Ahmet Duran Arslan | Bogazici University (original) (raw)

Papers by Ahmet Duran Arslan

Research paper thumbnail of Söylem Filoloji Dergisi 9/3 (Söylem Journal of Philology 9/3)

Günce Yayınları, 2024

Söylem Filoloji Dergisi, Aralık 2024 sayısı ile dokuzuncu yılını tamamladı ve yeni yılda 10. yıla... more Söylem Filoloji Dergisi, Aralık 2024 sayısı ile dokuzuncu yılını tamamladı ve yeni yılda 10. yıla girdi. Sayı içinde modern edebiyat, halk bilimi, göstergebilim, çeviribilim ve dilbilim alanlarında çalışmalar bulunuyor.

Research paper thumbnail of Eleştiriyorum 1 (üç aylık yazınsal eleştiri dergisi)

Research paper thumbnail of Abdülhak Şinasi Hisar'ın Romana Dair Düşünceleri: Edebiyat Yazıları 1-2

Türk Dili, 2024

Okur, Abdülhak Şinasi Hisar’ın eserlerine telif meselesindeki anlaşmazlıklar yüzünden uzun yıllar... more Okur, Abdülhak Şinasi Hisar’ın eserlerine telif meselesindeki anlaşmazlıklar yüzünden uzun yıllardır hasretti. Neyse ki Everest Yayınları, bahsi geçen problemleri yakın zamanda çözerek yazarın eserlerini muhtelif baskı seçenekleriyle okurla buluşturmaya başladı. “Abdülhak Şinasi Hisar Külliyatı” kapsamında şimdiye dek yazarın on üç farklı kitabı yayımlandı. Edebiyat Yazıları 1-2 ise külliyatın bu yıl içinde yayınlanan son iki kitabı olup şimdiden dikkatleri bir hayli üzerine çekmiş görünüyor.
Edebiyat Yazıları 1’de yazarın sanat ve fanilik, mazinin kaçınılmazlığı, hakiki sanat eseri, edebiyatta mükemmellik, kitaplar ve okurlar gibi çok farklı konulardaki yazıları bir araya getirilmişken, Edebiyat Yazıları 2’nin belkemiğini oluşturan daha ziyade yazarın roman üzerine düşünceleridir. Bu kışkırtıcı ve zihin açıcı düşüncelerin, edebiyat yazılarının ikinci cildinin değerine değer kattığı söylenebilir. Bu yazılar etraflıca incelendiğinde Hisar’ın, romanı diğer edebî türler arasında ayrıcalıklı bir yere koyduğu ve bir nevi “hâkim tür” olarak nitelediği görülür. Nitekim 17 Şubat 1931’de Milliyet’te yayımlanan “Haftalık Edebî Musahabe: Roman Nedir, Niçin ve Nasıl Yazılır?” başlıklı yazısında şöyle der: “Kuvvetli bir romancı yetiştiremeyen bir edebiyat, zinde ve sıhhatte sayılamaz. Bu laubalilik, bu sathilik, bu fikirsizlik ve bu hissizlikten kurtulmamız ne kadar elzemse bilhassa romanımızın terakkisi de edebiyatımızın inkişafını göstereceği cihetle o kadar temenniye şayandır.” (2024: 15). Hisar’a göre, diri ve dinç bir edebiyatın başlıca teminatı iyi romancılardır ya da bir başka deyişle edebiyatın üzerindeki ölü toprağını ancak iyi romancılar atarlar. Romanın gelişimi büyük oranda edebiyatın gelişimi demektir. Öyle ki roman, “tarihin, destanın, felsefenin, şiirin, ilmin, masalın bir mirasyedisidir.” (2024: 20). Tüm edebî türlerden beslenme potansiyeli olan bu türü yazar, netice itibarıyla karışık ve melez bir tür olarak görür. Bu yüzden romanın başta yazarından, ardından okurundan diğer türlere göre daha fazla emek ve entelektüel sermaye talep ettiğini ima eder.

Research paper thumbnail of Enformasyon Tufanı Karşısında Anlatının Krizi

Türk Dili, 2024

Byung-Chul Han’ın son dönem çalışmalarından biri olan Anlatının Krizi (Ketebe, 2024) Murat Erşen ... more Byung-Chul Han’ın son dönem çalışmalarından biri olan Anlatının Krizi (Ketebe, 2024) Murat Erşen tarafından Türkçeye kazandırıldı. Yaklaşık doksan sayfalık bu kısa kitapta yazar, anlatının enformasyonla olan cengine ve bunun neticelerinin insanlık üzerindeki etkilerine dikkatleri çekiyor. Eser, detaylı bir analiz sunan araştırma kitaplarından ziyade söz konusu cengin muhtemel tehlikelerine karşı okurunu uyaran kesif bir düşünce yazısı kıvamında görünüyor.

Kitapta temel olarak, dijital çağda dil ve anlatının, kapitalist güç odakları tarafından âdeta yıkıcı bir tufana dönüştürülen enformasyon karşısında yaşadığı kriz anlatılır. Bahsi geçen kriz sonucunda anlatının ruhunun zedelendiği, deyim yerindeyse storytelling’in (hikâye anlatma) storyselling’e (hikâye satma) dönüşmeye başladığı vurgulanır. Byung-Chul Han, enformasyonun anlatı üzerindeki sarsıcı etkisine işaret etmek için kitap boyunca bu kelimeyi genellikle gürültü, tufan, tsunami gibi daha ziyade olumsuz çağrışımlarla yüklü kelimelerle tamlayarak kullanır. Ona göre yeryüzündeki en büyük tehlikelerden biri, dil ve anlatının tamamen enformasyonun hâkimiyetine girmesi, hatta ona dönüşmesidir. Çünkü “enformasyon, dilin mutlak körelme aşamasını temsil eder.” (2024: 51). Dil ve anlatının kaybı aynı zamanda anlam, yorum ve deneyimin de kaybı demektir. Bu kayıplar da eninde sonunda mekanik ve tek tip bir insan modelini beraberinde getirecektir: Kontrol ve sömürüye karşı savunmasız bırakılmış pasif bir insanlık… Bu yüzden yazar, anlatısallığın kronolojik olgusallık ve şeffaflığa karşı verdiği mücadeleyi değerli bulur. Ona göre enformasyonun anlatıya galebe çaldığı bir bellek, organik bir tutarlılık ve bütünsellikten uzak olup rastgele bir araya getirilmiş imgelerle yığılı bir “hurdacı dükkânı”na benzer. Oysa “anlatı, ışık ile gölgenin, görünen ile görünmeyenin, yakınlık ile uzaklığın bir oyunudur. Şeffaflık, her anlatının temelini oluşturan bu diyalektik gerilimi yok eder.” (2024: 52). Zihni kışkırtan gerilim ve çatışmadan yoksun bir metin de zaten anlatıdan ziyade enformasyona yakındır. Çünkü anlatı, okurunu edilgen kılmak bir yana, onu anlam üretim sürecinin etken bir katılımcısı olarak konumlandırmak ister. Bu nedenle açıklama yapmak ya da bilgi vermekten mümkün olduğunca kaçınır. Walter Benjamin’in vurguladığı üzere, “aslında, hikâyeyi açıklama katmadan anlatabilmek, anlatma sanatının yarısı eder.” (2014: 82).

Research paper thumbnail of Unutulmuş Bir Seyahatnameyi Oryantalizm ve Oksidentalizm Odağında Yeniden Hatırlamak: Bir Türk Kızının Amerika Yolculuğu

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 2024

Bu çalışmada, 1935 yılında Akşam Matbaası tarafından yayımlanan ve günümüzde “unutulmuş bir seyah... more Bu çalışmada, 1935 yılında Akşam Matbaası tarafından yayımlanan ve günümüzde “unutulmuş bir seyahatname” olarak nitelendirilebilecek Bir Türk Kızının Amerika Yolculuğu adlı eser oryantalizm ve oksidentalizm ekseninde incelemeye alınmıştır. Her ne kadar eserin kapağında Faik Sabri Duran’ın adı yazsa da seyahate çıkan ve notları alan kişi onun kızı Lütfiye Duran’dır. Yaklaşık dört ay süren bu yolculukta Amerikalı Dr. Cosette Faust Newton da Lütfiye’ye eşlik eder. Böylelikle Batılı bir kadın-hükümran özne ile bir Türk kızını ortak bir serüvende, bazen dayanışma bazen çatışma içinde izleme imkânı doğar. Öte yandan Lütfiye’nin annesinin İngiliz, babasının ise daima Batılılaşma/modernleşme gayreti içinde bir birey olduğu düşünüldüğünde seyahatnamedeki kimlik meselesi daha kesif hâle gelir. Buradan hareketle çalışmada, gerek kitabın yazarı ve oluşum süreci gerek söz konusu iki kadının “yabancı mevcudiyetler”e bakışı, onlar karşısındaki konumlanışı ayrıntılı olarak incelenmiştir. Ayrıca Lütfiye’nin hem kendini “hür bir seyyah” olarak sunuşu hem saf Batılı bir özneye dair muhtelif izlenimleri de mercek altına alınmıştır. Bu incelemeleri daha derinlikli ve çok yönlü kılmak için ise oryantalizm ve oksidentalizm odaklı bir teorik zeminin oluşturulduğunu da söylemek gerekir. Bütün bu özellikleri itibarıyla Bir Türk Kızının Amerika Yolculuğu kitabını, Türk edebiyatının gezi yazısı kolunun unutulmuş bir değeri olarak nitelemek mümkündür.

