Beliz Güçbilmez ile Söyleşi: Zaman/Zemin/Zuhur: Gerçekçi Türk Tiyatrosunda Minyatür Kurgusu Kitabı Üzerine (original) (raw)

Kitap-lık, Sayı:190 Mart-Nisan 2017

Yazarın Zaman / Zemin / Zuhur: Gerçekçi Türk Tiyatrosunda Minyatür Kurgusu başlıklı kitabı yeniden gözden geçirilmiş, genişletilmiş vurgusuyla Ekim, 2016’da Dost Kitabevi Yayınlarından çıktı. Batı Tarzı Türk tiyatrosu ya da gerçekçi Türk tiyatrosunu odağa alan çalışma bu gerçekçiliğin Batılı gerçekçi dramlarla ne kertede örtüştüğünü ölçmeye kalmak yerine kendine özgü dinamikleriyle o “gerçekçiliğin” hangi damardan, nasıl ilerleyerek biçim kazandığına bakıyor. Todorov’un söylediği gibi “her metin bir yazma söylemindeki bir oluş” ise yazar, akademisyen Güçbilmez “o yazma söylemini” didikleyerek okura, Türk Tiyatrosu araştırmalarına yeni bilgilendirme kategorileri kazandırıyor. Prof. Beliz Güçbilmez ile alana dair boşlukları doldurmak yerine ortaya attığı sorularla daha fazla boşluk, tartışma mecrası açma niyetinde olan kitabı hakkında konuştuk. Eylem Ejder: 2006 yılında yayınlanan Zaman/Zemin/Zuhur: Gerçekçi Türk Tiyatrosunda Minyatür Kurgusu adlı kitabınız on yıl aradan sonra 2016’da, “genişletilmiş yeniden basım” vurgusuyla Dost Kitabevi Yayınları’ndan çıktı. Bu çalışmada, tiyatronun hatırlama ve unutma pratikleriyle, bellekle kurduğu kan bağına, Batı tiyatrosu ile “Batı tarzı Türk tiyatrosu” ekseninde odaklanıyor ve son derece ilginç, esinleyici çıkarımlarda bulunarak hem okuyucunun hem de Türk tiyatrosunun belleğine kazınıyorsunuz. İsterseniz öncelikle, kitabın ilk ortaya çıkışı ve on yıl sonra sizi aynı kitabı “yeniden yazmaya” çeken sebepler üzerine konuşalım. Beliz Güçbilmez: Ben aslında bu çalışmaya başka bir soruyla başlamıştım. Bundan on sene kadar önce özellikle de Yeşilçam Sineması’ndaki bütün o “günahları”, “suçları” ile gizlenmesi gerekse de bir “geçmişi olan kadın”ların tiyatro metinlerinde bir karşılığı olup olmadığını merak etmiştim. Oyunları bu gözle tararken de önce kadınların, sonra erkeklerin sonra da genel olarak oyunlarda kurulan hikâyelerin bir geçmişi olmadığını fark ettim. Sonra da diğer sorular takip etti bu ilk tespiti- “neden böyle,? “batı tiyatrosunu model alıyorsa nasıl olur da neredeyse takıntılı biçimde geçmişten başka bir şey hakkında konuşmayan model, bu kurucu özelliğini buradaki metinlere bulaştırmayabiliyor?” Bütün o soruların yanıtlarını ararken çıktı kitabın ilk versiyonu. Sonrasında geçen on yıl boyunca hem özel olarak yerli metin dağarına hem de konvansiyonel tiyatronun kurucu unsurlarına bakmaya devam ettim. Sahnedışı kavramı bu dönemde eklendi araştırma konularına. Böylece kitaba ikinci baskısından eklenmesi gereken başka başlıklar /ara başlıklar da kendiliğinden gelişmeye başladı. E.E: Kitabın temel izleğini adının ele verdiği gibi bir resim analojisi oluşturuyor. Tiyatronun bellekle, geçmişle ilişkisi ve resim arasında kurulan analoji sonucunda perspektif dramaturgisi, minyatür dramaturgisi olmak üzere iki farklı coğrafyanın görme, temsil biçimlerine dair bir okuma önerisi ile karşılaşıyoruz. Batı tarzı Türk tiyatrosunun ne kadar, hangi koşullarda Batılı olup olmadığını sorgulamak için kurduğunuz bu analojiyi