TOPLUMSAL TABAKALASMA VE ESITSIZLIK (original) (raw)
Related papers
Copyright © Bu kitabın Türkiye'deki her türlü yayın hakkı Eğitim Yayınevi'ne aittir. Bütün hakları saklıdır. Kitabın tamamı veya bir kısmı 5846 sayılı yasanın hükümlerine göre kitabı yayımlayan firmanın ve yazarlarının önceden izni olmadan elektronik/mekanik yolla, fotokopi yoluyla ya da herhangi bir kayıt sistemi ile çoğaltılamaz, yayımlanamaz.
Bu kitab›n bas›m, yay›m ve sat›fl haklar› Anadolu Üniversitesine aittir. "Uzaktan Ö¤retim" tekni¤ine uygun olarak haz›rlanan bu kitab›n bütün haklar› sakl›d›r. ‹lgili kurulufltan izin almadan kitab›n tümü ya da bölümleri mekanik, elektronik, fotokopi, manyetik kay›t veya baflka flekillerde ço¤alt›lamaz, bas›lamaz ve da¤›t›lamaz.
TOPLUMSAL ÇÖZÜLME ÜZERİNE BİR DENEME
Özet:İnsan denen varlık tarihi boyunca yalnız yaşamamış, kalabalık, yığın, topluluk, kabile, aşiret, toplum, millet, uygarlık gibi sayını daha da artırabileceğimiz çeşitli kavramlarla ifade edilebilecek şekilde birlikte yaşamış, yaşamaktadır. Bu birlikteliklerde her zaman kendi bünyesinde bir sistem geliştirerek toplu halde yaşamayı kurallar bütünüyle istikrara bağlamıştır. Bu istikrarı sürdürdüğünde sağlıklı bir bünye oluşturmuş, bunu başaramadığı dönemlerde ise bir şekilde değişikliği, çözülmeyi ve yıkımı yaşamış, bazen başka toplumlara, bazen kendine bile yabancılaşarak kendi huzurunu baltalamıştır. Bu çalışmada toplumsal yapının nasıl bozulduğu, bu bozulmanın veya çözülmenin sebepleri, şekli ve aşamaları incelenmektedir. Abstract:Man has never lived alone and he has always lived together as a crowd, community, clan, sect, society, nation or civilization. Man has always developed new systems from within to live together and connected them with laws and rules for social stability. When that stability is continuous and constant, people has had a healthy social structure, but when there is no stability, there has always been great changes, disruptions, and deconstructions. When there is no stability, man has never had comfort or happiness and has experienced alienation. In this study, disruption of social structure and causes, levels and type of that disruption are analysed. Toplumsal Yapı Toplumsal çözülmeyi doğru tanımlayabilmek için, toplumsal yapının da tanımına ihtiyaç vardır. Toplumsal yapı, bir grup oluşturan insanların rol, statü, yetki ve sorumluluklarının yan yana ve/veya üst üsteliğinden meydana gelen bütünü ifade etmektedir (Arslantürk ve Amman, 2000: 249). Başka deyişle bir toplumun farklı akrabalık, dinsel, iktisadi, siyasal ve diğer kurumlarının onun toplumsal yapısını meydana getirdiği, bu yapının bileşenlerinin de normlar, değerler ve toplumsal rollerden oluştuğu söylenebilmektedir (Marshall, 1999: 804). İşte bu bütünün sağlıklı biçimde yaşamaya devam etmesi için o toplumun kendi içinde bir 'sessiz anlaşmayla' aynı duygu bütünlüğünü taşıması gerekir. Eğer toplumu bir arada tutan değer ve normlar matlaşır, bütünde çatlaklar oluşur ve bu çatlaklar zamanında tedavi edilmez ise o toplumda bir çözülme meydana gelir. Artık normlar ve değerler toplumun fertlerine aynı şeyler ifade etmez olur. Bunun sonucunda oluşacak kaos, hem ahlaki hem iktisadi hem de geleneksel anlamda bir çöküş meydana getirir. Toplumda suç oranı artar, toplumsal kurumların içi boşalarak aile, eğitim, siyaset ve din " kabuk kurumlara " dönüşürler (Giddens, 2000: 