İSTANBUL’DA NEO-MISIR ÜSLUBUNUN İZLERİ (original) (raw)

ÖMER NASUHİ BİLMEN SEMPOZYUMU-İSTANBUL İLAHİYAT

İÜİFD yılda iki sayı olarak yayımlanan uluslararası hakemli bir dergidir. İÜİFD'de yayımlanan yazıların bilimsel ve hukukî sorumluluğu yazarlarına aittir. Yayımlanan yazıların bütün yayın hakları İÜİFD'ye ait olup, izinsiz olarak kısmen veya tamamen basılamaz, çoğaltılamaz veya elektronik ortama taşınamaz.

KÜLTÜR MİRASINDA SİSMİK RİSKLER: İSTANBUL İÇİN NEPAL’DEN DERSLER

İnsanoğlu ve yarattığı kültür mirası her zaman çeşitli yıkıcı etkilere maruz kalmıştır ve kalmaktadır. Bu etkilerin en önemlilerinden biri doğa olayları ve afetlerdir. İklim değişikliği, küresel ısınma, son yıllarda sayıca ve büyüklük olarak artış gösteren afetler; doğa olaylarının artarak devam edeceğinin göstergesi olmakta ve kültür mirasının büyük risk altında olduğunu açıkça göstermektedir. Bu gerçekler doğrultusunda, afetlerden kaynaklı hasarlar ve kayıpların azaltılması konusu dünya çapında pek çok kurum ve kuruluş için odak haline gelmiştir. İnsanların doğaya verdiği zarar ve sorumsuz davranışları pek çok afeti tetiklemekte ve etkisini artırmaktadır. Afetler; insanların işkence ve istismarına dayanmakta zorlanan doğa haykırışlarıdır... İnsanoğlu modern ve teknolojik yaşam çabalarıyla, özünden, geleneklerinden, kültüründen uzaklaşmakta ve doğa ile bağını kopararak doğanın dengesine zarar vermektedir. Bunun sonucunda da afetlerin sayısı ve şiddeti daha da çok artmaktadır. Zamanı ve büyüklüğü önceden tespit edilemediği için depremler, en çok afete dönüşme potansiyeli olan ve bundan dolayı diğerlerine göre daha çok üzerinde durulan, ünik denilebilecek doğa olaylarıdır. Depremler çok kısa süreli olmakla birilikte yapılara büyük zarar verebilen etkiler doğurmakta, meydana gelmesi engellenemeyen ancak etkileri azaltılabilen afetlerdir. Bugünkü teknolojik gelişmelerle bile depremlerin şiddetinin ve oluşma sıklığının azaltılması söz konusu değildir. Yapılabilecek tek şey yıkıcı etkilerin azaltılması için önlemler alınmasıdır. Bu gerçekler doğrultusunda bu çalışmanın amacı; kültür mirası yapılarının karşı karşıya olduğu sisimik risklerin irdelenmesi ve bu bağlamda tarihi yapıların deprem riskine karşı korunması için bugüne kadar yapılanların tartışılması, yapılması gerekenlerin ortaya konulması ve öneriler getirilmesidir. Özellikle; tarihi yapıların deprem dayanımının artırılması ve afetlere karşı hazırlıklı olunması kapsamında yapılacak çalışmaların düzenlenmesi ve düzenli bakım programına dahil edilmesi ile doğru yöntemlerin belirlenmesinin gereğinin önemi vurgulanmıştır. Ayrıca geleneksel yapım tekniklerinin araştırılması ve olumlu deprem davranışlarından dersler çıkarılmasının gereği üzerinde durulmuştur. Çalışma kapsamında 25 Nisan 2015’te Nepal’de meydana gelen deprem incelenmiş ve İstanbul için bu afetten çıkarılabilecek dersler ele alınmıştır.

