YILDIZ ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ ÖZET BİLDİRİ KİTABI (original) (raw)
Related papers
USBİK 2018- ULUSLARARASI KAYSERİ SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ’NİN RATIONE LOCI VE RATIONE TEMPORIS YETKİLERİNİN İNCELENMESİ Tarihin ilk çağlarından bugüne değin büyük yıkımlara ev sahipliği yapan dünya, özellikle 20. Yüzyılda insanlık tarihinin en geniş çaplı insan hakları ihlallerine tanık olmuştur. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde, yaşanan kötü tecrübeler neticesinde devletler, insan haklarını korumaya ilişkin sözleşmeler hazırlanmasında önemli adımlar atmıştır. Bu girişimler ve hazırlanan sözleşmeler sonucunda 20. Yüzyıl insan hakları çağı olarak adlandırılmıştır. Aynı zamanda bu girişimler ile insan haklarının korunması devletlerin iç meselesi olmaktan çıkarak uluslararası bir nitelik kazanmıştır. İnsan Haklarını uluslararası düzeyde koruyan kurumlardan biri olan Avrupa Konseyi tarafından 1950 yılında hazırlanan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, 1953 yılında yürürlüğe girerek bireyi uluslararası hukukun bir süjesi haline getirmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 20. yüzyılda kurulan ve insan haklarını uluslararası düzeyde koruyan mahkemelerden biri olması hasebiyle uluslararası hukukta oldukça önemli bir yere sahiptir. Mahkeme, dört hususta kendini yetkili kılmıştır. Bunlar: kişi (ratione personae), yer (ratione loci), zaman (ratione temporis) ve konu (ratione materiae) yönünden yetkisidir. Aralarında en karmaşık olanı yer yönünden yetkidir. Çünkü Kıta Avrupası’nda kurulmuş olmasına karşın, ictihadi sistemlerle yürüyen Mahkeme, çoğu zaman “yetki” kavramını Viyana Andlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’nin anlamı ile ele almasına karşın, bazı kararlarda konuyu daha geniş yorumlamıştır. Bu çalışma ile Mahkemenin yer ve zaman yönünden yetkisi, içtihatlar ışığında açıklanarak değerlendirilmiştir. Anahtar Kelimeler: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Ratione Loci, Ratione Temporis, Yetki
ULUSLARASI ASYA ÇALIŞMALARI LİSANSÜSTÜ ÖĞRENCİ KONGRESİ BİLDİRİ ÖZETLERİ KİTABI
İnönü Üniversitesi Yayınları, 2022
The most striking feature of the Scythians, who came into contact with the Greeks as a result of their settlement on the northern Black Sea coast, is that they had cavalry archer units. The rapid displacement of Scythian horsemen on the battlefield was a rare occurrence for the Greek communities. The Scythians wrote as much as they saw, when we examine the passages they wrote, there is important information that supports this situation. While talking about the military characteristics of the Scythians, it is seen that their horse riding and their success in archery come to the fore. Some comedies and tragedies contain information about Scythian archers who ensured security in Greek city-states. Before the Scythians, the Cimmerians, a nomadic community like themselves, were in the region. However, the Cimmerians were not as remarkable as the Scythians. When referring to the early ages of Scythian history, we see that Cimmerians are mentioned. There are different approaches to this issue in historical studies. As a matter of fact, the Scythians continued their progress by fighting with the Cimmerians first. In this study, we will try to compile the information about Scythian archers in the light of Ancient Greek Sources that mention Scythians.
