İslâm Hukukunda Mehir Davaları (original) (raw)

Marife.2015_2. İslâm Hukukunda Mehir Davaları / Cases of Dower in İslamic Jurisprudence, Şükrü Şirin

İslâm hukukunun kadının haklarını tespit ve tayin noktasında ortaya koyduğu en önemli hususlardan biri olan mehir, kültürlerde farklı isimler adı altında uygulanagelmiş olsa da salt kadının hakkı olma özelliğini İslâm hukuku sayesinde kazanmıştır. Para, mal, menfaat gibi şeylerin mehir olarak kabul edildiği İslâm hukukunda mehir, kadının şahsî malı olarak değerlendirilmiş ve bu mal üzerindeki tasarruf yetkisi kadına verilmiştir. Vasfı ne olursa olsun nikâh akdinde taraf olan her kadının mehir hakkı vardır. Evliliğin bir şekilde sona ermesi halinde kadın, yeni bir yuva kurma imkânı bulana kadar geçen süre zarfındaki ihtiyaçlarını mehir sayesinde karşılayabilecek ve belki de yüksek miktarda olan bir mehirle hayatını ekonomik açıdan güvence altına alabilecektir. İslâm hukukunda farklı çeşitleri olan mehrin, yarısının veya tamamının kesinleşmesini gerektiren hususlar, mezhepler arasında ihtilafa konu olsa da mehirsiz bir nikâh akdinin olamayacağı konusunda icma oluşmuştur. Mehrin tesmiye ya da teslimi hususunda ortaya çıkan anlaşmazlıklar ise mehir davaları olarak incelenip konuya dair hükümler tespit edilmiştir. Bu çalışmada mehir konusundaki ihtilaflar ele alınacaktır. Dower (al-mahr) is one of the most important matters revealed by Islamic law about determination and identification of women’s personal rights. Even if dower has been applied with different names in the human societies, it has won feature of being mere woman’s right thanks to Islamic law. In the Islamic law, in which money, goods, benefit have been accepted as dowers, dower has been evaluated as woman’s personal property and the mere power of disposition has been given to the woman. Every woman who is one of the sides in the marriage contract has right of dower regardless of their attributes. Although there are some disputes between sects about issues that require the becoming definite dower’s half or whole, there is an ijma about that a marriage contract can not be without a dower. The conflicts about specifying or delivering of dower have been examined and the judgements regarding the issue have been determined. In this study, the disputes about matter of dower will be handled.

İslâm Hukukunda Mi̇ras Hi̇sseleri̇n Şer’İ Dayanaklari

Kilis 7 December University Journal of Theology, 2021

It is a fact that different nations brought different solutions to the inheritance issue in each period. Before Islam, the inheritance of the Arabs of Jahiliyya was gained in two ways, one lineage and the other by contract. The person to be inherited and accepted as heir should be a man holding a gun. They did not permit to inherit small children and women, whether male or female. Islam, as it did in many fields, removed the practices of ignorance in the field of inheritance law and implemented a new heritage system based on the Quran and Sunnah. While Islamic law explains most issues in the form of general principles, it has explained inheritance law in such a detailed way as to count the shares one by one. The detailed explanation of the shares of the heirs in the inheritance law in the Quran, Hz. Prophet's hadiths on the topic such as "Learn and teach the science of inheritance. Because the hadiths that say that it is half of the science" enabled the development of inheritance law. While the Quran determines the shares of husband, wife, father, mother, daughter, one parent, one sister and one mother sisters proportionally, the son's share will take the remain. Circumcision determined the inheritance share of the grandfather and grandmother and other details were clarified with ijma. With the death of the inheritor, the first right to acquire the property of the deceased is the right to set aside the expenses required for the equipment and burial. The rights that follow are those of the creditors of the estate. This is followed by the rights of those who were willed. The amount remaining after the payment of these rights is transferred to the heirs. The most prominent reason for being an inheritor in Islamic law is the blood relationship between the heir and the deceased. There is no dispute on this matter. The closest people of a man are his sons, daughters and grandchildren from his blood, that is, his mother, father and their parents, that is, the method. Then come the siblings, who are the children of their parents and their uncles, who are the children of their grandfathers. Islamic law accepted them as inheritors according to their degrees. In inheritance, those who are close come before those that are far. In Islamic law, the feelings of inheritance are shaped by the Book, Sunnah, ijma and companions. When the verses and hadiths regulating the inheritance law are examined, it is seen that a number of principles such as representation and solidarity, compulsion, proximity, need and fair distribution come to the fore in the shaping and implementation of inheritance shares. Persons with inheritance between them are also persons with representation (guardianship) and solidarity among them. For this reason, although situations such as killing the mûri and being from another religion constitute an obstacle to inheritance, there is a relationship of inheritance between an orphan person and the person who made a solidarity agreement, although there is no relationship between birth or marriage. In Islamic inheritance law, being a mûris or inheritor is not left to the will of individuals. Mûris cannot deprive his heirs from inheritance. For this reason, the mûris can only bequeath up to one-third of its property to non-heirs. In the Islamic law of inheritance, inheritance passes by following a sequence from close to far. For this reason, while there is usûl and für,