OSMANLI İSTANBULU’NDA BERBER ESNAFI

Giriş : Osmanlılar, İstanbul"da tıpkı halefi oldukları Bizans İmparatorluğu gibi emsalsiz hayat üslubu ve renkli bir toplum yapısı meydana getirdiler. Tarihin konusu olan bu yapıyı ve unsurlarını tetkik etmek için arşiv belgeleri ve vekâyinameler dışında kadı sicilleri, fetvâ mecmuaları, divân ve halk edebiyatı metinleri ve Osmanlıların tek sosyal tarihçisi olan Evliyâ Çelebi gibi pür-dikkat bir gözlemcinin yazdıkları zengin bilgi kaynaklarıdır. "Osmanlı İstanbulu"nda Berber Esnafı" başlıklı çalışmamızı bu kaynaklara dayandırmaya gayret ettik.

İSTANBUL'DAKİ OSMANLI DÖNEMİ SUYOLU YAPILARI

Turkish Studies Social Sciences Volume 13/18, 2018

ÖZET Suyolları ve suyollarını oluşturan mimari eserler, şehre su sağlayan teknik yapılar olmanın dışında kısmen de olsa dönemin mimari ve sanatsal anlayışını yansıtan, aynı zamanda kentle bütünleşmiş, sosyal hayattaki değişim sürecinin izlenebildiği birer mimari değerdir. Bu yazının amacı, suyolu yapı tiplerini ayrı ayrı ele alıp tanıtmak, özgün işlevleriyle, kültürel miras değerlerini ortaya koymak, sonuç olarak bir imar sisteminin parçası olan bu yapıların bütüncül olarak konservasyonlarının yapılarak gelecek nesillere aktarılması için bir temel oluşturmaktır. İstanbul'da, Osmanlı döneminin ilk suyolu tesisi 1453'de başlanan ve ileriki yıllarda genişletilen Halkalı suyoludur. Zaman içerisinde artan su ihtiyacı nedeniyle Kırkçeşme, Taksim ve son olarak da 1899-1902 yılları arasında, Sultan II. Abdülhamid tarafından yaptırılan Hamidiye Suyolu inşa edilmiştir. Bu hatların görünür izleri, ayakta kalabilmiş olan bazı anıtsal üst yapı örnekleridir; "bentler", "havuzlar", "su kemerleri", "su terazileri" ve "maksemler" de bu yazının konusunu oluşturmaktadır.

ÖZGÜRLÜKLERİN ARTIĞI YENİDÜNYA DÜZENİNDE İSLAMOFOBİ

9.TURKCESS 2023 TAM METİN KİTABI, 2023

Kültürel, tarihsel, ekonomik, siyasi, dini ve sosyolojik nedenleri olan İslamofobi 11 Eylül olaylarından sonra artışa geçmiştir. Günümüzde antisemitizmin yerini alan İslamofobi Müslümanlara yönelik ayrımcılık, nefret, sözlü ve fiziksel saldırılara neden olmaktadır. Bunun sonucunda Müslüman bireylerde kaygı, korku, stres güvensizlik gibi etkilerin oluşmasına zemin hazırlayarak anomik durumların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Müslümanlara karşı dışlanma ve ayrımcılıkla sonuçlanan temelsiz bir iğrenme ve hoşlanmama içeren bu görüşün, Avrupa ve Amerika’ da yayılmasının nedenleriyle birlikte Müslüman toplumlarını da ilgilendiren çok kültürlüğün altında yatan gerilim noktalarını da irdelemek gerekmektedir. Bu gerilim noktalarına baktığımızda din ve sosyal hayat arasındaki ilişkilerin farklı boyutlarda olduğu görülmektedir. Yükselen tüketim alışkanlığı ve küresellik ve buna bağlı olarak gelişen dini kriminal olaylar ile din arasındaki ilişki, Müslüman dünya ile Batı ve Batı ile Batı’da yaşayan Müslüman azınlıklar arasında teolojik anlaşmazlıklara sebep olmuştur. Özelikle de Batı dünyasının birçok konuda kendisini mutlak güç olarak görmesi ve ötekilerle bir çatışma yaratma çabası İslamofobi’yayı daha da artırmıştır. Bu çalışmada öncelikle fobi kavramının tanımı ve fobi ile ilgili sosyolojik yaklaşımlara yer verilerek, daha sonra İslamofobi’nin tarihi, nedenleri ve Müslümanlar üzerindeki sosyolojik etkilerine teorik yaklaşımlar bağlamında değerlend