Research paper thumbnail of Nail Vahdeti Çakırhan ve Şiiri

Söylem 3. Uluslararası Filoloji Sempozyumu Bildiri Tam Metinleri, 2024

1910 yılında Muğla’nın Ula ilçesinde doğan Nail Vahdeti Çakırhan gençlik yıllarını şairliğe, yeti... more 1910 yılında Muğla’nın Ula ilçesinde doğan Nail Vahdeti Çakırhan gençlik yıllarını şairliğe, yetişkinlik yıllarını ise mimarlığa adamış velut bir şahsiyettir. Kaleme aldığı muhtelif metinlerde “Nail V.”, “Nail Vahdeti” ve “Nail Çakırhan” imzalarını kullanan şairin ilk şiirleri, o yıllarda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da görev yapmakta olduğu Konya Lisesi’nde çıkan Kervan ve Halka Doğru dergilerinde yayımlanır. Sonraki yıllarda yazdığı şiirleri ise Resimli Ay, Resimli Hafta, Çınaraltı, Ses, Görüşler, Yeni Edebiyat ve Gerçek adlı dergilerde neşredilir. Öte yandan şairin yazdığı şiirler henüz lise yıllarındayken başına bela olmaya başlar. Şair, lise son sınıftayken arkadaşlarıyla beraber çıkardığı Halka Doğru dergisinde yayımlanan “Alev Yağmuru” adlı şiiri nedeniyle ilkin Konya’da, bu şiirin Hareket dergisinde yayımlanmasının ardından ise İstanbul’da yargılanır. Söz konusu şiir, aynı zamanda onun Nâzım Hikmet’le tanışmasına da vesile olur. Çakırhan ve Nâzım’ın dostlukları ilerleyen yıllarda gittikçe pekişir ve ikili, 1930’da 1+1=Bir adlı ortak bir şiir kitabı çıkarırlar. Bu kitapta “Nail V.” imzasını kullanan şairin heyecanı ve şiire ilgisi hat safhadadır. Ancak 1940’lı yıllardan sonra şairin şiirle kurduğu bağ zayıflamaya başlar. Nitekim son şiirinin yayımlanma tarihi 1945’tir. Bu tarihten itibaren Çakırhan’ın, yaşamına şair kimliğinden ziyade mimar kimliğiyle devam etme kararı aldığını söylemek mümkündür. Şairin biyografisine bütüncül olarak bakıldığında, ona asıl şöhretini kazandıranın da bu “alaylı mimar” kimliğinin olduğu görülür. Bununla birlikte bu çalışmada Çakırhan’ın ihmal edilen diğer kimliğine, şairliğine odaklanılmış ve onun bütün şiirlerini topladığı Daha Çok Onlar Yaşamalıydı kitabına yönelik etraflı bir incelemeye girişilmiştir.

Research paper thumbnail of Kurmacada Tarihi Yeniden Düşünmek: Yeni Tarihselcilik Kuramı Bağlamında İsimle Ateş Arasında

Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, 2024

Edebiyat ile tarih yan yana geldiklerinde genellikle keskin bir ayrımı da beraberinde getirirler.... more Edebiyat ile tarih yan yana geldiklerinde genellikle keskin bir ayrımı da beraberinde getirirler. Yaygın algıya göre edebiyat kurmacaya, tarih ise gerçekliğe dayanır; dolayısıyla bu denklemde sanatçı/yazar öznellikle, tarihçi de nesnellikle eşlenir. Ancak 1980’lerden itibaren Stephen Greenblatt önderliğindeki bazı eleştirmenler, edebiyat ile tarih arasındaki mesafenin sanıldığı kadar uzak olmadığını, hatta bu iki tür arasında muhtelif akrabalıklar bulunduğunu savunurlar. Söz konusu savlar neticesinde Yeni Tarihselcilik (New Historicism) adı verilen bir kuram doğar. Bu kuramın savunucularına göre, tarih ile iktidar yüzyıllardır yakın temas hâlindedir ve bu temas nedeniyle tarihçilerin bütünüyle nesnel olmalarına imkân yoktur. Bu durumda tarihin bilimsellik iddiası da doğal olarak şüpheli hâle gelir. Artık revaçta olan onun metinselliği ve kurgusallığıdır. Bütün bu tartışmalar zamanla edebî metinlere de sirayet eder. Nazan Bekiroğlu’nun İsimle Ateş Arasında romanı, bu anlamda çağdaşları arasında öne çıkar. Roman, olay örgüsünü doğrudan resmî tarihteki bilgilerin rehberliğinde kurmaya yanaşmaz; bunun yerine -Yeni Tarihselcilik kuramıyla benzer şekilde- verili bilgilere şüpheyle yaklaşmaktan yanadır. Tarihin iktidarla kurduğu yakın dostluğu, tarihçinin kaçınılmaz öznelliğini, tarihe içkin vaziyetteki kurgusallığı hatırlatarak okuru kurgusal bir pencereden tarih üzerinde yeniden düşünmeye davet eder. Buradan hareketle bu çalışmada disiplinler arası bir tavır benimsenmiş ve edebiyat ile tarih arasındaki türlü münasebetlere söz konusu roman üzerinden ışık tutmak amaçlanmıştır.

Research paper thumbnail of Selahattin Hilav’ın Edebiyat Yazıları’nda Kemal Tahir ve Tanpınar

Türk Edebiyatı, 2024

Felsefe ve edebiyat yazıları mevzubahis olduğunda akla gelen ilk isimlerden biridir Selahattin H... more Felsefe ve edebiyat yazıları mevzubahis olduğunda akla gelen ilk isimlerden biridir Selahattin Hilav. Yazar, bu alanlardaki muhtelif eleştiri ve incelemelerini Felsefe Yazıları ve Edebiyat Yazıları adlı iki kitapta toplar. Bu eserlerde sözünü esirgemeyen, sert mizaçlı bir eleştirmen görünümündedir. Hakikate varmayı öncelediğinden olsa gerek lafı dolandırmakla, sözlerine türlü kılıflar hazırlamakla uğraşmaz; ne söyleyecekse dosdoğru söyler!
Bu yazıda, Hilav’ın Edebiyat Yazıları adlı kitabında geniş yer verdiği iki isim üzerinde durulacaktır: Kemal Tahir ve Ahmet Hamdi Tanpınar. Daha spesifik şekilde söylenecek olursa yazıya asıl kıvılcımı veren, bu iki ismin belirli konulardaki ortaklıkları, akraba düşünce ve tavırlarıdır. Tahir ve Tanpınar’ın fikirleri kültürel süreklilik, tarih bilinci ve Batılılaşma meselelerinde büyük oranda örtüşür. Nitekim ikili, -Mustafa Şekip Tunç’un çevirileri aracılığıyla Türk düşünce hayatına giren- Henri Bergson’un durée (“bütünsel zaman anlayışı”) kavramından etkilenerek “kültürel süreklilik” ilkesine kıyasıya bağlanır.

