Orta Cag Pozitif Bilimler ve Tıp Tarihinin Gelisim Surecine Dair Incelemeler -Vesile Simsek (Darüşşifa İslam Tıp Tarihi Araştırmaları Dergisi / Darüşşifa Journal Of Islamic Medical History Research) (original) (raw)

Geçmişin gelecek günleri: Rüyada Terakki ve Rostam dar Qarn-e Bisto Dovvom romanları üzerine karşılaştırmalı bir inceleme

Turkologentag, 2023

Bu çalışmada, birisi Mollazâde Davud Erzurumlu Nazım (Osmanlı, 1913) diğeri ise Abdulhüseyin Sanatizâde Kirmanî (İran, 1934) tarafından 20. yy ilk yarısında kaleme alınan ve Türkçe ve Farsça edebiyatın kanon dışında kalan bu metinlerin gelecek tasavvurları üzerinde durulacaktır. Çalışmada amaç, “terakki” kavramı, gelecek tasavvurunun iki edibin eserinde kendisini nasıl gösterdiğini; “doğu”dan çıkan bu eserlerin kendine has yönlerinin, türün anlatıdaki ortak noktalar üzerinde bir etkisi olup olmadığını anlamaya ve “İslam kültürü ve epistemolojisine” dayandığı söylenen Osmanlı ve Fars edebiyatlarında roman türünün erken örneklerini verirken külli bir söylem ve tasavvur birliği üretip üretmediğini görmeye çalışmaktır. Metinler geniş anlamda entelektüel, kültürel ve tarihsel bir bakış açısıyla ele alınacak ve üretildikleri kültürel bağlamla karşılıklı etkileşim halinde olduğu kabulünden yola çıkılacaktır. Dönem edebiyatlarının türlerarasılık özelliğini taşıyan, bilim kurgu-ütopya arasında bir -ama bilim kurguya daha yakın görünen- bu iki anlatının türlerine dair yapılmış bahislere yer verilecektir. Daha sonra her iki devletin dönemin sosyal ve siyasal durumunu göz önünde bulundurarak milliyetçilik, adalet sistemi, vatandaşlık bilinci, zaman, gibi başlıklar ve aydınlık, tayyare, uyum müşahede, makine, optik gibi izlekler üzerinden incelenmeye çalışılacaktır. Anahtar kelimeler: Osmanlı, İran, rüya, gelecek, ütopya, edebi tür

İslam Felsefesi̇nde Ari̇stocu Zaman Görüşü

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1971

Zaman, günlük dilde kullandığımız durumuyla, açık ve seçik olup, varlığından hiç kimsenin kuşkusu yoktur. Fakat zamanın mahiyet ve özünü bilmeye çalıştığımızda, bütün açıklama ve teşebbüslerin akamete uğrayacağı muhakkaktır. Bu teşebbüste zaman kavramında yer alan bütün paradokslar ortaya çıkar. Sextus Empiricııs'un da çeşitli zaman tanımlarını eleştirirken söylediği gibi, "eğer giirünüşlere bağlı kalırsale zaman bir şeymiş gibi görünüyor, fakat zaman halekında ileri sürülen çeşitli kanıtlara bakacak olursak gerçelclikten yoksun olduğu açıkça beliriyor.'" St. Augustine "zamanın ne olduğu" sorusuna tatminkar bir karşılık vermenin güç olduğundan haberdar olarak şunları söylüyor: "Öyleyse zaman nedir? Sormadıkları takdirde bilmeme rağmen, soran birine açıklamaya çalıştığımda bilmediğimi anlıyorum." 2 Modern felsefede Whitehead "Zaman ve tabiatın yaratıcı akışı üzerinde insan zihnin in sınırlıfığı hakkında karşı durulmaz bir heyecan duymaksızın düşünceye dalmak imkansızdır" diyor. 3 İşte bu nedenledir ki zamanın mahiyetini izalıta hiçbir teşebbüs nihai değildir. Zaman genellikle bir akış, sürekli olarak kendisini yenileyerı, hiçbir zaman aynı kalmayan bir şey sayılmıştır. Öyley~e tek başlarına uzamsız ve dolayısıyla hilibir fiili varlığı olmayan, birbiri ardından geçip giden "an" lardan teşekkül ed(~nbir şey nasıl var olabilir? Bir ÇOhTU zamanın gerçekliği olmadığını kanıtlamak için bu nokta üzeTinde durdular. Zamanın gerçekliği ve gerçeklikten yoksun olduğu hakkındaki bu ve başka güçlükler İbn Siııa' ve daha sonraları Fahr al-Din al-Razi' tarafından tartışma konusu yapıldı. Zamanın gerçekliği ve gerçeklikten yoksun oluşuyla ilgili güçlükler:

Türk-İslam Düşünce Tarihinde Mâtürîdîlik - Bektâşîlik Etkileşimi: Benzerlikler ve Farklılıklar

Türk Dünyası Parlamenterler Birliği, 2023

15. yüzyılın sonlarında Hacı Bektaş-ı Velî’nin (ö. 669/1271) öğretileri etrafında İslâm’ın özgün ve tasavvufî bir yorumu olarak ortaya çıkan Bektaşîlik, mistik-ahlâkî bir hareketi temsil etmektedir. Hareketin teşekkülü ve şekillenmesinde öncülük eden şahsiyetlerin en başında Hacı Bektâş-ı Velî ve onun yolunu takip eden Abdal Mûsâ, Kaygusuz Abdal ve Veli Baba gelmektedir. Bektaşîlik, tarihi süreçte dinî ve fikrî anlamda çeşitli dinî oluşumlardan etkilenmiştir. Bektaşîliğin etkilendiği dinî oluşumların en başında ise Mâtürîdiyye mezhebi ile Ahmed Yesevî ve Yunus Emre’nin temsil ettiği Türk tasavvuf hareketi gelmektedir. Alevî-Bektaşî metinler incelendiğinde Bektaşî düşüncesinde özellikle Mâtürîdî din anlayışının etkili olduğu görülmektedir. Her ne kadar iki dinî oluşum arasında bazı konularda farklı yaklaşımlar sergilenmiş olsa da İslam’ın temelini oluşturan ulûhiyet, nübüvvet ve ahiret inancı gibi temel esaslarda aynı ve benzer görüşleri benimsedikleri anlaşılmaktadır. Bilhassa akla dayalı din anlayışı, amelin imana dahil edilmemesi, imanda artma ve eksilmesinin olmayacağı, büyük günah işleyenin imandan çıkmayacağı, tekvin sıfatının kabulü, rü’yetullah, şefaat vb. birçok konuda Bektaşîlik, Mâtürîdî düşüncesine yakın ve benzer görüşler benimsemiştir. Bu çalışmada Bektaşîlik ile Mâtürîdîliğin itikadi görüşleri müstakil başlıklar altında verilmek suretiyle aralarındaki fikrî yakınlığı ile söz konusu dinî oluşumların birbirinden ayrıştıkları hususların neler olduğu tespite edilmeye çalışılmıştır.

İslam Bilim Tarihi’nde İlk Tercüme Faaliyetleri ve Bilgi Üretimine Katkısı

Cumhuriyet İlahiyat Dergisi, 2018

With economic relations and conquests, Muslims have spread to a very wide geographical area. Consequently, they have encountered many different cultures. Muslims have had great interest and curiosity towards new cultures especially those of Byzantine (Helen / Greek), Iran and partly of the Indian cul tures. Especially, the conquest of cities such as Alexandria, Harran and Jundīshāpūr and the scientific tradition in these cities had great influence on Muslims. After these conquests, Muslims not only studied Islamic sciences but also began the activities of translation into Arabic to get familiar with ancient tradition of thought and culture. These first translation activities, which are extremely important in terms of Islamic civilization and the history of science, have been studied extensively to date. However, it is observed that during the studies performed, the only information mentioned were usually the names of the translated works, the domains of study they were written for and the names of interpreters. This study aims to shed light on the first translation activities in the History of Islamic Science, as well as the fields in which these translations were done, the knowledge and the accumulation of Muslims in these fields before translation activities and the contribution of translation activities in development or change in these fields by providing examples from Muslim scientists in different centuries, whose works are also known in the West. The golden era of Muslims in science and technology between the 8th and 11th centuries and some important scientific activities carried out within this period are analyzed in three periods; "acquisition of the information", "systematization of the information" and "production of original information".

