Alim Qasımov’lu Bir Düğün | Can Başkent (original) (raw)

ALİM QASIMOV'LU BİR DÜGÜN

CAN BAŞKENT

0.

Bitmek bilmeyen gündüzü olan kentlerin yarattığı neşenin, bir kaç ay sonrasında bitmek bilmeyen gecelere doğru evrileceğini bilmek bazılarının, değindiğim şu bitmek bilmeyen gündüzlere daha da kuvvetli bir şekilde sarılmasını sağlar.

Reykjavik, bu kentlerin en mistiğidir bence. Masmavi gökyüzüyle gıpgri denizinin birleştiği kentin serin meltemlerinden en güzeli, en harikası Björk’tür. Hani medyatik çılgınlıklarını, von Trier’in ünlü filmindeki etkileyici oyununu, büyük sanatkar Müslüm Gürses tarafından dahi aranje edilip seslendirilen şarkılarındaki şizofreniyi - o şizofrenidir ki bitmek bilmeyen gündüzleri bitmek bilmeyen gecelere, bitmek bilmeyen geceleri de apaydınlık gündüzlere çevirir -, hatta ve hatta kazandığı Polar Müzik ödülünü - Björk’ten bir yıl sonra bu ödülü Kronos Quartet kazanmıştır - anlatmayacağım bu yazıda.

Üç gün, evet evet tam üç gün önce 4 Temmuz 2011’de, Guardian gazetesinde Björk’le yapılmış bir röportaj yayınlanır. Söz konusu mülakatta sanatkara (yaşayan) favori ses sanatçısı sorulur.

1.

Elbette, Qasımov’un sesinin büyüsünü onaylamak için Björk’ün insanın yüreğinin kenarındaki duyguları hoplatan sesinin onayına ihtiyacımız yok. The New York Times’a göre, hatta ve hatta, Qasımov’un sesi, okuduğu ‘her mısrayı bir vahiye’ dönüştürmekte, bu minvalde de ‘tutkuyu, adanmışlığı, tefekkürü ve sihiri’ birleştirmektedir.

Qasımov’un en sevilen kayıtlarından biri, yukarıda da çıtlattığım Kronos Quartet ile birlikte yayınladığı, Qasımov’a kızı Fargana’nın eşlik ettiği albümdür. Bu albümde, benim en çok sevdiğim performans, bir Said Rüstemov şarkısı olan ‘Getme getme’dir.

Bilhassa, bu şarkının konser videosunu izlerken, Alim ve Fargana’nın vokalindeki, baba-kız olmanın getirebileceği doğal uyumun ötesindeki ruh uyumunun izlerini sürmeyi, bunlarla yetinmeyip, Alim’in puslu sesinin ardındaki bulutsu kalp atışını, tüm bu flux’un, benim hayatımdaki yansımasını düşünüyorum.

Qasımov’un belki de en az sevdiğim (‘sevmediğim’ diyemem) kaydı ise hafif batı müziği şarkıcısı Jeff Buckley’in konser albümlerinin birinde yer alıyor. Üstadın, Buckley ile birlikte seslendirdiği ‘What will you say’ bana, kibarlaşmaya gerek yok, mayası bozuk, kötü kokusunun gastronomik bir üstünlük olarak kakıtılmaya çalışıldığı peyniri anımsatıyor. Ağzınızı ekşiten, hammaddenin dahi ziyan olduğu hissini veren, anlamsız, belki de gereğinden fazla popülist bir çaba bana kalırsa bu kayıt. Ama yine de Qasımov-vari bir tını var liriklerinde: my heart can't take it anymore / what will you say when you / see my face (kalbim bunu daha fazla kaldıramıyor / ne diyeceksin / yüzüme bakınca). Qasımov’un uzunhavasının şarkıya yakışmadığını iddia edecek kadar densizleşecek değilim sırf Buckley’ye ısınamıyorum diye. Hatta ve hatta, Qasımov’un DJ Vendetta’nın bir 45‘liğinde yer almasını, mugam vokalinden sonra işitmeye başladığınız elektronik house ritmlerin yarattığı tuhaf histen de hiiiç söz etmeyeceğim.

2.