ULUSLARARASI SANAD KONGRESİ BİLDİRİ KİTABI
Gece Kitaplığı, 2019
Bu çalışma, “sanatçı öznenin, doğaya ait nesne oluşumlarını iç dünyasında anlamlandırarak sanat eserine yansıttığı imgeler, yaratım sürecinde ne gibi temellere bağlı kalır?” problem cümlesi üzerine inşa edilmiştir. Çalışmanın amacı, sanatçının, dış dünya nesneleri ile olan etkileşiminin yaratım sürecine geçiş evresini irdelemek; dış dünyanın, sanatçının düş nesnesine dönüşüm evresini incelemek ve doğanın nesne gerçekliği ile sanatçının nesne gerçekliği arasındaki uyumu veya uyumsuzluğunu anlamlandırmak olmuştur. Çalışma, nitel araştırma modeli tekniği kullanılarak oluşturulmuştur. Bu çalışma ile sanatçıyı sanat eserini oluşturma evresinde etkileyen unsurların, onun, düşsel algısı olduğu düşüncesi oraya konmuştur. Resim sanatının, dış dünya nesnesi ile düş nesnesi arasındaki farklılıkların görüntüye bürünmüş hali olduğu kanısına ulaşılmıştır. Çalışmada sanatçının eserinin, doğanın gerçekliği ile sanatçının içsel gerçekliği arasındaki çatışmanın ürünü olduğu yargısı öne sürülmektedir. Araştırmalar çerçevesinde ulaşılan sonuç, sanatçının sanat eseri üretirken dış gerçekliği kendi iç gerçekliğine dönüştürdüğüdür. Anahtar Kelime: Dış Dünya, Yaratım Süreci, Sanat. Abstract This study is built on the problem sentence “what are the basics of the images that the artist subject reflects to the work of art by making sense of the object formations of nature in his inner world?” The aim of the study is to examine the transition phase of the artist’s interaction with the objects of the external world to the creation process; to examine the phase of transformation of the external world into the dream object of the artist and to make sense of the harmony or incompatibility between the object reality of nature and the object reality of the artist. The study was developed by using qualitative research model technique. In this study, the idea that the factors affecting the artist in the stage of creating the artwork is his imaginary perception is put there. It is concluded that the art of painting is the image of the differences between the external object and the dream object. The study argues that the artist’s work is the product of the conflict between the reality of nature and the inner reality of the artist. The result of the research is that the artist transforms the external reality into his inner reality while producing the artwork. Keywords: External World, Process of Creation, Art.
GAP I.ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ ÖZET KİTABI.
GÜNEYDOĞU ANADOLU BÖLGESİNDE AÇILMIŞ HALKEVLERİNİN SOSYOKÜLTÜREL YAPIYA ETKİLERİ, 2018
Tek parti döneminde ulusal ve çağdaş bir eğitim öğretim sistemi meydana getirme ülküsüyle açılmış devrim kurumlarının başında Halkevleri gelmiştir. Halkevleri sıradan bir eğitim öğretim kurumu olmanın ötesinde toplumsal yapıya doğrudan tesir etmiş kültür merkezleri olarak da dikkat çekmiştir. Güneydoğu Anadolu Bölgesinde 1934 yılından başlayarak 1949 yılına kadar 152 Halkevi ve Halkodası açılmıştır. Bu kurumlar Cumhuriyet kadrolarının yeni kimlik inşasında bölge insanına karşı sergilediği hümanist karakterli endoktrinasyonel uygulamaların mühim bir göstergesidir. Güneydoğu Anadolu bölgesinin çok parçalı etnik yapısından dolayı Halkevleri ve Halkodalarında Türkçe konuşma, okuma ve yazma kurslarına ayrıca önem verilmiştir. Bu kurslar sayesinde 1950’li yılların başında bölge insanının yarıdan fazlası okuryazar hale gelmiştir. Halkevleri aracılığıyla bölge kadınları kamusal yaşamda görünür olmaya başladığı gibi çağdaş ve çekirdek aile yapısı hakkında da daha fazla bilgi edinmişlerdir. Aşiretlerden dolayı yüz yıllardır feodal yapının egemen olduğu Güneydoğu Anadolu bölgesinde, Halkevlerinin sosyal etkinlikleri özgür yurttaş tanımına uygun bireylerin sayısının artmasını sağlamıştır. Halkevleri ve Halkodalarının bando kulüpleri yöre halkını çağdaş müzikle tanıştırmıştır. Halkevlerinin Güzel Sanatlar Şubeleri bölgede sosyal dokunun evrilmesine önemli ölçüde katkıda bulunmuştur. Radyo gibi teknolojik araçlar o günün koşullarında ancak Halkevleri vasıtasıyla Güneydoğu Anadolu bölgesinde bilinmeye başlanmıştır. Halkevleri ve Halkodaları şehirlerden kırsala kadar bölgede ulusal bayramların kutlanmasına öncülük etmiştir. Demokrat Parti iktidarının ilk zamanlarına kadar bölgede çalışmalarını sürdüren Halkevleri, birçok fakir çocuğa sahip çıkarak onların topluma kazandırılmasını sağlamıştır. Halkevleri bünyesinde açılmış poliklinikler Cumhuriyet hükümetlerinin başka bir şekilde de bölgeye sağlık hizmetleri ulaştırmasına yardım etmiştir. Cumhuriyet Halk Partisine bağlı olarak etkinliklerde bulunmuş Halkevleri çeşitli alanlarda sundukları hizmetlerle Güneydoğu Anadolu bölgesinde sosyal devrimlerin hayata geçirilmesini kolaylaştırmıştır.