Bilimin Doğasına Yönelik Görüşlerde Öğrenci Özelliklerinin Rolü

Hacettepe University Journal of Education

Bu çalışmada, ortaokul öğrencilerinin bilimin doğasına yönelik görüşleri, kesitsel ve ilişkisel araştırma deseni kullanılarak, cinsiyet, sınıf düzeyi ve öğrenme ortamı algılarına göre incelenmiştir. Çalışmaya 7. (n=286) ve 8. (n=322) sınıflara devam etmekte olan toplam 608 ortaokul öğrencisi (319 kız ve 289 erkek) katılmıştır. Öğrencilerin bilimin doğasına yönelik görüşleri Bilimin Doğasına Yönelik Görüş Ölçeği kullanılarak Yaratıcılık/Gerekçelendirme, Değişebilirlik, Nesnel olmayış ve Teori yüklülük/Kültürel etki alt boyutlarında incelenmiştir. Öte yandan, öğrenme ortamına yönelik algılar, Bu Sınıfta Neler Oluyor Ölçeği uygulanarak Öğrenci uyumu, Öğretmen desteği, Katılım, Araştırma, Görev uyumu, İşbirliği ve Eşitlik olmak üzere toplam 7 alt boyutta ele alınmıştır. Sonuçlar, cinsiyet ve sınıf düzeyinin, bilimin doğasına görüşlerde bir fark oluşturmadığını göstermiştir. Fakat öğrenme ortamı algısına yönelik tüm alt boyutlar ile değişebilirlik alt boyutu hariç, bilimin doğasına yönelik tüm alt boyutlar arasında ilişki olduğu bulunmuştur. Sonuçlar, ilgili alanyazın göz önüne alınarak tartışılmış ve sınıf içi uygulamalar ile ileriki çalışmalar için olası doğurgular belirtilmiştir.

Çokluğun Bilimi Olarak Halk Sosyolojisi Yapmak

Küresel kapitalist hegemonyanın her geçen gün açık şiddetini ve her türlü demokratik potansiyeli bastırdığı günümüz İmparatorluk koşullarında, sosyal bilim yapmanın da bu tahakkümün bir parçası olup olmadığından emin olmalıyız. Bu çerçevede bazı sorular sorulabilir? Sosyal bilim pratiği küresel kapitalist iktidar ilişkileri içerisinde nerede konumlanmaktadır? Nasıl bir sosyal bilim pratiği küresel kapitalizme karşı bir şekilde gerçekleştirilebilir? Yaptığımız veya yapmakta olduğumuz sosyal bilimsel aktiviteler, temel olarak hangi amaca hizmet ediyor? Küresel kapitalist hegemonya ile sosyal bilim pratiği arasındaki eklemlenme nasıl oluşuyor? Küreselleşme koşulları altında sosyal bilim yapmanın özellikle de Üçüncü Dünya ülkesi koşullarında siyasal anlamı nedir? Kuzey'deki sosyolojinin niteliği ve temel sorunsalları ile Güney'deki sosyolojinin sorunsalları niteliksel olarak birbirinden farklı olmak zorunda mıdır? Yoksa bunun aksine egemen kapitalist hegemonyaya bağlı olarak dünyanın birçok coğrafyasında aynı bilimsel paradigmaların egemen olduğu ve uygulandığı bir sosyal bilime doğru mu gidiyoruz? Eğer durum böyleyse, " yerel " olguların kavranmasında metropolitan, Kuzey kökenli daha çok da Amerikan ve Avrupa merkezli sosyal kuramların yerel olguların açıklanmasında doğrudan kullanılmasının " kültürel emperyalizm " ve " tektipleştirme " bağlamında anlamı nedir? Bu sorular çerçevesinde bu makalede ele alınmaya çalışılan temel sorunsal, Negri ve Hardt'ın çalışmalarında geliştirilen küresel kapitalist hegemonyayı tarif etmek için kullanılan mparatorluk koşulları altında sosyal bilim yapmanın mparatorluğun dışarısına çıkmayı ne kadar mümkün kıldığını belirlemektir. Alatas'ın belirttiği üzere " tutsak akıl " sendromundan kurtulmak için biz Üçüncü Dünya sosyal bilimcileri olarak ne yapmamız gerekir? Ürettiğimiz kavramların, algılama biçimlerinin Batı dünyası ile uyumlu olması gerekir mi? Bu anlamıyla Raewyn Connell'ın Güney teorisi içerisinde gördüğü yaklaşımlar, her ne kadar doğrudan sosyolog kökenli yazarlar tarafından geliştirilmese de, Batılı hegemonyaya karşı bir karşı-hegemonik süreç başlatmakta ve alternatif bir söyleme dayanmaktadırlar. Bu yönde Burawoy bir Güney sosyolojisinin olup olmadığını ve eğer varsa Güney sosyolojisinin temel göstergelerinin neler olduğunu sormaktadır. Güney sosyolojisi Batılı hegemonyayı ve akademik bağımlılık ilişkilerini ters yüz etmektedir. Akademik bağımlılık ilişkileri temel olarak azgelişmiş toplumlardaki bilimsel işleyişin, gelişmiş toplumlardaki bilimsel işleyişe bağımlı olduğu anlamına gelmektedir. Buna göre azgelişmiş ülkelerdeki sosyal bilimciler, gelişmiş ülkelerdeki bilimsel prensipleri, araştırma metodlarının ve kavramlarının pasif alıcısı konumundadır (Alatas, 2006-60-63). Üçüncü Dünyadaki sosyal bilimciler, araştırmaların parasal açıdan desteklenmesi, makalelerinin ve kitaplarının yayınlanması ve yeteneklerinin gelişmesi anlamında Batılı bilimsel kuruma, bu sosyal bilim iktidarına bağımlı haldedir. Bu anlamda Alatas'ın tutsak akıl kavramı bu bilimsel iktidarın görevli memurlarının içinde bulundukları koşulu tanımlamak için devreye sokulmaktadır. Alatas bu zihinsel durumu radikal bir şekilde eleştirmekte ve yaratıcı ve eleştirel bir tahayyül yeteneğine sahip olan bilimsel pratiği inşa etmek gerektiğini ifade etmektedir. Çünkü Alatas'a göre tutsak akıl temelde yaratıcı değildir ve Batılı düşünce sistemine bağımlıdır. Tutsak akıl temelde bir zihinsel durumu ifade eder ya da daha doğrusu Üçüncü Dünya aydınının içerisinde bulunduğu zihniyet dünyası hakkında bizlere bir fikir verir. Tutsak akıl mevcut toplumunun sorunlarını çözebilecek analitik bir düşünme kapasitesine sahip değildir ya da böyle bir amacı söz konusu değildir. Kendi toplumunun özgün değerlerinden, tarihsel birikiminden tamamıyla uzaklaşmış hatta yabancılaşmış durumdadır. Tutsak akıl kavramı ile Batıdan-zehirlenmiş insan (Westoxicated man) kavramı arasında bu anlamda yakın bir anlam yoğunluğu mevcuttur.