Research paper thumbnail of Memduh Şevket Esendal’ın Bir Eleştirmen Olarak Portresi

Türk Edebiyatı, 2023

Türk edebiyatı tarihinin yeterince güneş görmeyen sayfalarındaki isimlerin başındadır Esendal. Öy... more Türk edebiyatı tarihinin yeterince güneş görmeyen sayfalarındaki isimlerin başındadır Esendal. Öykü, roman, mektup, anı gibi edebî türlerde rüştünü ispatlamış, kendi ses ve rengini bulmuş olmasına rağmen hak ettiği değerin uzağındadır. Her ne kadar Ayaşlı ile Kiracıları romanı, yazarını unutturacak kadar ünlense, bir başka deyişle imge gerçeğin önüne geçme noktasına gelse de diğer metinlerinin benzer kaderi paylaştığı pek söylenemez. Öte yandan sıralanan türlerden öykü ve mektubun, Esendal edebiyatında diğer türlere nazaran ağır bastığı da bir gerçektir. Nitekim yazarın kaleme aldığı öykülerin sayısı üç yüzü, çocuklarına yazdığı mektupların sayfası ise bin iki yüzü aşar. Sanatçının ihmal edilmiş vaziyetteki bu mektup külliyatı onun iki temel kimliğini, politik ve edebî hüviyetini aydınlatma noktasında benzersiz bir kaynak konumundadır. Gerek politik gerek edebî anlamda uçlarda dolaşmamayı, vitrinde gözükmemeyi âdeta kendine bir ilke edinen Esendal, hâliyle hayat yürüyüşünü de hep temkinli adımlarla sürdürmüş; buna rağmen her iki alanda da öncü ve özgün bir şahsiyet olarak dikkat çekmeyi başarmıştır. Dolayısıyla bahsi geçen mektuplar, bu gizemli şahsiyetin muhtelif hassasiyetlerine nüfuz etme imkânı vermesinin yanı sıra onun dünyayı görüş, anlayış ve kavrayış biçimine dair de çeşitli ipuçları sunar. Bu yazıda ise mektuplar üzerinden sanatçının eleştiri konusundaki düşünceleri, belki bir eleştirmen olarak portresinin naçizane bir çizimi ortaya konacaktır. Yine bu bağlamda yazarın ilerleme, değişim, Batılılaşma gibi akraba meseleler karşısında takındığı tavır da tartışmaya açılacaktır.

Research paper thumbnail of Memduh Şevket Esendal'ın Romancı Kimliği ve Ayaşlı ile Kiracıları'nın Mektuplardaki Hikâyesi

Akademik Dil ve Edebiyat Dergisi, 2023

Memduh Şevket Esendal, Türk öykücülüğünün ana arkını, geleneksel akışını değiştirmiş isimlerin ba... more Memduh Şevket Esendal, Türk öykücülüğünün ana arkını, geleneksel akışını değiştirmiş isimlerin başında gelir. Öyküde olayın hâkimiyetini kırarak muhtelif insanlık hâllerini merkeze alan; büyük zamanlar, ihtişamlı hayatlar, görkemli mekânlardan ziyade dikkatini “küçük” ve “sıradan” şeylere yoğunlaştıran yazar, bu yönleriyle çağdaşlarından ayrılır. Sanatçı, üslubunu mümkün olduğunca yalınlaştırma gayreti içindedir; çünkü edebî ve estetik derinliğe ancak bu yolla ulaşılabileceğine inanır. Bu çalışmada, ilkin yazarın söz konusu hassasiyetlerle oluşturduğu yazarlık kimliği odağa alınmış ve hemen ardından onun özellikle romancı kimliği üzerine eleştirel bir tartışma yürütülmüştür. Öte yandan bir romanın yazılma ve yayımlanma süreçlerinde saklı tutulan türlü sırlara, sancılara, endişelere ve dolayısıyla eserin arka planındaki hikâyeye ulaşma noktasında mektup, anı gibi edebî türler araştırmacıları velut neticelere götürebilir. Esendal söz konusu olduğunda ise mektuplar bu anlamda öne çıkar; çünkü yazarın, çocuklarına hitaben yazdığı yaklaşık bin iki yüz sayfalık bir mektup külliyatı bulunmaktadır. Bu mektuplarda onun şahsi ve edebî hayatıyla ilgili geniş bilgilere ulaşmak mümkündür. Bu yazı özelinde ise sanatçının Ayaşlı ile Kiracıları romanının hikâyesi mektuplar üzerinden etraflıca incelenmiş; romanın yazılış, basılış ve yayımlanış süreçlerinde karşılaşılan, maruz kalınan türlü güçlükler ortaya koyulmuştur.

Research paper thumbnail of Fahri Kaplan ile Velhâsıl Üzerine (Röportaj: Ahmet Duran Arslan)

Klaros, 2023

1. Kitabın en başında, bütün bölümlerin önünde Yahya Kemal’e ait bir epigraf yer alıyor. Epigrafı... more 1. Kitabın en başında, bütün bölümlerin önünde Yahya Kemal’e ait bir epigraf yer alıyor. Epigrafın hemen üzerindeki “Mısralarının aynasında halis şiirin müstesna ufuklarını temaşa ettiğimiz Yahya Kemal’in aziz ruhuna...” cümlesi ise kitabın şaire ithaf edildiğini gösteriyor. Dolayısıyla söyleşiye buradan, yani Yahya Kemal ile sizin şiiriniz arasındaki münasebetten başlamak biraz kaçınılmaz oldu benim için. Şair ve onun temsil ettiği saf şiir ile sizin şiiriniz arasında nasıl bir temas ya da yakınlık söz konusu, bu konuda neler söylersiniz?

2. Şimdi kitapta ağırlığı hissedilen bir kavramdan, yalnızlık meselesinden söz açmak istiyorum. Behçet Necatigil’in meşhur dizeleri aklıma geliyor: “Ey kalabalıkların gizli insanları / Kalkıp gitseniz adınız unutulur / Ben ismimi gök kubbeye / Yalnızlığımda yazdım”. Bu dizeler ise Velhâsıl’dan: “kendi kalesinde sırlı kalem / kabuğuna sığınmış bir aynayım”. Böyle bakınca dizelerin akraba olduğu aşikâr. Sözün özü, yalnızlık ile sanatsal üretim arasındaki ilişkiye dair düşüncelerinizi merak ediyorum.

Research paper thumbnail of Sait Faik Öyküsünde Şehir Sıkıntısı

Hece, 2023

Türk öyküsünün serüvenine bakıldığında, Sait Faik’in çoğunlukla bir tür “yol ayrımı” ya da “kırıl... more Türk öyküsünün serüvenine bakıldığında, Sait Faik’in çoğunlukla bir tür “yol ayrımı” ya da “kırılma noktası”yla ilişkilendirildiği görülür. Bunun yanı sıra seleflerinin izlerini takip etmeyen, asi bir karakterinin olduğu da sıkça dillendirilir. Yazarın bahsi geçen “başına buyruk öykücü tabiatı”nı görmek için illa tüm külliyatını okumak gerekmez; birkaç öyküsüyle yakın temasa geçildiğinde dahi bu tabiatın ipuçlarıyla karşılaşılabilir. Yazar, olay merkezli öykü geleneğinin izini sürmez; geniş zamanlar, ihtişamlı mekânlar, görkemli hayatlar onun yazma arzusunu kamçılamaz. Akıp giden hayatın alelade bir kesiti cezbeder onu, olağan ve sıradana içkin olan estetizmi yakalamaya çalışır. Gözünün gördüğü, kulağının duyduğu, parmaklarının hissettiği her şey yazılabilirdir onun için. Bu yönleriyle Memduh Şevket Esendal’ın öykü anlayışına göz kırpar. O da minik bir diyaloğu ya da tanıklık edilen kısacık bir anı öyküye dönüştürmede ustadır. Gerilimden beslenen olay örgülerine o da yüz vermez. Nitekim S. Dilek Yalçın-Çelik, bir yazısında her iki yazarın özgür ve öncü niteliklerini şöyle vurgular: “1930’lu yıllardan sonra, Memduh Şevket Esendal ve Sait Faik’in hikâyeleri, yeni ve modern bir kurgu ile kaleme alınırlar ve bu yazarlar kendilerinden önceki hikâyecilerden ayrılırlar. Türk hikâyesinin neredeyse tükenmez kaynağını oluştururlar.” (2002: 112)

