktası Teorisi (original) (raw)


Toplumda feminizme yönelik genel algı feminizmin erkeklere karşı bir düşmanlığı ve yalnızca kadınlara ilişkin sorgusuz desteği vurgulayan bir ideoloji olduğudur. Ancak feminizm, toplumsal cinsiyet (gender) ayrımı doğrultusunda toplumsal hayatın diğer alanlarında meydana gelen ayrımcılık düşüncesine karşı eleştiri getirerek kadın erkek arasında ortaya çıkan eşitsizlik ve adaletsizliklerle mücadele eden bir alan olarak ifade edilebilir. Feminist bakış açısı, bu ikiliklerin toplumsal cinsiyet bağlamında ele alındığında ne gibi sonuçlar doğuracağı üzerine de yoğunlaşır. Cinsiyet (sex) bilindiği üzere erkek ve kadınların biyolojik özellikleri çerçevesinde ortaya çıkan ayırt edici bir olgudur. Toplumsal cinsiyet ise, toplum tarafından kadına ve erkeğe atfedilen birtakım rollerdir. Örneğin, kadının daha duygusal veya naif olarak kabul edilmesi, erkeğin ise bunun tam aksi olarak daha sert ve gaddar olarak nitelendirilmesi toplumun onlara biçtiği rollerdir. İşte bu roller çerçevesinde bilim dünyasının sosyolojik ve kültürel birçok unsurdan etkilendiği ve toplumsal cinsiyet bağlamında düşünüldüğünde kadına ve erkeğe atfedilen niteliklerin, bilimsel araştırmaları da belirli ölçülerde etkilediği sonucuna ulaşılmaktadır. Toplumsal cinsiyet yalnızca günlük hayatta kadına ve erkeğe belirli roller biçen bir unsur olarak değil aynı zamanda bilim insanlarının bir araya gelerek oluşturduğu bilim topluluklarının bilimsel çalışmalardaki bakış açısını ve değerlendirme ölçütlerini de etkileyebilmektedir. Bu kapsamda bilimsel bir araştırmaya başlamadan önce başlangıçta nesnel olması ve değer yargılarından mümkün olduğunca kendisini izole etmesi beklenen bilim insanlarının, feminist bakış açısıyla yapılan değerlendirmeler sonucunda toplumsal cinsiyet kavrayışlarının yapmış oldukları gözlem ve deneyimlerini etkileyebildiği görülebilmektedir. Bu bağlamda bilimsel çalışmaların birtakım sosyolojik ve psikolojik unsurları da içerisinde barındırdığından hareketle feminist bilim anlayışı çerçevesinde yapılan çalışmalar bilim insanlarının sahip oldukları değer yargılarının psikolojik, sosyolojik ve kültürel ögelerden etkilendiğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, bilimsel çalışmaların objektifliği ya da nesnelliği bu kapsamda tekrardan ele alınarak sorgulanmaktadır. Bu sorgulamalar doğrultusunda çalışmada feminist bakış açısı özelinde bilim insanlarının sosyolojik, kültürel ve psikolojik değerleri ile toplumsal cinsiyet bağlamındaki ön kabullerinin bilimsel araştırmalarına ne ölçüde yansıdığı ve bilimsel araştırmanın gidişatını ve sonucunu ne yönde etkilediğine dair bir soruşturma yapılmaktadır. Böylece, toplumsal cinsiyet açısından ortaya çıkan farklılıkların yansımasının görüldüğü alanlardan biri olan bilim dünyası değerlendirmeye alınmakta ve feminist bilim anlayışının bilimin gerçek doğasını anlama ve (eğer mümkünse) objektif bilim idealine ulaşma yolundaki konumu değerlendirilmektedir.

Bilim pratikleri ve bilgi üretme biçimleri toplumsal edimlerdir, bu nedenle oluştukları toplumsal dünyadaki iktidar yapılarını dolayımlarlar. Bu çalışmanın amacı, modern bilim ve bilgi yapıları ile patriyarka ve cinsiyetçilik arasındaki ilişkiye odaklanarak; modern bilimin “nesnellik” iddiasına karşın nasıl eril biçimde taraflı olarak kurulduğunu tartışmaktır. Çalışmada, bu nesnellik iddiasına bir eleştiri ve bir alternatif olarak feminist nesnellik arayışının izi sürülmektedir.

Özet: Türkiye'deki kadın hakları ve bu bağlamda sosyal adalet olgusu, kadınlara sırf kadın oldukları için yüklenen bazı roller ve "değer yargıları" yüzünden tartışılmaya hâlâ müsait bazı kritik sorunsalları oluşturan ana meselelerdendir. Oldukça görünür bir biçimde toplumumuzdaki bir "değer yargısı" ya da bazı değer yargıları ya da "değer atfetme"ler ve "değer biçme"ler, kadınları hangi rollerde olacağına bakarak değerlendirir ve yargılar. Bu noktada "yüceltilmiş annelik" rolü ve bunun üzerinden oluşturulan ve kültürümüzün en derinlerine yerleşmiş, sorgulanmamış değer yargıları ile kadına verilen yer ve bakış açıları sorgulanmaktadır. Oysa değer bilgisi bize, insanın bizzat insan olarak değerli olduğunu ve bu nedenle haklara sahip olduğunu bildirir. Bu konuda Harriet Hardy Taylor-Mill yeniden hatırlayacağımız isimlerden biridir. Bu çalışmada da ülkemizdeki kadınlara atfedilen roller ve değerler, Harriet Hardy Taylor Mill ve John Stuart Mill'in eserleri üzerinden yeniden ele alınarak, İoanna Kuçuradi'nin değerler ve değer bilgisi konusundaki çalışması ışığında ve annelik özelinde yeniden ele alınacaktır.