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ NADİR ESERLER KOLEKSİYONU’NDAN BİR ŞİİR MECMÛASI: EŞʿÂR-I ʿÂŞIKÂNE

Osmanlı şiirinin "kırkambarı" olarak adlandırılan ve her biri birbirinden kıymetli şiir mecmûaları klasik dönem Osmanlı şiirinin kara kaplı defterler içerisinde gizlenmiş hazineleri niteliğindedir. Mecmûalar; istifleri, derkenarları, yaşamın içerisinden muhtelif konulara dair küçük notlar alınmış yaprakları ile ilk bakışta çoğunlukla dağınık, karışık ve içlerinden çıkılması zor olan görünümleri ile dikkat çekseler de kültürel belleğin "hazinelerin viranelerde saklı olduğu" inancını mitik dönemlerden günümüze kadar canlı tutması mecmûaların söz konusu kadim gelenekteki değerine bir kez daha atıf yapar. Günümüzdeki şiir antolojilerinin klasik dönemdeki karşılığı olan şiir mecmûaları kimi zaman divan tertibine ömrü yetmemiş olan şairlerin şiirlerinin, kimi zaman şairlerin kendi

NÎSÂBÛRÎ’NİN (SA’LEBİ) KISAS-I ENBİYÂ’SINDA Mİ’RAC KONULU MİNYATÜRLER

Nîsâbûrî'nin (Sa'lebi) Kisas-ı Enbiyâ'sinda Mi'rac Konulu Minyatürler", 2020

THE ILLUSTRATIONS OF MIRAJ (ASCENSION) IN NÎSÂBÛRÎ’S (SA’LEBİ) KISAS-I ENBİYÂ MANUSCRIPTS Seçil SEVER DEMİR, Filiz ADIGÜZEL TOPRAK Abstract In this paper, five different illustrations with the theme of ‘Prophet Muhammed’s Miraj (Ascension)’ found in two illustrated copies of Nîsâbûrî's literary work titled Kısas-ı Enbiyâ dated 16th century, are examined in terms of composition and figures. Two of these illustrations are included in the Kısas-ı Enbiyâ, produced in Shiraz in the second half of the 16th century, registered in the 'Diez A fol.3' collection of Staatsbibliothek zu Berlin (Berlin State Library). The other three illustrations are included in the Kısas-ı Enbiyâ, produced in Kazvin between 1570-1580, registered in the ‘Keir3’ collection of the Dallas Museum of Art (Dallas Art Museum). In the Islamic tradition, the ‘Miraj’ (Ascension) narrates the journey of Muhammad from Mecca to Jerusalem and from there to the skies. In Islamic book arts, manuscripts with Miraj depictions produced between the 15th and 19th centuries show that Miraj is a popular and accepted subject. In the illustrations examined within the scope of this study, the same composition setup was followed. Due to the subject of Miraj, the common figures seen in illustrations are Muhammed, Burak, Gabriel and other angels. These figures, which are defined as ‘Heavenly Servant Angels’ in the text of Kısas-ı Enbiyâ, can be classified as the ones carrying incense burners; carrying the bowl of light filled with fire; carrying the beverage bowls offered to Muhammad and the ones that prostrate and carry the Quran page. Accordingly, each figure is evaluated in terms of its place in the composition, features of form and style; comparisons are made about the common and different aspects of the figures. In addition, the figures are drawn individually, independent of the composition, in order to present a detailed analysis of their form. The aim of this paper is to investigate the formal features of figures and other visual elements in the depiction of the ‘Mi'raj’ and to evaluate the contribution of visual expression to cultural and symbolic repertoire through illustrations.