Hayatın gülümseten bir tesadüfü... Hayatım boyunca ilgimi öyle ya da böyle çeken ve takip ettiğim iki düğün oldu. Bunlardan ilki Prens William ve Kathy’nin düğünüydü. Saklamaktan çekinmiyorum, ekran başında saf bir şekilde izlemiştim bu düğünü. Dahası, ikili evlendikten sonra, onların tanıştıkları kente, St. Andrews’a gidip St. Salvator Şapel’inde, bir peri masalını kovalamıştım. Tuhaf bir şekilde takip ettiğim diğer bir düğünse, belki Bodrum’a olan aşkım nedeniyledir, Türkiye’deki sosyetik bir reklamcıyla, kim olduğunu pek bilmediğim gençten bir kadının düğünü oldu. Bilhassa, ikilinin düğünde giydiği kıyafetler, damadın canvas’ları, beni sevinçle gülümsetmişti. Düğünün havuzda nihayetlenmesini ise, ne yalan söyleyeyim, heyecan verici bulmamıştım - sanki tılsımı kaçmıştı düğünün bu banal hamleyle.

Kimse bana sormadı şimdiye dek, ama benim bile, kimi zaman hayallere daldığım oluyor (daha neler, Kant ne der sonra?). Belki de en büyük hayalim, neden olmasın, düğünüm(üz)de Alim ve Fargana Qasımov’un sahneye çıkması olurdu. Hatta hatta, hayalim(iz)i daha da abartmanın hiç bir sakıncası yok değil mi, bu düğünü, Bodrum kalesini gören bir yerde, bir Temmuz akşamı, Bodrum melteminin sıcaklığı ve serinliği arasında, kimden özendiğimi sormayın, gerçekleştirmek sanırım beni bile etkilerdi.

Düğünüm(üz)de ‘Getme getme’nin çalması belki biraz hüzünlü gelebilir kulağa. Ama gocunmuyorum. Hasret ve özlemin, umut ve hüznün elele verdiği bir ömrün, neşeye göz kırparak, utana utana yol verdiği bir birliktelikse eğer benim istikbalim, bundan gocunacak değilim.

Böyle düğünlerin en büyük riski, sahneye çıkan büyük sanatkarın ihtişamının, ilgiyi düğün sahiplerinden alıp kendilerine yöneltmeleridir. Tahmin etmek zor değil, bunun benim için elbette bir sakıncası yok. Romantizmi utangaçca yaşamak, aşkı kaçamak bakışlarda bulmak, ‘Getme getme’yi dinlerken acısıyla tatlısıyla, ama en çok da tatlısıyla, aşkı bulmaktır çığlıklarda. Alışıldık bir oryantalist mahçup aşk edebiyatı değil yaptığım. Ya da divan şiiriyle beyni yıkanmış bir dimağın pervanelikleri değil bu.

Düğünümde Alim Qasımov’un mugamlarını dinlerken gözümün önüne hep şöyle bir sahne geliyor. Alim ve Fargana, arkalarını Bodrum kalesinin yakamozuna verirken, fonda dalgaların sesiyle Alim ve Fargana’nın seslerinin yarattığı gerilimi, sevgilinin gözlerindeki derinlikle bastırmak; gece kararan denizin derinliğini, o gece gireceğiniz kara deliğin derinliğiyle karşılaştırmak; belki tohumunuzu bırakmanın oraya yaratacağı tuhaf heyecanın gerginliğini atmak için masadaki içkiden bir yudum almak, daha da hislenmeden keseyim isterseniz, bıkmadan usanmadan o eli tutmak, hiç bırakmadan...

3.

Qasımov’u her dinlediğimde, sadece düğünümde değil, cenazemde de çalmasını istediğimi hissediyorum bu şarkının. Düşünüyorum, birazcık kendimi iyi hissettirir sanırım bana krematoryumun içinde eğer ‘Gitme gitme’yi duyarsam. Mezar taşım olmayacak, ama olursa üstünde ‘min el-aşk’ yazılmasını isterdim; böylece alyansımın içindekiyle eşleşip, güzel mi güzel bir ironi ve hüzün yaratırdı.

Hamiş