Research paper thumbnail of Şiirin Retoriği'ne Dair

Zemin, 2022

“Ufuk Yazılar” ve “Ufuk Sorular” olmak üzere iki bölümden oluşuyor Şiirin Retoriği. İlk bölümde b... more “Ufuk Yazılar” ve “Ufuk Sorular” olmak üzere iki bölümden oluşuyor Şiirin Retoriği. İlk bölümde bir şiir kuramcısının, bir şiir eleştirmeninin sesi duyuluyor; ikinci bölümdeyse bir şairin… On beş yazının yer aldığı ilk kısımda, şiir üzerine çeşitli teorik düşünceler dile getirilip çoğu zaman bu düşünceler pratiğe dökülüyor. On bir yazının yer aldığı ikinci kısım ise muhtelif dergi ve şahsiyetlerin sorularına Mehmet Can Doğan’ın verdiği cevaplar üzerinden ilerliyor. Doğan, bir yandan okuru işin mutfağına davet edip tabiri caizse ona “şiirin yapılışı”nı gösteriyor; diğer yandan ise söz konusu sürece dair tecrübelerini, sancılarını, bilhassa kendi şiirsel serüvenini açık yüreklilikle paylaşıyor. Bölümlerin öncesine konumlandıran “Eşiksöz”de dile getirildiği üzere, “Şiirin Retoriği, dille kurulan şiir yapılarının okuru nasıl ikna ettiği/edebileceği üzerine -var olan birikim gözetilerek- geliştirilmiş düşünceleri, görüşleri içeriyor.”
Kitap, yerleşik şiir algısının “hakikatlerine” yönelik itirazlarıyla dikkat çekiyor. Bahsi geçen hakikatlerin üzerine kararlılıkla giderek onları tartışmaya açan muhalif çıkışlar bunlar… Eserde bu çıkışların ilki ve açık ara en kuvvetlisine, şiir/şair-gelenek ilişkisinde rastlanır. Bu bağlamda birçok edebî mahfil ve muhitin yanı sıra artık gündelik hayatın türlü sahnelerinde de şahısların ağzına pelesenk olmuş “gelenekten yararlanma” sözü, eleştirel biçimde irdelenir. Mehmet Can Doğan’a göre, ideolojik bakışın hâkimiyetinin hissedildiği “gelenekten yararlanma” sözü, şiire hizmet etmek bir yana; köhnemiş yapısıyla “gelenekle yaralama” kavramına dönüşmüştür. Gelenek saplantısı ise özgürlük ve özgünlük iddialarından uzak, yapay ve yüzeysel bir şiiri zorunlu kılacaktır. Hâlbuki koronun silik bir üyesi, seri üretim ağının sıradan bir parçası olmamak için kendiliğin keşfi şarttır. Bu da ancak varoluş sorumluluğunu üstlenip kendi ses ve rengini bulmakla mümkün olur. Öte yandan eğer dil şiirin yurdu, şairin toprağıysa ve aynı zamanda geleneğe de ev sahipliği yapıp onu koruma ve taşıma görevini üstleniyorsa; o zaman dili mesken edinmiş tüm şairler, onunla kaçınılmaz bir bağ kurmuş olurlar. Doğan’a göre, “böyle bir bilinç, dile her bir sözcüğün hafızası bulunduğu kabulüyle yaklaştığı gibi, sözcüklerin bir araya gelerek oluşturduğu özgün bağdaştırmalar ve bunların doğurduğu çağrışımlarla zaman ve mekân sınırlarının ortadan kalktığının da farkındadır. Şiirin dili zaman ve mekân ötesidir. Şiir, sonsuzluk duygusunu da buradan kazanır.” (2022: 203)

Research paper thumbnail of Fragmanlar: Gerçeklikten Koparılmış İmge'ye Dair

Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, 2022

Cemal Şakar’ın kaleme aldığı Fragmanlar, on sekiz kısa epizottan oluşuyor. “Gerçeklikten Koparılm... more Cemal Şakar’ın kaleme aldığı Fragmanlar, on sekiz kısa epizottan oluşuyor. “Gerçeklikten Koparılmış İmge” alt başlığını taşıyan kitapta, edebiyat ve sanatın temel kavramlarına ilişkin muhtelif tespitler lakonik şekilde dile getiriliyor. Bu bağlamda dil, üslup, biçim, imge, muhayyile, anlatıcı, bakış açısı, gerçekçilik, tarihsellik, toplumsallık, kültürel iktidar, düşünsel şiddet gibi odak figürlerin yanı sıra geleneksel tahkiye-modern kurmaca, orijinal-taklit, öznel-nesnel, bireysel-toplumsal, dönemsel-evrensel gibi ikili karşıtlıklar üzerine bazı düşünce egzersizlerine de yer veriliyor. Ayrıca bahsi geçen bölümlendirmelerde tematik bir bütünlük sağlama endişesi de göze çarpıyor.

Eserin, kendi iç hesaplaşmalarını büyük oranda tamamlamış, durgun bir zihnin ürünü olduğu aşikâr. Metindeki tanımlayıcı ifadelerle örülü didaktik üslubun hâkimiyetini de yine bu çerçevede değerlendirmek mümkün. Söz gelimi şu iki örneğe dikkat: “Hikâye mutlaka toplumsal ve kültürel süreçlerle güçlü bağlar kurarak öyküye maddi zemin sağlamalıdır” (Şakar 58). “Kötü öykü, bitmez tükenmez bir iştahla her şeyi söze döker. Oysa birçok duygu söze dökülemezdir. Susulması gereken yer iyi bilinmelidir. Susmak da metne dâhildir” (Şakar 60). Bununla beraber söz konusu üslubun, iyi niyetli bir deneyim paylaşımı arzusundan ileri geldiği kuvvetle muhtemel.

Research paper thumbnail of Bir Romanın Mektuplara Taşan Ağırlığı: Vassaf Bey

Türk Edebiyatı, 2022

Esendal ve roman kelimeleri bir araya gelince zihinlerde hemen hemen tek bir eser canlanır: Ayaşl... more Esendal ve roman kelimeleri bir araya gelince zihinlerde hemen hemen tek bir eser canlanır: Ayaşlı ile Kiracıları. Hâlbuki yazarın Miras ve Vassaf Bey olmak üzere iki romanı daha vardır. Araştırmacıların ilgisinin daha ziyade Ayaşlı ile Kiracıları’nda yoğunlaşmasının, diğer iki romanın tabiri caizse “ilgi açlığı”na maruz kalmasının muhtemel nedenlerinden biri, söz konusu metinlerin “eksik anlatı” statüsünde görülmeleri; yani tamamlan(a)mamış, yarım kalmış olmalarıdır. Bununla beraber eksik anlatıların izinin sürülmesi gerek edebiyat tarihleri gerek yazarların bireysel edebî sergüzeştleri bağlamında velut neticeler doğurabilir. Bu şiar doğrultusunda bu yazı kapsamında Esendal’ın “eksik anlatı”larından birine, Vassaf Bey’e odaklanılacaktır. Yazının temel amacı, romanın tematik dökümünü çıkarıp usulca geri çekilmek değil; onun, yazarın mektuplarındaki serencamına ışık tutmaktır. Bir başka deyişle türler arası bir bakış geliştirilerek bir romanın, aynı yazarın mektuplarına ne şekilde sirayet ettiğinin, bu mektuplarda nasıl temsil edildiğinin izi sürülecektir.

Research paper thumbnail of Esendal'ın Elmas'ı: Haşmet Gülkokan

Mavi Yeşil, 2022

Memduh Şevket Esendal, kitabın ortasından konuşan yazarlardandır. Lafı dolandırmayı, sözü süsleme... more Memduh Şevket Esendal, kitabın ortasından konuşan yazarlardandır. Lafı dolandırmayı, sözü süslemeyi pek sevmez; doğrudan girer konuya. Çokça bahsedilen doğallığı da buradan gelir. Yalınlık hamlesiyle derinlik kazanmanın peşindedir. Sıradanlığın gizemli doğasına inandığından olsa gerek, bütün işi gücü akıp giden zamanladır. Geçmiş ve gelecekten ziyade yaşanılan “an”a vakfeder tüm ilgisini. Göksel Aymaz’ın belirttiği üzere, “Esendal’ın hikâyelerinde hayat, her vakit olduğu gibi akıp gitmektedir ve siz o hayata, hikâye dolayısıyla belli bir anda durup dururken dâhil olur, bir parçasına takılır, belli bir süre tanıklık eder, sonra da apansız kopup ayrılıverirsiniz; ama o hayat hâlâ akıp gitmektedir; size sunulan, bu hayatın doğal bir kesitidir.” (1995: 12) Yazar, âdeta alternatif dünyalardaki muhtelif yaşam formlarına okuru birden çekiverir; onun biraz buralarda konaklamasına, çevresinde olup bitenleri deneyimlemesine izin verdikten sonra, onu zihnindeki kısa ve canlı imajlarla yolcu eder. Bu minvalde Necmeddin Halil Onan da şunları kaydeder: “O, insan hayatının türlü safhalarına bir projektör ışığı çevirmek yahut onu bir pertavsız altında seyrettirmek gibi iddialardan uzak, sanki o hayat safhasına basit bir pencere açardı ve siz oradan geçenleri rahat ve zevkli seyrederdiniz. Tıpkı uyanıp da evinizin penceresinden sokağa, denize, ufuklara bakar gibi…” (1952: 62) Elbette bu seyrin lezzeti kısıtlı oluşunda...