Felsefede 'kisi olmak' deyimi kisilige cok onem veren bir dusunce hareketinin temel kavrami olarak belirlenir. Felsefe tarihinde ilk donemlerden beri cesitli bicimlerde karsimiza cikan 'kisi olmak' kavraminin icerigi tahlil edildiginde insan olmaktan ayri ve farkli bir duruma isaret edildigi gorulur. Insani insan yapan temel ozellikler butun insanlarda ortaktir. Bu ozelliklere sahip olmak bakimindan insanlar arasinda fark da yoktur. 'Kisi olmak' ise sahip olunan bu ortak ve temel ozelliklerin kullanilmasina dayali bir boyut olarak onemli ve degerlidir. Dolayisiyla 'kisi olmak' bir deger olarak konulmaktadir. Gercek ve yuksek bir deger olarak 'kisi olmak' insan hayati icin bir onemli bir amac olmaktadir.Ote yandan 'kisi olmak' surecinde bireysel ve toplumsal degerlerin de onemli katkisi vardir. Bireysel ve toplumsal degerlerin insanin kisilesmesi surecinde zorunlu ve onemli bir rolu bulunmaktadir. Bireyin degerleri kazanmasi ve onlarin ...

Değerlerin ilişkili olduğu alanlar, inanç ve düşüncenin sistematik hâle gelmesinden önce belirgin bir şekilde ortaya çıkmamıştı. Çünkü eski medeniyetlerde bütün bu alanlar birlik içindeydiler ve ayrılmaz bir bütün olarak kendilerini açığa vurmaktaydılar. Biz bu yazıda sistematik dönemde ortaya çıkan ayrışmaların teoloji, metafizik ve bilim açısından nasıl bir değerler felsefesi yani siyaset, ahlâk ve hukuk normu ortaya koyduğunu göstermeye çalışacağız.

Bilime ve onun bilgisine akademik, politik, ekonomik ve kamusal alanlar olmak üzere birçok alanda diğer bilgi iddialarına kıyasla daha fazla güven duyulmaktadır. Bilime duyulan bu güvenin temelinde büyük ölçüde bilimsel süreçlerin ve yöntemlerin nesnel bir şekilde yürütülmesi ve bu nesnel sürecin bir ürünü olarak bilimsel bilginin tarafsız bilim insanları tarafından ortaya konulduğu düşüncesi yatmaktadır. Bu bakımdan toplum tarafından bilimin tartışılmaz statüsünün ve bilimsel bilgiye verilen değerin belirleyicisi olarak nesnellik özelliği ön plana çıkmaktadır. Bilhassa doğa bilimleri söz konusu olduğunda bilimsel yöntemin olgulara ve dış dünyaya ilişkin nesnel bilgiler sağladığı düşünülmektedir. Bu bakımdan doğa bilimleri, bilimde nesnelliğin paradigmatik örnekleri olarak kabul görmektedir. Beşeri ve sosyal bilimler alanında ise doğa bilimlerine kıyasla nesnellik algısı düşük olmasına rağmen, yöntemlerinin bilimsel yöntemle çalışılmaya uygun olmasından dolayı en azından ilke olarak nesnel olduğu değerlendirilmektedir. Bilimin değerler alanından ziyade olgu alanına ilişkin çalışmalar yürütmesi, bilim insanlarının değerler, anlamlar ve ideallerinden de kendisini izole ederek bilimsel nesnelliği temin edilebileceği konusunda genel bir kavrayışa yol açmaktadır. Bu görüşün önde gelen düşünürü Karl Popper’dır. Popper bilimsel nesnelliğin, olgusal içerikli önermelerin – protokol önermeleri – öznelerarası sınanabilir olması ile temin edilebileceğini ve böylece bilim insanlarının çalışmalarında kültür, değer ve inanç gibi öznel kanılarının bilimsel bilginin temellendirilmesi ve sınanması noktasında kullanılamayacağını ifade etmiştir. Ancak bilimin doğasına yönelik bir soruşturma bilimsel bilginin düşünüldüğü kadar nesnel bir sürece sahip olmadığını, bilim faaliyetini gerçekleştiren bilim insanlarının kişisel çıkarlarının, değerlerinin ve içinde yaşamış oldukları kültürel faktörlerin bilimsel bilginin elde edilmesi sürecinde etkili olabileceğini ortaya koymaktadır. Bu bakımdan bilimin doğasını doğru bir şekilde anlayabilmenin yolu bilimlerde nesnellik ölçütünün sosyolojik ve kültürel unsurlarla yakından ilişkili olduğunu bilmekten geçmektedir. Thomas Kuhn bilimsel değerlendirmelerde değer yargılarının ve kültürel unsurların kaçınılmaz olduğu düşüncesindedir. Kuhn, Popper’ın aksine sosyolojik etmen ve değerleri de işin içerisine katarak bir bilimsel nesnellik değerlendirmesi yapmaktadır. Bu doğrultuda, o bilimde fazlasıyla öznel unsurları vurguladığı eleştirilerine imkân vermeyecek şekilde bilim insanlarının takip etmesi gereken ve tavsiye niteliğinde olan belirli değerler neticesinde bilimsel nesnelliğin ve rasyonalitenin sağlanabileceğini ifade etmektedir. Bu kapsamda çalışmada, bilimin en bilinen özelliği olarak göze çarpan nesnellik kavramı ve düşüncesine yönelik kavramsal bir belirlemenin ardından kültür ve değer gibi sosyolojik unsurların bilimsel objektifliğin ayrılmaz bir parçası olduğu argümanı, Popper ve Kuhn’un çalışmaları göz önünde bulundurularak serimlenecektir.