ULUSLARARASI GÖBEKLİTEPE SOSYAL VE BEŞERİ BİLİMLER KONGRESİ
ANADOLU'DA İLK TIP MEDRESESİ "GEVHER NESİBE HATUN DARÜŞŞİFASI", 2020
Tıp, geçmişten günümüze kadar olan tüm bilgileri, insanlık yararına kullanarak hastalıkları iyileştirmek, tedavi etmek veya önlemek amacıyla başvurulan ve uygulanan teknik ve bilimsel çalışmaların bütünüdür. İnsanlığın yaradılışından itibaren, tarihi boyunca birçok farklı hastalık oluşmuş ve yüzyıllarca varlığını sürdürmüştür. Bu hastalıklar için tedavi yöntemleri aranmış ve aranan bu yöntemler dünya üzerindeki bütün medeniyetlerde farklılıklar göstermiştir. Yerleşik yaşama geçmiş olan ilk medeniyetlerde, hasta tedavilerinde, büyü ve duadan ileriye geçilememiştir. Zamanla insanlara yetersiz gelen bu tedavi yöntemleri, ilerleyen zaman dilimlerinde, bilimsel ve gerçekçi tedavilerin olması gerekliliğini göstermiştir. İnsan, tıp bilimine, tıbbi tedavilere yöneldikçe ve bu alanda geliştikçe, tıp okullarının eksikliğini duymuştur. Orta Çağ Avrupa’sında tıp alanında bilimsellikten uzak bir dönem yaşanmaktayken, Anadolu Medeniyetlerinde tıpta bilimsel bir dönem yaşanmıştır. Hint Medeniyeti farklı olarak daha akılcı bir yol izlemiş ve hastaların tedavisi için hastane yapmışlardır. Tarihte ilk tıp okulu olan “Knidos” Antik Yunan döneminde açılmıştır. Hippokrates felsefe ve tıbbı birbirinden ayırarak, bilimsel bir yaklaşım ile eğitim veren “Kos Tıp Okulunu” kurmuştur. Türklerin Anadolu’ya gelmesiyle birlikte Anadolu Selçukluları zamanında inşa edilen darüşşifalarda (hastaneler), hasta tedavi hizmetlerinin yanı sıra, tıp eğitimi verilmiş ve kendi alanlarında hekimler yetiştirmişlerdir. Bu okullarda yetişen doktor ya da diğer tabiriyle Hekimler, sadece hastaları tedavi eden bir meslek erbabı değildir, aynı zamanda Hippokrates’in; “bir hekim aynı zamanda filozof olursa ilahlar seviyesine yükselir” sözleriyle başka misyonlar daha yüklenmişlerdir. İslamiyet’in doğuşu ile Tıbb-ı Nebevî, “Peygamber Tıbbı” anlamına gelen, Hz. Muhammed’in (sav), sağlık alanında uyguladığı ve tavsiyelerde bulunduğu İslâmî tıp ilmi de akla bu bağlamda akla gelmektedir. Bu makalede; geçmişten günümüze kadar gelen medeniyetlerde tıbbi olmayan uygulamalar, ardından ihtiyaç dâhilinde gelişen tıbbi teknikler ve tedavileri, 1206 yılında Anadolu Selçuklu döneminde bir gönül hikâyesi neticesinde oluşan vahim bir hastalık ve bunun sonucu, bir vasiyet üzerine inşa edilerek hizmete açılmış olan, hem tıp okulu hem de hastaneyi aynı bina içerisinde barındırıyor olmasından dolayı da dünyada bir ilk “Gevher Nesibe Tıp Medresesi ve Darüşşifası” ile burada uygulanan tedavi yöntemleri anlatılmaktadır.