Research paper thumbnail of Denge, Tabiat ve Dıranas

Türk Dili, 2022

1973 yılında TRT’de yayınlanan ve sunuculuğunu Ahmet Oktay’ın yaptığı “Edebiyat Dünyası” adlı pro... more 1973 yılında TRT’de yayınlanan ve sunuculuğunu Ahmet Oktay’ın yaptığı “Edebiyat Dünyası” adlı programa verdiği demeçte, “Âdeta benim bütün şiirlerimin üstüne ‘Fahriye Abla’nın gölgesi sindi.” der Dıranas. Şair, mizahi bir şiir olarak kaleme aldığı ve uzun süre yayım- lamaktan çekindiği bu şiirin yarattığı ilgi ve heyecan karşısında hay- rete düşer. Şüphesiz ki onun ustalık eserlerinden biri değildir “Fahri- ye Abla”. Dıranas deyince akla ilk gelen diğer iki şiir de genellikle “Se- renad” ve “Olvido” olur. Oysa şairin -pek göz önünde olmasa da- “Kar”, “Ağrı” ve “Köpük” gibi estetik açıdan güçlü daha birçok şiiri vardır. Bu nedenle, bir sanatkârı değerlendirirken sadece bazı epistemik çevre- lerin çizdiği sınırlarla yetinmemek, verili bilgilerin ötesine geçmek gerekir. Çünkü sanatta sınır ihlali şarttır!

Research paper thumbnail of Esendal'dan Berceste Sözler

Söğüt, 2022

Memduh Şevket Esendal, edebiyat tarihindeki otodidakt şahsiyetlerin başında gelir. Savaş, göç, ge... more Memduh Şevket Esendal, edebiyat tarihindeki otodidakt şahsiyetlerin başında gelir. Savaş, göç, geçim sıkıntısı gibi türlü sebeplerle düzenli eğitim imkânı bulamayan yazar, kendi kendini yetiştirmek zorunda kalır. Fakat bu zoraki süreci olumsuz bir deneyim olarak kodlayıp bunun üzerine bir savunma mekanizması geliştirmez. Aksine, söz konusu süreci bir motivasyon kaynağına dönüştürerek ebedî öğrenme arzusunun emrine amade eder. Nitekim küçük oğlu Ahmet’e yazdığı 27 Şubat 1934 tarihli bir mektubunda şöyle der: “İnsan durup dururken olup, yetişip kemale gelmez; düşünmek ve kendi kendini oldurmak gerekir.” (2003: 63) Menzil bellidir: Tekâmül. Bununla beraber menzile erişmek, ancak meşakkatli bir yolculuğu tamamlamakla mümkün olur. Böylelikle sanatçı her geçen gün kalemini daha güçlü kılmanın yollarını arar. İsmail Çetişli’nin bildirdiği üzere, “Güçlü bir Türkçecilik şuuruna sahip olan Esendal’ın dil ve üslubu sürekli bir dinamizm içinde olmuş; yarım asra yaklaşan sanat hayatı müddetince de değişip gelişmiştir.” (2002: 425-426) Söz konusu dinamizmin eleştirel düşünme ve yazma pratikleriyle birleşmesiyle daha müşkülpesent bir karaktere dönüşen yazarın, hâliyle cümleleri de günbegün kesifleşir. Bu cümleler için Behçet Çelik şöyle söyler: “İçinde hikâye taşıyan cümlelerle anlatır derdini.” (2005: 147) Sözü daha fazla uzatmadan hadi gelin, Esendal’ın hikâye yüklü şu sözlerine hep birlikte kulak verelim:

Research paper thumbnail of Esendal ve Takıntılı Karakterleri

Türk Dili, 2021

Memduh Şevket Esendal, “büyük anlatı” arzusu içindeki yazarlardan değildir. Geniş zamanlar, ihtiş... more Memduh Şevket Esendal, “büyük anlatı” arzusu içindeki yazarlardan değildir. Geniş zamanlar, ihtişamlı hayatlar, incelikli mekânlar, ağdalı sözcüklerden ziyade daha çok “küçük şeyler”e vakfeder ilgisini. Doğal, sıradan, sade anların koleksiyoncusu gibidir bir bakıma. Sadeliğin -yaygın algının tersine- basitlik anlamına gelmeyip derinlik yaratmanın en tabii yollarından biri olduğuna inanır. Hivren Demir-Atay’ın belirttiği üzere “Sıradanlık, yalınlık, küçük dünyalar, Esendal’ın öykü evrenini kuran temel unsurlardır.” (2002: 89) Bu bağlamda İsmail Çetişli de benzer görüştedir: “Gerçek bir ‘sohbet adamı’ olan Memduh Şevket, hayatı boyunca hep yerli ve içimizden biri olarak yaşamış, bize has dekorlar içinde ve kendi kıymet hükümlerimizle şekillenmiş, ‘küçük insan’lardan müteşekkil bir cemiyet ve tabiatla iç içe bir hayatın özlemini duymuştur.” (2002: 416) Yazarın bu özellikleri, zamanında Haldun Taner’in de dikkatini çeker. Nitekim Esendal’ın ölümü üzerine kaleme aldığı bir yazıda Taner, şu ifadeleri kullanır: “Memduh Şevket Esendal Türk hikâyeciliğinin temel direklerinden biri ve hele bugünkü modern hikâye anlayışının bizdeki ilk çığır açıcısı idi.” (1952: 648) Ardından yazarın klasik hikâye tarzını aşma cesaretini ve maharetini takdir ederek şöyle devam eder: “Esendal kurulu bir zemberekle harekete geçen ve bundan dolayı da ister istemez suni ve kuklavari olmaktan kurtulamayan şahıslar ve vakalar yerine, önümüze gerçek olaylar, nefes alıp veren insanlar çizen, bir kelime ile bize belirli bir vaka anlatmaktan çok, önümüze başsız sonsuz bir hayat parçası seren ilk Türk hikâyecisidir.” (1952: 649) Bu sözleriyle sentetik ve mekanik metinlerin karşısında olduğunu ima eden Taner, Esendal’ın metinlerini içinde barındırdığı ruh ve samimiyet açısından önemser. Ona göre, ölü doğmaya mahkûm çocuklara bir umut, bir can getirmiştir Esendal.

Research paper thumbnail of Esendal Kimleri Okur, Kimler Gibi Yazmak İsterdi?

Türk Edebiyatı, 2021

Memduh Şevket Esendal, yazıyı bir sığınma mekânı olarak gören isimlerin başında gelir. Yazar, ken... more Memduh Şevket Esendal, yazıyı bir sığınma mekânı olarak gören isimlerin başında gelir. Yazar, kendini karanlıkta hissettiği her vakit ilk iş olarak kalemini kuşanır. Özellikle Bakü Mümessilliği (1920-1924), Tahran Büyükelçiliği (1925-1930) ve Kâbil Büyükelçiliği (1933-1941) gibi siyasi görevleri nedeniyle yurt dışında, ailesinden uzakta olduğu yıllarda kendini aciz, yalnız ve depresif hisseder. Nitekim 4 Mayıs 1928 tarihli bir mektubunda oğlu Mehmet Suat’a şöyle yazar: “Ben burada pek çetin bir hayat yaşamaktayım. Ve hem bir iş görebilmek, hem de ailemizin biraz selametini temin edebilmiş olmak için buna katlanmak mecburiyetindeyim. Fakat çok defa bu yalnızlık ve bu uzak olmak fikri beni o kadar tazyik ediyor ki esasen şen, mütehammil ve lakayt olan tabiatımı değiştiriyor ve somurtkan, bedbin, her şeyi karanlık ve fena görür ve düşünür bir adam yapıyor.” Yazar, görev gereği bulunduğu Tahran’da yoğun bir “boğulma hissi” yaşar. Bir nevi “zoraki diplomatlık” söz konusudur. “Katlanmak mecburiyeti” onu öyle bir baskılar ki sonunda tabiatı dahi değişme noktasına gelir. Yazar, bu dar zamanlarda çareyi yazmakta bulur: “Bundan kurtulmak için en güzel çare, benim için, oturup size mektup yazmak ve sizden gelen mektupları okumak, hiç olmaz ise bu kadarcık olsun alaka ve rabıtada bulunmaktır.” Yazı, tabiri caizse yazarın münferit ve mecruh ruhuna eşlik ederek onu, içine gömüldüğü yalnızlık hissinden bir nebze uzaklaştırır. Üstelik mektuplar, yazar ile ailesi arasındaki iletişimi sağlaması itibarıyla da bir nevi elçilik görevini üstlenirler.