30). Peki toplumları çözülmeye sürükleyen sebepler nelerdir ve çözülmüş bir toplumun özellikleri nelerdir? Çözülmeye başlayan bir toplumda bütün kurumlar aynı anda ve aynı hızda mı bozulur? Bunun tetikleyicisi toplum mudur yoksa birey mi? Konuyla ilgili daha bir çok soru akla gelebilir. Bu sorulara cevap bulmak için çözülmenin incelenmesi gerekmektedir. Toplumsal Çözülme Toplumu bir arada tutan ve bütün olmasını sağlayan bağlar bazen zayıflayabilmekte, hatta kopmaktadır. Amiran Kurtkan'ın tanımıyla toplumsal çözülme bir topluluğu meydana getiren sosyal ilişkilerin bütünlüğü bozacak şekilde gevşemesidir (Bilgiseven, 1986: 297). Orhan Türkdoğan ise toplumsal çözülmeyi bir toplumu ayakta tutan inanç ve değer sistemlerinin etkinliklerini yitirmesi, sosyal müesseselerin yeni norm ve değerlere uyum sağlayamaması süreci olarak tanımlamaktadır (Türkdoğan, 1996: 182). Toplumsal kurumların değişikliklere ayak uyduramaması dışında başka çözülme tiplerinden de bahsedilebilir. Bunlar, fertlerle kurumlar arasında çözülme, kurumlar arasında çözülme, fertler arasında çözülme, gruplar arasında çözülme ve fertle grup arasında çözülme olarak beş kategoride ele alınabilir (Bilgiseven, 1986: 297-300). Kurumlarda meydana gelen değişmeler çok hızlı bir nitelik taşıyorsa, genelde fertler kurumlara ayak uyduramaz. Örneğin Türkiye de eğitim kurumunda sık sık değişiklikler yaşanmakta ve fertlerle kurumlar arasında yaşanan gerilim, ferdin aleyhine bir çözülmeyle sonuçlanmaktadır. Sürekli değişen müfredat, sistem ve üniversiteye giriş şeklinde yapılan değişiklikler, ferdin kuruma ayak uyduramamasına sebep olmaktadır. Kurumlarda yaşanan hızlı değişimler bazen kurumlar arası çözülmeye de sebep olmaktadır. Türk medeni kanununda çok eşlilik yasaklanmış olmakla birlikte halen özellikle doğuda çok eşlilik devam etmekte, aile kurumuyla hukuk kurumu arasında bir çözülme
TÜRKİYE'DE TOPLUMSAL DEVİNGENLİK
Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil’in Anısına Armağan , 1982
1980'lerin başlarında, belirli bir toplumsal grubu ya da yöreyi kapsayan araştırmalarda toplumsal devingenliğe ayrılan ve çoğunlukla birkaç sayfadan oluşan alt-bölümler dışında, özellikle Türkiye bütününde toplumsal devingenlik konusunda yapılmış çalışma yok denecek kadar azdı. Oysa, var olan verilerden ve başka konularda yapılmış çalışmaların bulgularından yararlanarak, bu konuda belli gözlemlerde bulunma, sonuçlara ulaşma olanağı bulunmaktaydı. Bu çalışmada, Türkiye’deki toplumsal devingenlik konusu esas olarak makro düzeyde ve büyük ölçüde daha önce yapılmış ve çoğu yayımlanmış araştırmaların bulgularından yararlanarak ele alınmıştır. Yazının amacı, toplumsal devingenlik ve buradan giderek Türkiye’deki toplumsal yapının esnekliği ve açıklığı konusunda belirli gözlemler yapmak, bazı hipotezler üretmek ve böylece yukarda değinilen eksikliğin giderilmesine bir katkıda bulunmaktı. Yaklaşık 40 yıllık bir geçmişi olan bu çalışmayı yeniden gündeme getirmenin nedeni, o yıllarda mevcut verilere dayalı analizlerin aradan geçen süredeki gelişmeler ışığında değerlendirilmesinin ilginç sonuçlar vereceği düşüncesidir. O dönemde gözlemlenen toplumsal hareketlilik kalıplarının süreç içinde değişikliğe uğrayıp uğramadığının, uğradıysa da süreçteki dönüm noktalarının ve etkili olan dinamiklerin belirlenmesinin toplumsal yapı araştırmaları bakımından önem taşıyacağı düşünülmektedir.