İslâm Hukukunda Mücbi̇r Sebep

Journal of International Social Research, 2019

İslâm hukukunda gasp eylemi hariç; zarar veren kişinin / haksız fiil fâilinin sorumluluğunu ortadan kaldıran nedenlerden biri de mücbir sebeptir (el-kuvvetü'l-kâhira). Kişinin kusurunun olmadığı, önceden öngörülemeyen, kaçınılması ve karşı konulması imkânsız olan mücbir sebeplerle oluşan zararlarda tazmin sorumluluğu yoktur. Mücbir sebep; tabiî âfetlerden kaynaklanabileceği gibi, kaynağı bizzat kişi de olabilir. Bu bağlamda; deprem, sel, şiddetli rüzgâr, kasırga, yangın, toprak kayması, yıldırım düşmesi, don, savaş, darbe ve terör olayları gibi önceden bilinip önlem alınamayan, karşı konulamayan dış etkenlerden doğan zorlayıcı sebepler; fiil ile zarar arasındaki uygun illiyet bağını keser ve sorumluluğu ortadan kaldırır. İşte bu çalışmada İslâm hukuku, Türk pozitif hukuku ve Roma hukuku literatür ve sistematiklerinden yararlanarak İslâm hukukunda sorumluluğu etkileyen veya ortadan kaldıran neden olarak mücbir sebep konusu detaylı bir şekilde incelenecektir.

İslâm Hukukunda Manevî Zararların Malî Tazmini

DergiPark (Istanbul University), 2016

Özetİslâm dini açısından kişinin canı, malı, ırzı, maddî ve manevî değerleri koruma altındadır. Bunlara zarar vermek yasaklandığı gibi, herhangi bir zarar durumunda ise en güzel şekilde telafisi sağlanır. Günümüz hukukunda zarar, maddî zarar ve manevî zarar şeklinde ikiye ayrılmakta ve tazmine konu olması bakımından da bu taksim gözetilmektedir. Klasik İslâm hukuku eserlerinde böyle bir isimlendirmeye rastlanmasa da, konular incelendiğinde bu türlü bir taksimin İslâm hukuku açısından da mümkün olabileceği görülmektedir. Maddî zararın tespiti ve tazmini daha rahatken manevî zararların gerek tespitinde gerekse tazmininde sorunlar yaşanmaktadır. Manevî zararın tabiatı itibariyle tespit ve tazminindeki zorluklar içtihat farklılıklarının oluşmasına sebep olmuştur. Araştırmamızda manevî zararların malî olarak tazmin edilip edilmeyeceği ile ilgili görüşlere değinerek bir sonuç elde edeceğiz.

İslam Muhâkeme Hukukunda Defi Davası

Zenodo (CERN European Organization for Nuclear Research), 2023

Davalı tarafından davacının iddiasını geçersiz kılmak ya da askıya almak için karşı bir iddiada bulunulması anlamına gelen defi davası, muhâkeme hukukunda savunma vasıtaları arasında yer almaktadır. Muhakemenin sağlıklı ve adil bir şekilde yürütülebilmesi için büyük önemi haiz olan bu savunma yolu, usul ve esasa dair eksikliklerin söz konusu olduğu durumlarda davalıya davadan kaçınma hakkı tanımaktadır. Bu durum bazen davalının dava konusunun ya hiç var olmadığını ya da var olmakla birlikte dava edilemez duruma geldiğini iddia ederek "defi davası", bazen de söz konusu iddianın muhatabı olmadığını iddia ederek "husumetin defi" şeklinde tezahür etmektedir. Gerek teorik ve gerekse pratik alanlarda incelediğimiz defi davanın, fukaha tarafından da bir dava türü olarak kabul edildiği görülmektedir. Bu yaklaşım, asıl davada bulunması gereken dava konusuna, taraflara ve mahkemeye ilişkin şartların defi davanın geçerli olması için de gerektiği sonucunu doğurmaktadır. Bilindiği üzere bir iddianın hukuki nitelik kazanması onun hâkim huzurunda ileri sürülmesine bağlı kılınmıştır. Bu nedenle mahkeme dışında ileri sürülen defi, salt iddia kabul edilmekte ve dikkate alınmamaktadır. Asıl dava ile bağlantılı olmak zorunda olan defi davada, defin ileri sürülmesiyle ispat külfeti yer değiştirmekte asıl davanın davalısı davacı, asıl davanın davacısı ise davalı konumunda olmaktadır. Dolayısıyla muhâkeme usulünce asıl davada, davacıdan beklenen iddiayı ispat etme sorumluluğu defiyle birlikte asıl davanın davalısına geçmektedir. İslam hukukunda defin hâkim tarafından da ileri sürülebilmesi, yargıda çabukluk ilkesi gereğince muhakemenin daha kısa sürede sonuçlanmasına olanak sağlayarak adaletin tesisine hizmet etmektedir. Defi davası, pozitif Türk hukukunda da geniş bir uygulama alanına sahip olmakla beraber iki hukuk sistemi arasında benzer ve farklı yönler bulunmaktadır. Bu araştırmada defi davasının keyfiyeti, İslâm muhâkeme hukuku ve pozitif Türk hukuk öğretileri mukayese edilerek incelenmiştir.