Yazarın, görev yaptığı bir diğer şehir olan Kabul’da da ruhunun pek huzurlu olduğu söylenemez. Zira kendini yine yalnız ve savunmasız hisseder. 24 Haziran 1940 tarihli bir başka mektubunda bu sefer kızı Emine’ye şöyle yazar: “Kızım Canım, Hindistan’dan döndüm, eyiyim. Gene Kabul’un hep birbirine benzeyen günlerini yaşamağa başladım. Bilmiyorum ki benim yazıcılığım olmasa, bütün bu yaşayış bana nakadar ağır gelirdi! Bu elli-altmış yılı nasıl yaşar, geçirirdim. Şimdi, iç sıkıntıları ile geçecek bütün saatleri, yazı örtüyor. […] Bu yazmak, yalnız sizlere okutmak düşüncesi ile yazmak beni nakadar avutuyor. Bu olmasaydı, benim çok günlerim büyük, çekilmez sıkıntılar içinde geçerdi.” Yaşadığı mekânın bunaltıcı atmosferinden, tekdüzeliğinden memnun olmayan Esendal’ın elinde neyse ki yazı gibi güçlü bir kozu vardır. Yazar, yazının sağaltıcı etkisine yürekten inanır: “Yazı ile uğraşmanın insanı sağlığa çıkarır, yüksek bir gücü vardır.” Ona göre yazı, gündelik hayatın maruz kalınan boğucu havasını örter; açtığı alternatif dünya kapılarıyla kişiyi teselli eder ve en önemlisi eşlik ettiği ruhu ihya eder.

Research paper thumbnail of Söylem Filoloji Dergisi 9/3 (Söylem Journal of Philology 9/3)

Günce Yayınları, 2024

Söylem Filoloji Dergisi, Aralık 2024 sayısı ile dokuzuncu yılını tamamladı ve yeni yılda 10. yıla... more Söylem Filoloji Dergisi, Aralık 2024 sayısı ile dokuzuncu yılını tamamladı ve yeni yılda 10. yıla girdi. Sayı içinde modern edebiyat, halk bilimi, göstergebilim, çeviribilim ve dilbilim alanlarında çalışmalar bulunuyor.

Research paper thumbnail of Eleştiriyorum 1 (üç aylık yazınsal eleştiri dergisi)

Research paper thumbnail of Abdülhak Şinasi Hisar'ın Romana Dair Düşünceleri: Edebiyat Yazıları 1-2

Türk Dili, 2024

Okur, Abdülhak Şinasi Hisar’ın eserlerine telif meselesindeki anlaşmazlıklar yüzünden uzun yıllar... more Okur, Abdülhak Şinasi Hisar’ın eserlerine telif meselesindeki anlaşmazlıklar yüzünden uzun yıllardır hasretti. Neyse ki Everest Yayınları, bahsi geçen problemleri yakın zamanda çözerek yazarın eserlerini muhtelif baskı seçenekleriyle okurla buluşturmaya başladı. “Abdülhak Şinasi Hisar Külliyatı” kapsamında şimdiye dek yazarın on üç farklı kitabı yayımlandı. Edebiyat Yazıları 1-2 ise külliyatın bu yıl içinde yayınlanan son iki kitabı olup şimdiden dikkatleri bir hayli üzerine çekmiş görünüyor.
Edebiyat Yazıları 1’de yazarın sanat ve fanilik, mazinin kaçınılmazlığı, hakiki sanat eseri, edebiyatta mükemmellik, kitaplar ve okurlar gibi çok farklı konulardaki yazıları bir araya getirilmişken, Edebiyat Yazıları 2’nin belkemiğini oluşturan daha ziyade yazarın roman üzerine düşünceleridir. Bu kışkırtıcı ve zihin açıcı düşüncelerin, edebiyat yazılarının ikinci cildinin değerine değer kattığı söylenebilir. Bu yazılar etraflıca incelendiğinde Hisar’ın, romanı diğer edebî türler arasında ayrıcalıklı bir yere koyduğu ve bir nevi “hâkim tür” olarak nitelediği görülür. Nitekim 17 Şubat 1931’de Milliyet’te yayımlanan “Haftalık Edebî Musahabe: Roman Nedir, Niçin ve Nasıl Yazılır?” başlıklı yazısında şöyle der: “Kuvvetli bir romancı yetiştiremeyen bir edebiyat, zinde ve sıhhatte sayılamaz. Bu laubalilik, bu sathilik, bu fikirsizlik ve bu hissizlikten kurtulmamız ne kadar elzemse bilhassa romanımızın terakkisi de edebiyatımızın inkişafını göstereceği cihetle o kadar temenniye şayandır.” (2024: 15). Hisar’a göre, diri ve dinç bir edebiyatın başlıca teminatı iyi romancılardır ya da bir başka deyişle edebiyatın üzerindeki ölü toprağını ancak iyi romancılar atarlar. Romanın gelişimi büyük oranda edebiyatın gelişimi demektir. Öyle ki roman, “tarihin, destanın, felsefenin, şiirin, ilmin, masalın bir mirasyedisidir.” (2024: 20). Tüm edebî türlerden beslenme potansiyeli olan bu türü yazar, netice itibarıyla karışık ve melez bir tür olarak görür. Bu yüzden romanın başta yazarından, ardından okurundan diğer türlere göre daha fazla emek ve entelektüel sermaye talep ettiğini ima eder.

Research paper thumbnail of Enformasyon Tufanı Karşısında Anlatının Krizi

Türk Dili, 2024

Byung-Chul Han’ın son dönem çalışmalarından biri olan Anlatının Krizi (Ketebe, 2024) Murat Erşen ... more Byung-Chul Han’ın son dönem çalışmalarından biri olan Anlatının Krizi (Ketebe, 2024) Murat Erşen tarafından Türkçeye kazandırıldı. Yaklaşık doksan sayfalık bu kısa kitapta yazar, anlatının enformasyonla olan cengine ve bunun neticelerinin insanlık üzerindeki etkilerine dikkatleri çekiyor. Eser, detaylı bir analiz sunan araştırma kitaplarından ziyade söz konusu cengin muhtemel tehlikelerine karşı okurunu uyaran kesif bir düşünce yazısı kıvamında görünüyor.

Kitapta temel olarak, dijital çağda dil ve anlatının, kapitalist güç odakları tarafından âdeta yıkıcı bir tufana dönüştürülen enformasyon karşısında yaşadığı kriz anlatılır. Bahsi geçen kriz sonucunda anlatının ruhunun zedelendiği, deyim yerindeyse storytelling’in (hikâye anlatma) storyselling’e (hikâye satma) dönüşmeye başladığı vurgulanır. Byung-Chul Han, enformasyonun anlatı üzerindeki sarsıcı etkisine işaret etmek için kitap boyunca bu kelimeyi genellikle gürültü, tufan, tsunami gibi daha ziyade olumsuz çağrışımlarla yüklü kelimelerle tamlayarak kullanır. Ona göre yeryüzündeki en büyük tehlikelerden biri, dil ve anlatının tamamen enformasyonun hâkimiyetine girmesi, hatta ona dönüşmesidir. Çünkü “enformasyon, dilin mutlak körelme aşamasını temsil eder.” (2024: 51). Dil ve anlatının kaybı aynı zamanda anlam, yorum ve deneyimin de kaybı demektir. Bu kayıplar da eninde sonunda mekanik ve tek tip bir insan modelini beraberinde getirecektir: Kontrol ve sömürüye karşı savunmasız bırakılmış pasif bir insanlık… Bu yüzden yazar, anlatısallığın kronolojik olgusallık ve şeffaflığa karşı verdiği mücadeleyi değerli bulur. Ona göre enformasyonun anlatıya galebe çaldığı bir bellek, organik bir tutarlılık ve bütünsellikten uzak olup rastgele bir araya getirilmiş imgelerle yığılı bir “hurdacı dükkânı”na benzer. Oysa “anlatı, ışık ile gölgenin, görünen ile görünmeyenin, yakınlık ile uzaklığın bir oyunudur. Şeffaflık, her anlatının temelini oluşturan bu diyalektik gerilimi yok eder.” (2024: 52). Zihni kışkırtan gerilim ve çatışmadan yoksun bir metin de zaten anlatıdan ziyade enformasyona yakındır. Çünkü anlatı, okurunu edilgen kılmak bir yana, onu anlam üretim sürecinin etken bir katılımcısı olarak konumlandırmak ister. Bu nedenle açıklama yapmak ya da bilgi vermekten mümkün olduğunca kaçınır. Walter Benjamin’in vurguladığı üzere, “aslında, hikâyeyi açıklama katmadan anlatabilmek, anlatma sanatının yarısı eder.” (2014: 82).