GÖÇMEN VE SIĞINMACILARDA TOPLUMSAL HAFIZANIN KORUMASI
TÜRK YURDU, 2023
Geçmişten günümüze bireyler farklı nedenlerden (doğal afetler, ekonomi, siyasi sorunlar, merak duygusu, çatışmalar, açlık, savaş vb.) dolayı yer değiştirmek istemiş ya da değiştirmek zorunda kalmıştır. Bu yer değiştirme hareketleri planlı veya tercih sonucunda olabildiği gibi planlanmadan, bireylerin istek ve tercihleri dışında da gerçekleşmiştir. En genel anlamda göç, “bireylerin yaşadığı yer ve mekândan, parçası olduğu sosyal yapıdan ve sosyal yaşamın birçok unsurundan koparak ya da bazı durumlarda koparılarak yeni bir toplum yapısına ve coğrafyaya yerleşmesidir (Toros, 2008, s. 9). Bir sosyal değişim olan göç, toplum yapısını farklı yönlerden etkileyen kompleks bir yapıya sahiptir. Bu nedenle göç ile ilgili teoriler ve açıklamalar sosyoloji, tarih, siyaset, sağlık, edebiyat, ekonomi, uluslararası ilişkiler vb. farklı alan ve disiplinlerin çalışmaları sonucunda ortaya konmaktadır (Castles & Miller, 2008, s. 30). Sosyolojik olarak ise göç en temelde toplumsal aktörlerin ya da grupların sembolik veya siyasal sınırların ötesine, yeni yerleşim alanlarına ve toplumlara doğru kalıcı hareketi ve bu hareketin etkilerini içermektedir (Marshall, 2005, s. 685). Göç kavramı değişen ve gelişen kitle iletişim ve ulaşım teknolojilerinden fazlaca etkilenerek farklı bir boyuta ulaşmıştır. Genel anlamda bireysel göç ve kitlesel göç olarak ikiye ayırabildiğimiz bu kavram farklılaşarak yeni göç türleri, göç yolları ve en önemlisi toplumsal yapı üzerinde farklı etkiler yaratmıştır. Göç sonucunda bireyler arasında var olan sosyal etkileşim ve bu etkileşim sonucunda bireyleri kuşatan sosyal, kültürel ve ekonomik ilişkiler farklılaşarak hâkim toplumsal yapı ve bu yapı içinde var olan bireylerin hem kendileri hem de toplum/topluluk anlayışları değişmektedir.
Yürütmüş olduğunuz çalışmada genel olarak kadının toplumsal düzen içerisindeki konumunu etkileyen etmenler incelenmekte, kadınların toplumsal değişimlerden nasıl etkilendiği ve nasıl etkilenebileceği sorularına cevaplar aranmaktadır. Kadınlar üzerindeki erkek egemenliği, şekil değiştirse dahi kırsal toplumlardan kapitalist toplumlara kadar tarihin her dönemde var olmuştur. Toplumsal ilişkilerde ilk bakışta cinsiyet özelliği ile hiçbir ilişkisi yokmuş gibi görünen birçok problem temelde ataerkil söylem ve toplumsal cinsiyet tanımlamaları ile ilişkilendirilmektedir. Bu nedenle kadınların toplumumuzdaki konumlarını anlamak adına; ekonomik olguların yanı sıra sosyal kavramların etkileri üzerinde de durulması gerekmektedir.