I. ULUSLARARASI SOSYAL BİLİMLERDE KRİTİK TARTIŞMALAR KONGRESİ
AYNI MEKÂNDA AYRILIKLAR: DAVID HARVEY'İN MEKÂNSAL FARKLILAŞMA KURAMINA DAİR BİR DEĞERLENDİRME, 2018
Fiziksel, sosyal ve ekonomik çevre unsurlarından oluşan kentsel yaşam, içeriğinde farklılık barındırır. Ancak ekonomik sistemin yeniden yapılanması ve küreselleşme olguları bu farklılığı sosyo-ekonomik ve sosyo-mekânsal bağlamda derinleşen bir ayrışmaya doğru götürmektedir. Bu da aynı kent mekânında birbirinden kopuk, eşitliksiz, sosyal bağların en aza indiği ayrı mekânlar yaratmaktadır. İşte burada David Harvey mekânsal farklılaşma kuramını geliştirmiştir. Harvey’ye göre mekânsal farklılaşma, kapitalist toplumdaki toplumsal ilişkilerin yeniden üretimi çerçevesinde yani toplumsal farklılaşma ile izah edilmelidir. Toplumsal farklılaşmaya ise üç öğe neden olmaktadır. Bunlardan birincisi; endüstri devrimiyle birlikte emek-yoğun üretim biçiminden sermaye-yoğun üretim biçimine geçilmiş olmasında yatmaktadır. Bu geçiş, emek ve sermaye arasındaki iktidar ilişkisini doğurmuştur. Harvey ikinci öğeyi, kapitalizmin paradoksal ve tekâmül süreci içerisinde yarattığı, toplumsal farklılaşmaya ivme kazandıran bir dizi unsur olarak açıklar. Bunlar; fonksiyonel uzmanlaşma ve emeğin bölünmesi, otorite ilişkileri, ideolojik ve politik manipülasyonlar ve buna bağlı yansımalar ve toplumun hareket alanına konulan engeller olarak özetlenebilir. Üçüncü olarak Harvey, daha önceki bağımlı üretim biçimi içinde kurulmuş toplumsal ilişkileri aksettiren fakat kısmen de olsa halen devam eden birçok öğeyi saymaktadır. Harvey’ye göre üçüncü öğeyi, kapitalist düzen ve öncesi arasında çatışmaya neden olan toplumsal olguları sıralayarak genişletmek mümkündür. Söz konusu üç öğeden mütevellit ortaya çıkan farklılaşma toplumu ve kenti, mekânsal farklılaşmaya taşımaktadır. Mekânsal farklılaşma, pek çok alanda bir ayrışmaya yol açan ve döngü halini alan bir ayrımlaşmanın tezahürüdür. Harvey bu tezahürü, piyasa birim ve donanımlarına erişebilmek için elzem kıt kaynaklara ulaşım imkânlarındaki farklılaşma olarak açıklar. Eğitim fırsatlarına erişim imkânlarındaki farklılıklar, piyasa donanımının bir kuşaktan diğerine taşınmasını kolaylaştırıp mobilite imkânlarının bariz bir biçimde kısıtlanmasına yol açtığı gibi ayrıcalıklar bakımından yukarıdan aşağıya doğru kesin ölçülerle sınırlanmış bulunan toplumsal sınıfların ortaya çıkmasına da neden olur. Dolayısıyla kentler, her bir sınıfın kendisini kendi içinde idame ettirdiği komşuluk birimlerine ayrılabilir. Başka bir ifadeyle; her bir toplumsal statü birimi, gruplaşma oluşturarak mavi yakalılar ve beyaz yakalılar şeklinde farklılaşmış mekânlarda yerleşip bir sonraki kuşağın ekonomik mekânının da aynı statüye sahip olacak biçimde yapılanmasına neden olabilir. Elbette bu yapılanma fırsatların yapılanmasından kaynaklanır. Mekânsal farklılaşmanın izahı açısından bireylerin seçimleri, tercihleri, değer sistemleri de önemli bir yer tutar. David Harvey, tüm bunların bireyin kendi iradesi dışında şekillendiğini savunur. Burada yine komşuluk birimlerinin etkisine dikkat çeker. Komşuluk birimlerinin öteden beri toplumsallaşma deneyimlerinin başlıca çıkış noktasını oluşturduğunu ileri süren Harvey, topluluğun yaşadığı mekânın üretim yeri için uygun işgücünün yeniden üretildiği mekân olduğu yönünde bir eğilimin varlığına işaret eder. Aynı zamanda devletin de kapitalist sistemin gereklerine göre hareket ettiğini iddia eder. David Harvey’nin sözünü ettiği kent sorunsalının çağdaş ideolojik sistemlerde yeri tartışılır. Belirgin olarak ve doğrudan Harvey’in kuramına yöneltilmiş bir eleştirisi olmamakla beraber Muhafazakârlık, temelde farklılaşmanın varlığını kanıksamıştır. Zira muhafazakâr düşüncede bireyler arası eşitsizlik, toplumun organik niteliğinde bulunan bir yansımadır. Elbette ki, Harvey’ye yönelik doğrudan eleştiriler de mevcuttur. Ortodoks Marksizm’in öne sürülen düşüncesi olan devletin kapitalist vasfının Harvey tarafından da aynen savunulması, Gottdiener tarafından geleneksel Marksist kavramsallaştırmanın dışına çıkamadığı eleştirisine tabi tutulmuştur. Katznelson ise mekânsal farklılaşma kuramındaki toplumsal farklılaşma iddiasına atfen Harvey’nin, sosyal ilişkilerin yeniden üretiminde insanoğlunun tarihsel rolünü bütünüyle dışladığı yönünde söz konusu kuramı bir kritiğe tabi tutmuştur.