Research paper thumbnail of Unutulmuş Bir Seyahatnameyi Oryantalizm ve Oksidentalizm Odağında Yeniden Hatırlamak: Bir Türk Kızının Amerika Yolculuğu

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 2024

Bu çalışmada, 1935 yılında Akşam Matbaası tarafından yayımlanan ve günümüzde “unutulmuş bir seyah... more Bu çalışmada, 1935 yılında Akşam Matbaası tarafından yayımlanan ve günümüzde “unutulmuş bir seyahatname” olarak nitelendirilebilecek Bir Türk Kızının Amerika Yolculuğu adlı eser oryantalizm ve oksidentalizm ekseninde incelemeye alınmıştır. Her ne kadar eserin kapağında Faik Sabri Duran’ın adı yazsa da seyahate çıkan ve notları alan kişi onun kızı Lütfiye Duran’dır. Yaklaşık dört ay süren bu yolculukta Amerikalı Dr. Cosette Faust Newton da Lütfiye’ye eşlik eder. Böylelikle Batılı bir kadın-hükümran özne ile bir Türk kızını ortak bir serüvende, bazen dayanışma bazen çatışma içinde izleme imkânı doğar. Öte yandan Lütfiye’nin annesinin İngiliz, babasının ise daima Batılılaşma/modernleşme gayreti içinde bir birey olduğu düşünüldüğünde seyahatnamedeki kimlik meselesi daha kesif hâle gelir. Buradan hareketle çalışmada, gerek kitabın yazarı ve oluşum süreci gerek söz konusu iki kadının “yabancı mevcudiyetler”e bakışı, onlar karşısındaki konumlanışı ayrıntılı olarak incelenmiştir. Ayrıca Lütfiye’nin hem kendini “hür bir seyyah” olarak sunuşu hem saf Batılı bir özneye dair muhtelif izlenimleri de mercek altına alınmıştır. Bu incelemeleri daha derinlikli ve çok yönlü kılmak için ise oryantalizm ve oksidentalizm odaklı bir teorik zeminin oluşturulduğunu da söylemek gerekir. Bütün bu özellikleri itibarıyla Bir Türk Kızının Amerika Yolculuğu kitabını, Türk edebiyatının gezi yazısı kolunun unutulmuş bir değeri olarak nitelemek mümkündür.

Research paper thumbnail of Nail Vahdeti Çakırhan ve Şiiri

Söylem 3. Uluslararası Filoloji Sempozyumu Bildiri Tam Metinleri, 2024

1910 yılında Muğla’nın Ula ilçesinde doğan Nail Vahdeti Çakırhan gençlik yıllarını şairliğe, yeti... more 1910 yılında Muğla’nın Ula ilçesinde doğan Nail Vahdeti Çakırhan gençlik yıllarını şairliğe, yetişkinlik yıllarını ise mimarlığa adamış velut bir şahsiyettir. Kaleme aldığı muhtelif metinlerde “Nail V.”, “Nail Vahdeti” ve “Nail Çakırhan” imzalarını kullanan şairin ilk şiirleri, o yıllarda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da görev yapmakta olduğu Konya Lisesi’nde çıkan Kervan ve Halka Doğru dergilerinde yayımlanır. Sonraki yıllarda yazdığı şiirleri ise Resimli Ay, Resimli Hafta, Çınaraltı, Ses, Görüşler, Yeni Edebiyat ve Gerçek adlı dergilerde neşredilir. Öte yandan şairin yazdığı şiirler henüz lise yıllarındayken başına bela olmaya başlar. Şair, lise son sınıftayken arkadaşlarıyla beraber çıkardığı Halka Doğru dergisinde yayımlanan “Alev Yağmuru” adlı şiiri nedeniyle ilkin Konya’da, bu şiirin Hareket dergisinde yayımlanmasının ardından ise İstanbul’da yargılanır. Söz konusu şiir, aynı zamanda onun Nâzım Hikmet’le tanışmasına da vesile olur. Çakırhan ve Nâzım’ın dostlukları ilerleyen yıllarda gittikçe pekişir ve ikili, 1930’da 1+1=Bir adlı ortak bir şiir kitabı çıkarırlar. Bu kitapta “Nail V.” imzasını kullanan şairin heyecanı ve şiire ilgisi hat safhadadır. Ancak 1940’lı yıllardan sonra şairin şiirle kurduğu bağ zayıflamaya başlar. Nitekim son şiirinin yayımlanma tarihi 1945’tir. Bu tarihten itibaren Çakırhan’ın, yaşamına şair kimliğinden ziyade mimar kimliğiyle devam etme kararı aldığını söylemek mümkündür. Şairin biyografisine bütüncül olarak bakıldığında, ona asıl şöhretini kazandıranın da bu “alaylı mimar” kimliğinin olduğu görülür. Bununla birlikte bu çalışmada Çakırhan’ın ihmal edilen diğer kimliğine, şairliğine odaklanılmış ve onun bütün şiirlerini topladığı Daha Çok Onlar Yaşamalıydı kitabına yönelik etraflı bir incelemeye girişilmiştir.

Research paper thumbnail of Kurmacada Tarihi Yeniden Düşünmek: Yeni Tarihselcilik Kuramı Bağlamında İsimle Ateş Arasında

Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, 2024

Edebiyat ile tarih yan yana geldiklerinde genellikle keskin bir ayrımı da beraberinde getirirler.... more Edebiyat ile tarih yan yana geldiklerinde genellikle keskin bir ayrımı da beraberinde getirirler. Yaygın algıya göre edebiyat kurmacaya, tarih ise gerçekliğe dayanır; dolayısıyla bu denklemde sanatçı/yazar öznellikle, tarihçi de nesnellikle eşlenir. Ancak 1980’lerden itibaren Stephen Greenblatt önderliğindeki bazı eleştirmenler, edebiyat ile tarih arasındaki mesafenin sanıldığı kadar uzak olmadığını, hatta bu iki tür arasında muhtelif akrabalıklar bulunduğunu savunurlar. Söz konusu savlar neticesinde Yeni Tarihselcilik (New Historicism) adı verilen bir kuram doğar. Bu kuramın savunucularına göre, tarih ile iktidar yüzyıllardır yakın temas hâlindedir ve bu temas nedeniyle tarihçilerin bütünüyle nesnel olmalarına imkân yoktur. Bu durumda tarihin bilimsellik iddiası da doğal olarak şüpheli hâle gelir. Artık revaçta olan onun metinselliği ve kurgusallığıdır. Bütün bu tartışmalar zamanla edebî metinlere de sirayet eder. Nazan Bekiroğlu’nun İsimle Ateş Arasında romanı, bu anlamda çağdaşları arasında öne çıkar. Roman, olay örgüsünü doğrudan resmî tarihteki bilgilerin rehberliğinde kurmaya yanaşmaz; bunun yerine -Yeni Tarihselcilik kuramıyla benzer şekilde- verili bilgilere şüpheyle yaklaşmaktan yanadır. Tarihin iktidarla kurduğu yakın dostluğu, tarihçinin kaçınılmaz öznelliğini, tarihe içkin vaziyetteki kurgusallığı hatırlatarak okuru kurgusal bir pencereden tarih üzerinde yeniden düşünmeye davet eder. Buradan hareketle bu çalışmada disiplinler arası bir tavır benimsenmiş ve edebiyat ile tarih arasındaki türlü münasebetlere söz konusu roman üzerinden ışık tutmak amaçlanmıştır.

Research paper thumbnail of Selahattin Hilav’ın Edebiyat Yazıları’nda Kemal Tahir ve Tanpınar

Türk Edebiyatı, 2024

Felsefe ve edebiyat yazıları mevzubahis olduğunda akla gelen ilk isimlerden biridir Selahattin H... more Felsefe ve edebiyat yazıları mevzubahis olduğunda akla gelen ilk isimlerden biridir Selahattin Hilav. Yazar, bu alanlardaki muhtelif eleştiri ve incelemelerini Felsefe Yazıları ve Edebiyat Yazıları adlı iki kitapta toplar. Bu eserlerde sözünü esirgemeyen, sert mizaçlı bir eleştirmen görünümündedir. Hakikate varmayı öncelediğinden olsa gerek lafı dolandırmakla, sözlerine türlü kılıflar hazırlamakla uğraşmaz; ne söyleyecekse dosdoğru söyler!
Bu yazıda, Hilav’ın Edebiyat Yazıları adlı kitabında geniş yer verdiği iki isim üzerinde durulacaktır: Kemal Tahir ve Ahmet Hamdi Tanpınar. Daha spesifik şekilde söylenecek olursa yazıya asıl kıvılcımı veren, bu iki ismin belirli konulardaki ortaklıkları, akraba düşünce ve tavırlarıdır. Tahir ve Tanpınar’ın fikirleri kültürel süreklilik, tarih bilinci ve Batılılaşma meselelerinde büyük oranda örtüşür. Nitekim ikili, -Mustafa Şekip Tunç’un çevirileri aracılığıyla Türk düşünce hayatına giren- Henri Bergson’un durée (“bütünsel zaman anlayışı”) kavramından etkilenerek “kültürel süreklilik” ilkesine kıyasıya bağlanır.