TOPLUMUN ÖTEKİLERİ VE MAHALLE KATILIMI
Mahalle Odaklı Katılım, 2019
Mahalle en küçük yaşama birimi, yerleşme ve yönetme birimi olarak da tarihsel, coğrafi ve sosyo-mekansal açıdan ele alınabilir. Elbette, mahallenin bu en küçük birim oluşu, tektip ve ölçülebilir bir yapıya sahip olmasını sağlamamaktadır. Mahallenin tanımlanma açısından kolaylık sağlayan sınırları çizilmiş/çizilebilirmiş gibi bir yapısı, en küçük birim olarak ele alınmasında başat etkendir. Ancak, bugün metropol mahalleleri; yönetilmesi, yürünerek katedilmesi güç, komşuluk ilişkileri ve kendi yaşam alanının mimarı olabilmek açılarından yerleşimcinin aidiyet bağları geliştirmesi zor bir yapıdadır. Metropollerde, nüfus ve fizik mekan açısından orta düzey bir ilçe konumundaki mahalleler ile ideal formda denilebilecek daha küçük ölçekteki mahalleler dip dibe, çoğunlukla da birbirini zıtlar/ aykırı biçimde yer alabilmektedir. Metropol ve İstanbul ölçeğinde megapolde mahalle, göstermelik bir kuruma dönüşen muhtarlığı anlamlandırmaktan öteye gitmemektedir.
FAŞİZM VE TOPLUMSAL BELLEK İLİŞKİSİ
2022
Faşist ideolojiler tarih sahnesine çıktıkları ilk andan itibaren hem ideolojilerini kurumsallaştırmaya hem de alt ve üst yapı ilişkilerini yeniden şekillendirmeye ihtiyaç duyarlar. Çünkü şiddet tekeli ile var olmuş bir ideolojik aygıt ancak kitleleri konsolide edebilecek aparatlar ile kendisini var edebilir. Bu aparatlar üst-yapı ilişkilerini şekillendiren palingenetik mitler ve bu mitlerin yer aldığı propaganda araçları iken alt-yapı ilişkilerini şekillendiren üretim ilişkileridir. Alt-yapı ilişkisini oluşturan üretim ilişkilerinde ‘dayanışma’ ve ‘kolektivizmi’ benimseyen korporatizm tercih edilmiştir. Böylelikle aynı zamanda hem İtalyan hem de Alman faşizminde gördüğümüz suni ‘ulus’ ve bütüncül bir ‘millet’ yaratma ihtiyaçları karşılanmış hem de sadece üretim ilişkilerinin hegemonyasını sanayi burjuvazisinden kaynaklanmadığı gösterilmiştir. Üst-yapı ilişkilerinde ise köklü bir tarih anlatısına başvurulmaya çalışılmıştır. Faşist ideolojiler, iktidara gelmeden önce yaşanan kaos ve toplumsal çöküntüden kurtuluşun bu güçlü ve hegemonik eski devlet anlayışlarında var olduğu ve faşist iktidarın bu gücü devraldığı sanrısı oluşturulmaya çalışmıştır. Faşist ideolojilerin yarattığı tüm bu tarihsel değişimler ve kırılmaların tarih yazıcılığı alanında faşist ideolojileri destekler konumda olması toplumsal hafıza ile ters düşmektedir. Çünkü tüm kolektifin var ettiği toplumsal hafıza faşist ideolojilerin yaptığı edimleri görmüş ve deneyimlemiştir. Böylelikle halkların kendi deneyimleri ile tüm tarihsel süreçlerden şimdiki zamana taşıdıkları toplumsal hafıza, faşist ideolojilerin şiddet tekeline dayalı iktidarlarını meşru kılmadığı için iktidarların kendi şekillendirdikleri tarih yazımları devreye girmiştir. Tüm bu girdilerle faşist ideolojilerin var ettiği tarih yazımı ile toplumsal hafıza ikicilik konumundadır.