NEBE’ SÛRESİ ÖZELİNDE İBNÜ’L-BEVVÂB VE YÂKÛT EL-MUSTA‘SIMÎ’DE REYHÂNÎ HAT

NEBE’ SÛRESİ ÖZELİNDE İBNÜ’L-BEVVÂB VE YÂKÛT EL-MUSTA‘SIMÎ’DE REYHÂNÎ HAT, 2023

Abbâsîler dönemi hat sanatı tarihi açısından önemli gelişmelerin olduğu bir dönemdir. Devrin kültür ve sanat merkezi Bağdat’ta yetişen İbn Mukle, İbnü’l-Bevvâb ve Yâkût el-Musta‘sımî Arap yazısının gelişiminde ve sanat yazısı olma sürecinde önemli yere sahip simalardır. Şüphesiz, Kur’ân’ın ona yakışır sûrette yazılma arzusu, kitâbetin tekâmülünde hüsn-i hat sanatkârları için teşvik edici olmuştur. Dolayısıyla bu gelişimin seyri en iyi mushaflarda takip edilmektedir. Nokta ve daireyi esas alarak harfleri belli kâidelere bağlayan İbn Mukle, aklâm-ı sitte’nin temelini oluşturarak kûfî hattın mushaf yazımında kullanımını azaltmıştır. Ondan yarım asır sonra İbnü’l-Bevvâb, İbn Mukle’nin yazısına zarafet katarak mushaf yazısını daha estetik hâle getirmiştir. 7/13. yüzyılın sonunda Yâkût el-Musta‘sımî’nin kalem ağzı eğimini değiştirip, aklâm-ı sitte’yi yeniden ele almasıyla Kur’ân-ı Kerîm onun üslûbu ile yazılmaya başlanmıştır. Kûfî yazıdan sonra aklâm-ı sitte’den reyhânî ve nesih yazılar Kur’ân yazımında en çok tercih edilen iki yazı olmuştur. Nesih hattı Osmanlı mektebinde tekâmül etse de reyhânî yazı Yâkût’un elinde klasik hüviyetine kavuşmuştur. Yâkût, mânevi üstadı olan İbnü’l-Bevvâb’ın yazılarını titizlikle tetkik edip yazım kâidelerini geliştirmesiyle reyhânî yazı akıcı, canlı ve âhenkli hâle gelmiştir. Harf bünyeleri ve satır istifi daha muntazam görünüme kavuşmuştur. Bu nedenle yazının tekâmül sürecini anlayabilmek için aralarında asırlar olsa da hattatların çalışmalarını birbirlerinden bağımsız düşünmek mümkün değildir. İki üstadın günümüze ulaşan mushaflarından sadece bir bölümün mukayesesi dahi bu gelişimi ve değişimi anlamamıza yardımcı olacaktır. The reign of Abbasids is a period of important developments in the history of calligraphy. Ibn Muqla, Ibn al-Bawwāb and Yāqūt al-Mustaʿsımī, who grew up in Baghdad, which was the culture and art centre of the period, are the figures who occupy an important place in the evolution of Arabic script and in the process of becoming an artistic writing. Undoubtedly, the desire to write the Qur’ān in a form befitting it has been an encouragement for the calligraphy artists in the evolution of the script. Therefore, the course of this development is best followed in the Qur’āns. The use of Kufic calligraphy in the writing of the Qur’ān decreased, as Ibn Muqla, who connected the letters to certain rules based on the dot and circle, formed the basis of six pens. Half a century later, Ibn al-Bawwāb made the mushaf writing more aesthetic by adding elegance to Ibn Muqla’s writing. At the end of the 7/13th century, when Yāqūt al-Mustaʿsimī changed the angle of gradient of the pen tip and reconsidered six pens, the Qur’ān began to be written in his style. After the Kufic script, the rayhan and naskh scripts from six pens are the two most preferred scripts in the Qur’ānic writing. Although the naskh, line evolved in the Ottoman school, the rayhan script attained its classical identity in the hands of Yāqūt. His writing of rayhan became more fluent, lively and harmonious with the meticulous examination of the writings of Ibn al-Bawwāb, the spiritual master of Yāqūt, and his development of writing rules. Letter structures and line stacking have also gained a more regular appearance. For this reason, it is not possible to consider the works of these calligraphers independently of each other, even if there are centuries between them, to understand the evolution process of writing. Even a comparison of only a part of the Qur’āns of the two masters that have survived will help us understand this development and change.