Manzum ferâiz edebiyatının bir örneği: Ayıntâbî Mehmet Hasib Dürrî Efendi’nin Zübdetü’l-ferâiz isimli eseri

RumeliDE Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi, 2023

Bu makalede, yirminci yüzyıl Gaziantep’inin en iyi şairleri arasında gösterilen Mehmet Hasib Dürrî’nin (ö. 1913), İslam miras hukukuna dair manzum ve nesir karışımı olarak kaleme aldığı Zübdetü’l-ferâiz isimli eseri konu edilmiştir. II. Abdülhamid döneminde Antep’te yaşamış bir müderris olan Hasib Dürrî Efendi, aynı zamanda divan edebiyatının hemen tüm nazım biçimlerinde şiirler kaleme almış bir şairdir. Onun “İslam miras hukukunun özü” anlamına gelecek iddialı bir başlık ile okuyucuyla buluşturduğu Zübdetü’l-ferâiz isimli eseri, manzum ferâiz geleneğinin Türkçe örneklerinden biridir. Müellif eserinde, İslam miras hukukuna ilişkin genel prensipler ve bazı özel hükümleri, Hanefî fıkıh kültürüne bağlı kalarak sade ve yalın bir dille ele almıştır. İslam miras hukukunun hemen tüm konularına özlü bir biçimde temas eden Zübdetü’l-ferâiz’de klasik ferâiz metinlerinden farklı olarak öğrencilerin zorlandığı bazı konular özet bir biçimde takdim edilmiş veya kitabın sonuna kaydırılmış yahut da hiç yer almamıştır. Mirasçıların paylarının kesirli olabileceğinin ileri sürülmesi, reddiye ve avliye gibi bazı işlemlerin çözümünde pratik yollar önerilmesi eseri özgün kılan bazı özellikler arasındadır. Osmanlı Devleti’nin siyasî ve içtimaî yapısında köklü ve hızlı değişikliklerin görüldüğü bir dönemin ürünü olan eser, yazıldığı dönemde yaygınlık kazanmış bazı uygulamalara ilişkin fıkhî analizler, yöneticiler hakkında değerlendirmeler ve çeşitli aktüel tartışmalar içermesi yönüyle zamanın dinî ve içtimaî yaşantısına ışık tutması açısından da ayrı bir kıymet arz etmektedir. Makalede ferâiz ilmi ve manzum ferâiz geleneğine kısaca temas edildikten sonra Zübdetü’l-ferâiz’in telif edildiği dönem ve müellifi hakkında bilgi verilmiş, eserin özgün yapısı ve kaynakları ayrı bir başlık altında değerlendirilmiştir. Eserin içeriği ise fıkhî açıdan analiz edilerek son bölümde büyük ölçüde yansıtılmaya çalışılmıştır.