GOC VE TOPLUMSAL GUVENLIK ILISKISI
GÖÇ POLİTİKALARI VE UYUM, 2022
Özünde bir ihtiyaç olarak ifade edilen güvenlik; insan, toplum, devlet ve sistem seviyelerinde aktör ve değişkenlere sahiptir. Güvenliğin sözcük anlamıyla tehlike ve korkudan uzak olma durumunu yansıtmasından yola çıkarak hem fiziksel hem de psikolojik boyutlarının varlığı öne sürülebilmek mümkündür. İnsanlar açısından son derece önemli bir gereklilik olan güvenlik olgusu genel olarak bireylerin ve toplumların hayatlarını tehdit olmayan bir ortamda devam ettirmeleri ve rutin eylem ve davranışlarını yapabilme durumu olarak tanımlanabilir. Tarihsel süreçte bireylerin başta kendi güvenliklerini sağlama ve diğer büyük işlerin yapımı ve koordinasyonu için oluşturdukları devlet aygıtı nispeten bunu sağlamada başarılı olmuştur. Ancak devletler için de güvenliğin önemi, kavramı uluslararası ilişkiler terminolojisi açısından da ön plana çıkarmıştır. Bununla birlikte güvenlik uluslararası sistemde farklı dönemlerde farklı şekilde anlaşılmış ve kavramsallaştırılmıştır. Örneğin Soğuk Savaş döneminde uluslar arası politikada egemen olan Realist yaklaşıma göre bu dönemde devletlerin birincil önceliği anarşik uluslararası sistemde hayatta kalmak ve varlığını devam ettirmek olmuştur. Bu dönemde birey, toplum ve çevre güvenliği gibi sorunlar düşük politika (low politics) konulara olarak görülürken, devlet açısından beka sorunu olarak kabul edilen askeri ve güvenlik sorunları yüksek politika (high politics) olarak görülmüştür. Soğuk Savaş döneminde oluşan güvensizlik ortamı öncelikli olarak devletlerin güvenliği tehdit edilen temel aktörün devlet olarak algılanmasına neden olurken devletin bekasını tehlikeye atan öncelikli tehditlerin de askeri unsurlardan kaynaklanmasına neden olmuştur. Realizm, askeri gücü, belirli bir devletin egemenliğinin ve ulusal güvenliğinin korunmasında birincil araç olarak tanımlar. Bu noktada devletin temel sorumluluğunun vatandaşlarını iç ve dış tehditlere karşı korumak olduğunu savunurlar. Ayrıca realistler, askeri güç aracılığıyla ulusal çıkarlara ve ulusal güvenliğe hizmet etmeye ve onları doyurmaya çalışırlar. Bu nedenle askeri güç, Realist yaklaşımda aslında devletin gücünün sergilenebileceği, karşı tehditlerin uygulanabileceği, iç güvenliğin garanti altına alınabileceği, dış saldırıların caydırılabileceği, toprak bütünlüğünün korunabileceği, barışın korunabileceği ve prestijin sağlanabileceği siyasi bir araç olarak görülmektedir. Askeri güç, diplomatik müzakerelerde bir araç olarak ve siyasi propaganda olarak da kullanılmaktadır. Başka bir deyişle, 'savaş ve askeri şiddet, dış ve güvenlik politikasının rasyonel araçları olarak görülmektedir (Sheehan, 2005: 44) Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte hatta daha Soğuk Savaş devam ederken daha 1970'li yıllarda ortaya çıkan başka tehditlerle birlikte devlet merkezli ve askeri tehdit odaklı güvenlik yaklaşımları değişmeye başlamıştır. 