isterseniz biraz açalım. B.G: Bir olgu adlandırıldığında bir bakıma onun üzerinde yeniden düşünülmesi de engellenmiş oluyor. Tanzimat sonrasında “Batı tarzı Türk tiyatrosu” adlandırması bir niyeti/muradı açık ediyor, pratik olarak nasıl yazıldığını değil. Oyun yazma pratiği görünüşte Batı tiyatrosu’na benzer bir hal alıyor ama tam da beklenebileceği, olması gerektiği gibi “o kadar da” Batılılaşmıyor. Ne kadar Batılılaştığı sorusuna yanıt vermemizi sağlayan ölçü Batı tiyatrosu dediğimiz formun kurucu ölçütlerini burada aramakla mümkün. Ben de bu ölçütü çerçeve ve perspektifli resimle kurduğum benzerlikle açıklamaya çalıştım kitapta. Batı tiyatrosu bir çerçeve tiyatrosudur ve dramatik yapının kurulumu da doğrusal perspektifle kurulu bir resmin görme rejimini takip eder. Yani oyun metinlerinin şimdisi- resmin bize en yakın yüzeyi- hikâyenin geriye doğru açılmasıyla birlikte bir “derinlik” kazanır – resimde geriye doğru nesnelerin küçülmesi- hikâyenin geriye doğru giderken ulaştığı en uzak noktada- resimde kaçış noktası” şimdideki her şey aydınlanmıştır. Oradaki küçücük bir ayrıntı, yaşanmış bir şey, şimdide olup biten her şeyin açıklamasını taşır –resimde kaçış noktası aynı zamanda ışık kaynağıdır, resim buradaki ışıkla “aydınlanır”. Ben bu formüle “geçmişte bir şey olur, gölgesi bugüne düşer” dedim. Oidipus’tan bu yana batı tiyatrosunun hep geçmiş hakkında konuşması ile birlikte düşünülmeli bu formül. Şimdideki her şeyin nedeni orada geçmiştedir. Türk tiyatrosunda yazılan metinlerin kahir ekseriyetinde ise bir geçmiş fikrine rastlayamazsınız. Oyunun hikayesinin gelişimi içinde olan bir şey sonrasında hikayenin ya da durumun yönü değişir. Bunu da “bir gün bir şey olur olaylar değişir” ile formüle ettim. Bu iki formül arasında bir nitelik farkı var. Yani ikisi bambaşka dramatik formlara yol açıyor. Burada belli bir bakış açısından geriye doğru dizilmiş olaylar yerini bir yanyanalığa aynı düzeyde bulunuşa, katmanlanmamaya sebebiyet veren bir yalınkatlığa, derinlik yerine yüzey kurmaya dönüşüyor. Bu nedenle artık burada perspektifli bir resim analojisinden değil, perspektifsiz kurulan, derinlik kurma niyeti olmayan minyatür analojisinden yola çıktım. E.E: Neden Batı tiyatrosu hep bellekle, geçmişle uğraşırken, yönünü batıya çevirmiş Türk tiyatrosu geçmişi tedavülden kaldırmış görünüyor? B.G: Benim görebildiğim kadarıyla bunun iki yanıtı var. Biri siyasi tarihimizle ilgili. Geçmişi yok sayarak “yok eden”, geçmiş içeriği günün koşullarıyla “güncelleyen” siyasi rejimlerin yol açtığı sonuçlar bunlar. Bir unutma ve unuttuğunu unutma çarkı da diyebiliriz buna. Her yeni adım “bundan böyle” deyip başlamış işe. Tarihin yeni bir versiyonunu kurmuş ve eski versiyonunun bütünüyle unutulması için ideolojik araçlara başvurmuş. Biri bu… O unutma alışkanlığının sanat yapıtında geçmişe ilişkin bir kayıtsızlığa –hem duyarsızlaşma anlamıyla hem de kaydını tutmama anlamıyla- dönüşmesi. İkincisi de işte estetik gerekçe dediğim şey, belki de ilkinin kaçınılmaz sonucu olarak da görülebilecek kültürel DNA’da şifrelenmiş perspektifle çalışmayan bir minyatüresk zihniyet. An’a bakma, onu olabildiğince genişletip dünyayı ve hayatı onun içinden kavrama.