Ahlâk Felsefesi ve Søren Kierkegaard (original) (raw)
Related papers
Sadreddi̇n Konevî'De Ahlak Felsefesi̇
2016
Tanım ve disiplin olarak "Ahlak" : Ahlak, Batı dillerinde "Ethdque" ve "morale" kelimeleriyle ifade edilmektedir. Ethique, yunanca ethos'dan gelir ve karaikter anlamı nı taşımakta;dır. Aslı ethtkos ve ethike ıolan bu kelime la.tinceye ethicus-erthica olarak girmiş ve "karakter" amlamını ibu diLde de muhafaza etmıiştirr. "Morale" kelimesi ise, "adet" manasma gelen "mores" geliımes~nden türemiştir Cl). Bu iki tertınden "ethique" nazari ahlak, 'morale" ise, "pratik ahlak" karşılığı oLmaık üzere felsefi literaıtürde yerini almıştır. "Ahlak" kelimesi dilimize arapçadan girmiştür. Etıimoloj•isJnde "Bir şeyi takdir etmek", "ölçmek, biçmek", "bdr şeyin yumuşak ;ve pürüzsüz olması" gibi anlamlara sahipti:r (2). Aıhlak kelimesi çoğul bir kelime'di•r. Tekil hali 'hulk'tur. Hulk keliımesi "huy" anlamına gelmektedir, hatıta "tabiat" ve "karakter" anlamına karşılık olaraı1{ kullanıldığı da görülmektedtr (3). Ya•rat:ı:k v.eya malıluk anlam:ıınıda olan "halk" kelimes~yle, huy anlamına gelen "hu:lJk" kelimesi arapçada aym orijine C= köklere) sahip iki kelimedir. Bunlarıdan 'birincisi yani halk, zahiren algılanabilen şek-il ve suretiere bir diğer tabirle yaratılmış varlığa söylenirken; i~ncisi yani hulk, hasiret yami kalb gözüyle algılanabilen seeiye ve meleklere ait-tirr (4). Kısaca "ahlaık", huylar ve karakterler anlamına gelmektedir. Ahlak <ilmi de huyların ve karakterlerin ilmidtr.
Çağdaş Türk Felsefesinde Ahlak
Yayınevinin yazılı izni olmaksızın, kitabın tümünün veya bir kısmının elektronik, mekanik ya da fotokopi yoluyla basımı, yayımı, çoğaltımı ve dağıtımı yapılamaz. Nobel Akademik Yayıncılık, 2011 yılından beri "tanınmış uluslararası yayınevi" statüsündedir.
Kierkegaard'da Ahlakın Öznelliği Problemi
Din ve Felsefe Araştırmaları Dergisi, 2019
Søren Kierkegaard is one of the founders of existentialism and an important advocate of fideism that interprets faith and reason in favor of faith. Kierkegaard, a devout Christian, supports his stance on faith with both his conception of truth and ethics. He put forward subjective rather than objective, singular rather than universal, individual rather than social. Kierkegaard suggests an understanding of subjective ethics that is closely related to his notion of faith and truth, against the idea of Hegelian universal ethics. According to this, one establishes a direct relationship with God through faith and this relationship allows the person to suspend universal ethical rules for a higher purpose. Kierkegaard's understanding of ethic, which he combined with existentialism and fideism is based on the idea that the subjective is superior to that of the universal. So a subjective and existential relationship that is built directly with God outdoes universal ethical rules. Kierkegaard's understanding of ethic has caused considerable debates in the philosophical circles. In this article, Kierkegaard’s thought of subjective ethic based on the story of Abraham is examined and evaluated in terms of its justifications and conclusions, and it is argued that his thoughts about ethic is the result of his existentialism and oppositon of Hegel.
Disiplinlerarası Sosyal Bilimler Dergisi, 2022
Rahipler, zamanın kötülüklerini doğal olarak dini zayıflığa ve Tanrı’ya olan inancın azalmasına atfetme eğilimindedirler ve ahlakın dine bağımlılığı hususunun teyidi olarak ise dinsizlere ve din-den dönmelere vurgu yapmaktan geri durmazlar. Buna karşı görüş olarak, insan gelişiminin belirli bir aşamasında bu iki husus birbiri ile bağlantılı olsa da ahlakın dinle temelde bir bağlantısının olmadığı büyük bir inandırıcılıkla savunulabilir. Ve bunun teyidi ola-rak, ateist ve özgür düşünceli bireylerin nasıl kusursuz bir hayat sürdüklerine; hatta biraz daha zorlayarak, belirli bir ahlaki eylem kodunu dini bir doktrinle ilişkilendirerek yetiştirilen insanların di-ni inançlarını kaybetmeleri durumunda ahlaki temellerini de yı-kılmış hissetmeleri gerektiğine işaret edilebilir ve dolayısı ile bu hususun psikolojik bir ilişki olduğu, ikisinin arasında nesnel ve zorunlu bir bağlantı olmadığı söylenebilir. Dürüst bir hayat sürmenizin tek nedeni eğer Tanrı’nın emri olduğu ve buna uymadığınız takdirde ahirette Tanrı’nın sizi cezalandıracağı düşüncesi ise birdenbire Tanrı’ya inanmayı bıraktığınızda, dürüst bir insan olmaya devam etmek için de ortada bir neden kalmayıverecektir.