İslâm Muhâkeme Hukukunda Deli̇l Si̇stemleri̇ Ve Hâki̇mi̇n Takdi̇r Yetki̇si̇

2017

Bu makale, Islâm muhâkeme hukukunda dava usulu, delil sistemleri ve hâkimlerin takdir yetkisini konu edinmektedir. Doktrinde, Islâm muhâkeme hukukunun kanuni delil sistemini esas aldigi kanaati hakimdir. Bununla birlikte, delil serbestligi sistemini savunan ve hâkimlere takdir yetkisi taninyan gorusler de bulunmaktadir. Klasik donem Islâm hukukculari icinde de temsilcisi olan bu yaklasim son donemlerde bir kisim cagdas Islâm hukukculari tarafindan savunulmaktadir. Makalede, Islâm muhâkeme hukuk doktrininde delil sistemleri ve buna bagli olarak hâkimlerin takdir yetkilerinin varligi etrafindaki tartismalar degerlendirilmektedir.

İslâm Hukukundaki Himaye Geleneği Müvâcehesinde Mültecilik Sistemi

2017

Multeci statusunun Islâm himaye hukukundaki yerini tespit etmek amaciyla hazirlanan bu bildiri calismasinda multecilik, Islâm hukukundaki klasik koruma sistemleri ile karsilastirmali olarak incelenmistir. XX. yuzyilin baslarindan itibaren meydana gelen savaslarin yol actigi kitlesel gocler sonucunda ihdas edilmis bir koruma sistemi olan multecilik, Islâm hukukundaki himaye sistemleri arasinda daha cok, emân ve muhacirlige benzemektedir. Ozellikle, gerektirdigi haklar ve gecici ikamet acisindan emâna benzeyen multeci statusu, siginma saiki ve yer degistirmenin gerekliligi bakimindan emândan farklilik arz etmektedir. Multeciligin muhacirlige benzeyen yonu ise her ikisinde de baski veya zulum gerekcesiyle siginma talebinin soz konusu olmasidir. Ancak muhacirlik, siginan kisi ile siginilan ulkenin dini âidiyetinin Islâm olmasi durumunda vatandaslik hakkini tanirken, multecilik statusu siginana boyle bir imkân vermemektedir.

İslam Hukuk Usulünde Müşterek Lafzın Manaya Delaletine Dair Tartışmalar

Eskiyeni, 2020

Al-Kitāb and the Sunnah (Prophetic tradition) are two basic sources of Islamic law that have become text in the historical process. To understand the nass in these two sources and to determine the best way for them are one of the most important issues of Islamic law. Science of alfāz (the wordings of the terms) in methodology of fıqh is a significant section that includes required rules in this sense. The controversies on fiqh generally depend on the meanings of the words which build the nass and to the decisions that acquire from these meanings. The reason is that science of alfāz includes the rules of making decisions from nass. Because of that alfāz has an extensive space in fiqh literature. The terms (alfāz) are subjected to taxonomy from different angles. In this respect there are four categories and twenty-four terms which are extremely significant. Because without the knowledge of the classification of alfāz, their relations with each other and hierarchy of them, it is hard to understand nass correctly. According to the aforementioned division, firstly the terms (alfāz) which their meanings were given are examined. There are four types of terms (alfāz) in this category which are also known as terms in terms of meaning or extent. These are ʿāmm, hāss, common, and muawwal terms. From these hāss has four parts; command, prohibition, mutlaq and muqayyad. Secondly, the terms (alfāz) which in terms of their use for meaning are examined. In this group there are haqiqah (truth), macaz (metaphoric meaning), sarīh (understandable) and qinaya (allusion). Thirdly, explicit and implicit terms in terms of the meaning are examined. They are totally eight terms that four of them explicit and other four of them implicit. Explicit terms are zāhir, nass, mufassar and muhqam. Implicit terms are hafī, mushqil, mujmal and mutashābih. Lastly, the terms depend on the shape of indication to the meaning are examined. These terms are indication of phrase, indication of mark, indication of nass and  İntihal Taraması/Plagiarism Detection: Bu makale intihal taramasından geçirildi/This paper was checked for plagiarism Geliş/