1990'lı yıllarda ivme kazanan küreselleşme hareketi de devletin uluslararası politikadaki temel aktör olma konumunu aşındırmış olup, devletin yanında devlet-altı (sivil toplum örgütleri, terör örgütleri) ve devlet-üstü (uluslararası örgütler, bölgesel birlikler) düzeylerde yeni aktörlerin uluslararası politika sahnesine çıkmaya başlamasına neden olmuştur. Bu durum aslında bir taraftan devlet merkezli güvenlik anlayışında bir değişime işaret ederken aynı zamanda güvenliği tehdit altında olan temel aktörün sadece devlet olmadığını devletin dışında başka aktörlerin de güvenliklerinin tehdit altında olabileceğini ve tehditlerin sadece askeri sektörden değil de başka sektör ve konulardan da gelebileceğini ortaya koymuştur. Bir başka deyişle Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle güvenliğin kapsamında ciddi bir genişleme yaşanırken aktör sayısındaki artışın yanında tehditlerin de çeşitlenmeye başladıkları görülmeye başlamıştır, askeri sektöre ilave olarak, politik, ekonomik, toplumsal ve çevresel sektörlerden kaynaklanan tehditlerle de artık güvenlik konuları arasına girmeye başlamıştır. 1980'lerin sonunda, askeri güvenlik algısında bir gerileme belirgin hale geldi ve sonuç olarak gerçekçilik teorisi gözden düşmeye başlamıştır. Bu dönemde “realizmi ve realistleri entelektüel savunmaya” sokan Soğuk Savaş'ın sonunu öngörememiş olmalarıdır. (Cox, 2007: 168). Bu durum dünya siyasetinde hızlı dönüşüme neden olurken Soğuk Savaş'ın sona ermesi, devlet dışı aktörlerin yeni önemine, karşılıklı bağımlılığın büyümesine, neden olurken askeri gücün öneminin azalmasına, ekonomi, kimlik, iklim değişikliği gibi çevresel sorunların öneminin artmasına yol açarak birçok yeni unsurun güvenlik sorunu haline gelmesini sağlamıştır. Bu durum güvenliğin hem kapsamını değiştirmiş hem de derinleştirmiştir. Güvenlik kavramının genişletilmesinin savunucuları arasında feministler, eleştirel teorisyenler ve postmodernistler de güvenlik kavramını kavramaya yönelik geleneksel yaklaşımların “yetersiz” (inadequate) olduğunu savunmuşlardır. Gerçekçiliğin, aslında Batı toplumundaki belirli baskın grupların ayırt edici özelliği olan insan doğası ve nesnel dünyaya ilişkin yorumları empoze etmeye hizmet ettiğini ileri sürmüşlerdir. Dolayısıyla böyle bir teori, diğerlerinin çıkarları pahasına yalnızca baskın grupların çıkarlarına hizmet etmektedir. Bu durum “sonuç olarak toplumsal gruplar içinde hoşnutsuzluğa neden olan temelde adaletsiz bir siyasi ve ekonomik düzenin temelini oluşturur” (Sheehan, 2005, 45). Özetle, realistlerin güvenlik kavramına ilişkin anlayışları 'insanlardan çok devletlerle ilgili' olmuştur. Ancak Soğuk Savaş'ın sona ermesi, güvenlik çalışmaları “güvenliğin devlet ve askeri boyutundan bireyler ve sosyal gruplar ve onların ihtiyaçlarının ön planda olduğu” daha uzak, bir güvenlik kavramına odaklanmasına neden olmuştur. (Bilgin, 2005: 203-207). Öyle ki, Soğuk Savaş döneminde fazlaca vurgu yapılmayan toplumsal güvenlik ve insani güvenlik gibi konular 1990’lı yıllardan itibaren güvenlik çalışmalarının merkezine oturmaya başlamıştır. Bu durumun oluşmasında 1990’lı yıllarda yaşanan çatışmalarda tehditlerin ideolojik temelli olmaktan çıkıp farklı temellere dayanmasının önemli bir etkisi olmuştur. 