Belleten, 1994
Osmanl~~ Imparatorlu~u'nun üç lut'ada 600 sene ayakta durabilmesinin sebeblerini "A hi lik T e~kilâ t~" nda aramak gerekir. Bunu ~öyle de ifade etmek mümkündür. ülkedeki çe~itli az~nl~k gruplara ra~men Os-manl~~ Imparatorlu~u'nun üç k~tada 600 sene gibi uzun süre ayakta kalma-s~na sebep olan faktörlerin içinde "Ahi li k" ilke ve inançlar~~ vard~r. Ahi, kelime olarak Arapça olup, karde~im mânis~na gelmektedir. Terim olarak, esnaf ve san'atkâr birliklerini ifade eder° ki, XIII. as~rdan XX. as~r ba~lar~na kadar yamak, ç~rak, kalfa, usta hiyerar~isi içinde çe~itli meslek gruplar~n~~ i~~ ba~~nda yeti~tirip, diplomas~n~~ özel törenlerle verip mensupla-r~n~n çal~~ma ve insani davran~~lar~n~~ kontrol eden mesleki bir kurumdur. 1072 M. tarihinde, yani 922 y~l önce Ka~garl~~ Mahmud taraf~ndan kaleme al~nan Divan-i1 Lügat-it Türk'de "Ak~" eli aç~k, sa~lam, yi~it, cömert2 mânâs~na gelmekte, "Aktl~k" ise yine sa~lam, yi~it ve cömertlik anla-m~nda 922 y~l önce Orta Asya'da Türkmenistan'da kullan~ld~~~~ bilinmektedirs. Ahili~in anayasas~~ "Fü tü vvetnâmeler" dir. Fütüvvet kelimesi de Arapça olup, bilindi~i gibi o devirlerin ilim dilidir. Tekil olarak 'feta' deli-kanl~, yi~it eli aç~k, gözü pek, iyi huylu ki~i manas~nda kullan~lm~~t~r. Ço~ulu yityan "dm Feta, Farsçada civanmert mânâs~na gelmektedir ki4, bu meziyetlerin tümü, ideal olarak zihinlerde ya~at~lan asil ve tam mânâs~~ ile kâmil in-san~~ sembolize eder. Mücadelede feta, arkada~lar~~ u~runa hayat~n~~ ortaya koyar. Misafir-perverli~i ve eli aç~kl~~~; kendisinin hiçbir~eyi kalmay~ncaya ve tamamiyle fakir dü~ünceye kadar devam eder. Ebu Bekr Verrak; feta, dü~man~~ olmayan ki~idir, diye tarif etmi~tirs. Ömer Bin Osman el-Mekki, feta'y~~ iyi huy diye tarif etmi~tir. Dostlar~n~ns
Taşköprîzâde’de Felsefenin Pratik Alanı Olarak Ahlâk
Çankırı Karatekin Üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü dergisi, 2018
Even though the subjects about morality had become systematized with Plato, the first independent work on morality arose with Aristoteles' book, The Nicomachean Ethics. At this book the science of morality is a part of the practical philosophy and it's about the human behaviors. Just like middle age western world, many of the Islamic philosophers had sided with this approach. The concept of Aristotelian philosophical morality, which was started with Kindi, had been developed by Farabi, Ibn Miskeveyn, Ibn Sina, Fahreddin er-Razi, Nasiruddin et-Tusi, and had continued with Ottoman philosophers such as Kinalizade and Taskopruzade. Although this moral sentiment has a philosophical structure, it's not entirely separated from Koran or Sunna. In Islamic world the moral system, which can be called Sufi morality as well and is synthesized with revelation, had become widespread along with the philosophical morality. In Ottoman world these kind of studies had been developed more as a part of the gloss and annotation traditions. In this article the Taskopruzade Ahmet Efendi's (1495-1561) thoughts on the science of morality, which he believed as the area of human's practical maturity, is being discussed. In his work called Miftâhu's-saâde and misbâhu's-siyâde he did a detailed partition of sciences and he mentioned the science of morality as a practical branch of philosophy. Taskopruzade commented on Ici's work Ahlâk-i Audiyye, which is one of the most important works on morality in the Ottoman Empire, and gave significant information about practical maturation and virtues in this work of his. In this study the philosopher's view on morality in terms of philosophy and religion will be discussed and the importance which he gave for this science in terms of its definition, subject, purpose and sense of virtue will be evaluated.
Bilimin ve bilginin ne olduğu sorusu hepimizi farklı biçimde hep meşgul eder. Günlük hayatımızda belki de en sık kullandığımız ve duyduğumuz kavramlardır bunlar. Fakat konuya ilişkin kavrayışımız çok güçlü değildir. Kavramların varlığından haberdarız, sıkça da kullanıyoruz, ama kavramlara ilişkin bir kavrayışımız bulunmamaktadır. Bu nedenle bilginin ve bilimin ne olduğunu anlama çabamız genellikle yarı yolda kalır. Kaldı ki bu konuda bilimciler ve felsefeciler de her zaman doyurucu ve ikna edici bir tanım önerme konusunda her zaman başarılı değildirler. Bazen aralarında konuya ilişkin kılı kırk yaran tartışmalar yaşanır ve sonunda kendileri de işin içinden çıkamazlar. Sonunda yine iş bilgilenmiş halkın cesur ve olgun tarihsel kararına kalır. Bu kısa denememde bilim ve bilgi söz konusu olduğunda gerisine düşülmemesi gerektiğini düşündüğüm tarihsel iki kaynağa işaret etmek istiyorum.