İslam Hukukunda Mümeyyizin Tasarrufları

Doğu Kütüphanesi, 2022

Çalışma, Giriş ("İçerik ve Yöntem"), üç bölüm (Birinci Bölüm: "Mümeyyiz Kavramı ve Ehliyet Kavramı", İkinci Bölüm: "Mümeyyiz Küçüğün İman ve İbâdet Yükümlülüğü", Üçüncü Bölüm: "Mümeyyiz Küçüğün Hukuki Tasarrufları ve Ceza Hukukundaki Durumu"), Sonuç ve Bibliyografya'dan oluşmaktadır. Çalışmada ehliyet, ehliyetin çeşitleri, mümeyyiz küçüğün mahiyeti ve tasarrufları ele alınmıştır. Ehliyetin ve mümeyyizin mahiyeti, temyiz kudretinin tasarruflara etkisi ve bu tasarrufların hukukî sonuçları incelenmiştir. Temyiz kudretine sahip küçüğe izin verilmesiyle bâliğ gibi tam ehliyetli olduğu ve tasarruflarının büyük oranda geçerlilik kazandığı ortaya çıkmaktadır. Mezûn olmakla mümeyyiz küçüğün toplum hayatına daha iyi entegre olabileceği ve reşit olduktan sonraki döneme önceden hazırlanarak, sağlıklı bir birey olabileceği gözlemlenmiştir. Çalışmanın birinci bölümünde ehliyetin mahiyeti ve çeşitleri üzerine İslam hukuku ve Medeni hukukça ortaya konulmuş tanım ve anlayışlar incelenmiştir. Ehliyetin kişilik hakları konusunda önemi ortaya konulmuş, mümeyyizin mahiyeti, küçüğün mümeyyizlik dönemi ve bu dönemin sınırları hakkında bilgi verilmiştir. İkinci bölümde mümeyyiz küçüğün iman ve ibadet konusunda tasarruflarının geçerliliği ve mükellef olup olmadığı incelenmiştir. Üçüncü bölümde ise mümeyyiz küçüğün aile, miras, borçlar hukuku alanındaki tasarruflarının geçerliliği ve ceza ehliyeti açısından durumu ortaya konulmuştur. Bunun yanı sıra mümeyyiz küçüğün ceza usûl hukuku açısından tasarrufları incelenmiştir.

Bazı Kanunlar ile Mukayeseli Olarak İslâm Hukukunda Eş Nafakası

Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2019

ÖZ İslâm Hukukunda eş nafakası, evliliğin tabii bir gereği olarak sahih evlilik akdiyle birlikte kadın lehine erkeğin mükellef kılındığı mali bir haktır. Fıkıh bilginleri, evlilik süresinde ve evliliğin sona ermesi durumunda iddet süresince nafaka yükümlüsünün erkek olduğunda ittifak etmişlerdir. Osmanlı Nafaka Kanunu’nda, Hukūk-i Âile Kararnâmesi’nde ve Sûriye Ahvâl-i Şahsiyye Kanunu’nda da bu hüküm korunmuştur. Türk Medeni Kanunu’nda ise evlilik süresindeki geçimlikte kadın-erkek eşitliği esas alınmıştır. Dolayısıyla sadece erkeğin nafaka ile mükellef kılındığına dair herhangi bir düzenleme yapılmamış, aksine maddi imkânları nispetinde kadının da ev geçimliğine katkıda bulunmasına hükmedilmiştir. Bu kanunda eş nafakası, sadece evlilik bağının çözülmesi durumunda söz konusu edilmiştir. Bu makalenin gayesi, İslâm hukuku açısından eş nafakasının, Osmanlı Nafaka Kanunu, Hukūk-i Âile Kararnâmesi, Sûriye Ahvâl-i Şahsiyye Kanunu Ve Türk Medeni Kanunu ile mukayeseli olarak incelenmesidir