11 Eylül terör saldırıları sonrasında ise güvenlik konusunun daha da farklı bir boyuta taşındığını söylemek mümkündür. Bu çerçevede askeri tehditlerden belki de daha fazla kimlik, göç, din, mezhep, medeniyet ve cinsiyet, toplumsal güvenlik gibi alanlardan kaynaklanan tehditlerin neden olduğu çatışmaların sayısında artış yaşanmasına neden olmuştur. Zira 1990'larda yaşanan Bosna ve Kosova'da yaşanan etnik ve dinsel temelli çatışmalar ve Ruanda'da Hutu'lar ve Tutsi'ler arasında yaşanan etnik soykırım bu sürecin başlangıcını teşkil ederken 11 Eylül 2001'de ABD'de yaşanan terör saldırıları güvenliği küresel bir sorun haline getirerek adeta medeniyetler arası yaşanan bir savaş boyutuna taşımıştır. Bunun dışında 2000'li yılların ilk 10 yılında yaşanan etnik ve dinsel temelli bölgesel çatışmalar ayrıca 2008'de görülen küresel ekonomik kriz ve 2011 yılında meydana gelen Arap Baharı sonrasında yaşanan iç çatışmaların tetiklediği göç dalgası, küresel ısınmanın neden olduğu küresel iklim değişikliği gibi konular güvenliğin farklı boyutlarının görülmesine neden olmuştur. Ortaya çıkan tüm bu gelişmeler ve olaylar güvenliğin yapısını ve kimyasını değiştirerek bir anlamda alanın kapsamının genişlemesine ve derinleşmesine neden olmuştur. Güvenlik kavramının genişlemesi ve derinleşmesi nedeniyle, çevre, yoksulluk ve uluslararası göç gibi çok sayıda konu güvenlik riskleri veya tehditleri olarak yeni dönemde ortaya çıkmaya başlamıştır (Lohrmann, 2000:5). Tehdit edilen referans nesne olarak devlet yerine artık insanlık, kültürel kimlik ve bireysel benlik gibi devlet dışı nesneler tehlikede kabul edilmeye başlanmıştır (Huysmans, 2006: 20). Söz konusu yeni tehditleri ve alanları kendi çerçevesine dâhil eden “toplumsal güvenlik” kavramı güvenlik çalışmaları içinde bir alt alan olarak giderek popüler hale gelmeye başlamıştır. Toplumsal güvenlik çalışmaları açısından ana kavram olarak dikkate alınan unsur kimlik olmaktadır. Bir terim olarak Kimlik; bir bireyi veya bir topluluğu tanımlayan şeyi ifade eder. Kimlik, bireylerin veya toplulukların başkaları hakkında özgünlük ve geçerlilik aramasına izin verir. Ayrıca kimlik, belirli bir toplumdaki bir bireyin veya grubun hak ve beklentilerini tanımlar (Saleh, 2010: 230). Bu noktada bireyin veya toplumun kimliğine yönelik olarak ortaya çıkan her türlü tehdit bir güvenlik sorunu olarak tanımlanarak güvenlikleştirilmektedir. Bu açıdan değerlendirildiğinde herhangi bir topluluk bir gelişmeyi veya potansiyel bir durumu, kendi varlığına yönelik bir tehdit olarak tanımlamaya başladığı andan itibaren toplumsal güvensizlik durumunun ortaya çıkmaya başladığını söylemek mümkündür. Aslına bakılırsa toplumların ve bireylerin kendilerini güvensiz hissetmelerinde Soğuk Savaşın sona ermesiyle ortaya çıkan bazı jeopolitik yer değiştirmeler” ve “küreselleşmeyle bağlantılı daha geniş sosyal ve politik kaymalar” gibi gelişmelerin neticesi olarak bir güvenlik konusu olarak ortaya çıkmıştır (Huysmans ve Squire, 2009: 169). Bu dönemde özellikle az gelişmiş ülkelerden gelişmiş ülkelere doğru yaşanan kitlesel göçler özellikle toplumsal güvenlik konusunun yeni dönemde yüksek politika (high politics) olarak görülmesine neden olurken göçmenlere karşı olan toplumlarda ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına sebep olarak göçmenlerin potansiyel suçlu olarak algılanmasına yol açmıştır. Bir başka deyişle göç olgusu ve göçmenler göç edilen ülkedeki bireyler ve toplum tarafından devletin istikrarına, toplumsal ve kültürel yapısına bir tehdit olarak inşa edilerek güvenlikleştirilmektedir. Bu nedenle günümüzde göç ve mülteci hareketleri, ulusal güvenliğe yönelik daha geleneksel tehditler doğrultusunda stratejik eylem gerektiren istilalar olarak görülmeye başlanmıştır.