Research paper thumbnail of Memduh Şevket Esendal’ın Bir Eleştirmen Olarak Portresi

Türk Edebiyatı, 2023

Türk edebiyatı tarihinin yeterince güneş görmeyen sayfalarındaki isimlerin başındadır Esendal. Öy... more Türk edebiyatı tarihinin yeterince güneş görmeyen sayfalarındaki isimlerin başındadır Esendal. Öykü, roman, mektup, anı gibi edebî türlerde rüştünü ispatlamış, kendi ses ve rengini bulmuş olmasına rağmen hak ettiği değerin uzağındadır. Her ne kadar Ayaşlı ile Kiracıları romanı, yazarını unutturacak kadar ünlense, bir başka deyişle imge gerçeğin önüne geçme noktasına gelse de diğer metinlerinin benzer kaderi paylaştığı pek söylenemez. Öte yandan sıralanan türlerden öykü ve mektubun, Esendal edebiyatında diğer türlere nazaran ağır bastığı da bir gerçektir. Nitekim yazarın kaleme aldığı öykülerin sayısı üç yüzü, çocuklarına yazdığı mektupların sayfası ise bin iki yüzü aşar. Sanatçının ihmal edilmiş vaziyetteki bu mektup külliyatı onun iki temel kimliğini, politik ve edebî hüviyetini aydınlatma noktasında benzersiz bir kaynak konumundadır. Gerek politik gerek edebî anlamda uçlarda dolaşmamayı, vitrinde gözükmemeyi âdeta kendine bir ilke edinen Esendal, hâliyle hayat yürüyüşünü de hep temkinli adımlarla sürdürmüş; buna rağmen her iki alanda da öncü ve özgün bir şahsiyet olarak dikkat çekmeyi başarmıştır. Dolayısıyla bahsi geçen mektuplar, bu gizemli şahsiyetin muhtelif hassasiyetlerine nüfuz etme imkânı vermesinin yanı sıra onun dünyayı görüş, anlayış ve kavrayış biçimine dair de çeşitli ipuçları sunar. Bu yazıda ise mektuplar üzerinden sanatçının eleştiri konusundaki düşünceleri, belki bir eleştirmen olarak portresinin naçizane bir çizimi ortaya konacaktır. Yine bu bağlamda yazarın ilerleme, değişim, Batılılaşma gibi akraba meseleler karşısında takındığı tavır da tartışmaya açılacaktır.

Research paper thumbnail of Memduh Şevket Esendal'ın Romancı Kimliği ve Ayaşlı ile Kiracıları'nın Mektuplardaki Hikâyesi

Akademik Dil ve Edebiyat Dergisi, 2023

Memduh Şevket Esendal, Türk öykücülüğünün ana arkını, geleneksel akışını değiştirmiş isimlerin ba... more Memduh Şevket Esendal, Türk öykücülüğünün ana arkını, geleneksel akışını değiştirmiş isimlerin başında gelir. Öyküde olayın hâkimiyetini kırarak muhtelif insanlık hâllerini merkeze alan; büyük zamanlar, ihtişamlı hayatlar, görkemli mekânlardan ziyade dikkatini “küçük” ve “sıradan” şeylere yoğunlaştıran yazar, bu yönleriyle çağdaşlarından ayrılır. Sanatçı, üslubunu mümkün olduğunca yalınlaştırma gayreti içindedir; çünkü edebî ve estetik derinliğe ancak bu yolla ulaşılabileceğine inanır. Bu çalışmada, ilkin yazarın söz konusu hassasiyetlerle oluşturduğu yazarlık kimliği odağa alınmış ve hemen ardından onun özellikle romancı kimliği üzerine eleştirel bir tartışma yürütülmüştür. Öte yandan bir romanın yazılma ve yayımlanma süreçlerinde saklı tutulan türlü sırlara, sancılara, endişelere ve dolayısıyla eserin arka planındaki hikâyeye ulaşma noktasında mektup, anı gibi edebî türler araştırmacıları velut neticelere götürebilir. Esendal söz konusu olduğunda ise mektuplar bu anlamda öne çıkar; çünkü yazarın, çocuklarına hitaben yazdığı yaklaşık bin iki yüz sayfalık bir mektup külliyatı bulunmaktadır. Bu mektuplarda onun şahsi ve edebî hayatıyla ilgili geniş bilgilere ulaşmak mümkündür. Bu yazı özelinde ise sanatçının Ayaşlı ile Kiracıları romanının hikâyesi mektuplar üzerinden etraflıca incelenmiş; romanın yazılış, basılış ve yayımlanış süreçlerinde karşılaşılan, maruz kalınan türlü güçlükler ortaya koyulmuştur.

Research paper thumbnail of Fahri Kaplan ile Velhâsıl Üzerine (Röportaj: Ahmet Duran Arslan)

Klaros, 2023

1. Kitabın en başında, bütün bölümlerin önünde Yahya Kemal’e ait bir epigraf yer alıyor. Epigrafı... more 1. Kitabın en başında, bütün bölümlerin önünde Yahya Kemal’e ait bir epigraf yer alıyor. Epigrafın hemen üzerindeki “Mısralarının aynasında halis şiirin müstesna ufuklarını temaşa ettiğimiz Yahya Kemal’in aziz ruhuna...” cümlesi ise kitabın şaire ithaf edildiğini gösteriyor. Dolayısıyla söyleşiye buradan, yani Yahya Kemal ile sizin şiiriniz arasındaki münasebetten başlamak biraz kaçınılmaz oldu benim için. Şair ve onun temsil ettiği saf şiir ile sizin şiiriniz arasında nasıl bir temas ya da yakınlık söz konusu, bu konuda neler söylersiniz?

2. Şimdi kitapta ağırlığı hissedilen bir kavramdan, yalnızlık meselesinden söz açmak istiyorum. Behçet Necatigil’in meşhur dizeleri aklıma geliyor: “Ey kalabalıkların gizli insanları / Kalkıp gitseniz adınız unutulur / Ben ismimi gök kubbeye / Yalnızlığımda yazdım”. Bu dizeler ise Velhâsıl’dan: “kendi kalesinde sırlı kalem / kabuğuna sığınmış bir aynayım”. Böyle bakınca dizelerin akraba olduğu aşikâr. Sözün özü, yalnızlık ile sanatsal üretim arasındaki ilişkiye dair düşüncelerinizi merak ediyorum.

Research paper thumbnail of Sait Faik Öyküsünde Şehir Sıkıntısı

Hece, 2023

Türk öyküsünün serüvenine bakıldığında, Sait Faik’in çoğunlukla bir tür “yol ayrımı” ya da “kırıl... more Türk öyküsünün serüvenine bakıldığında, Sait Faik’in çoğunlukla bir tür “yol ayrımı” ya da “kırılma noktası”yla ilişkilendirildiği görülür. Bunun yanı sıra seleflerinin izlerini takip etmeyen, asi bir karakterinin olduğu da sıkça dillendirilir. Yazarın bahsi geçen “başına buyruk öykücü tabiatı”nı görmek için illa tüm külliyatını okumak gerekmez; birkaç öyküsüyle yakın temasa geçildiğinde dahi bu tabiatın ipuçlarıyla karşılaşılabilir. Yazar, olay merkezli öykü geleneğinin izini sürmez; geniş zamanlar, ihtişamlı mekânlar, görkemli hayatlar onun yazma arzusunu kamçılamaz. Akıp giden hayatın alelade bir kesiti cezbeder onu, olağan ve sıradana içkin olan estetizmi yakalamaya çalışır. Gözünün gördüğü, kulağının duyduğu, parmaklarının hissettiği her şey yazılabilirdir onun için. Bu yönleriyle Memduh Şevket Esendal’ın öykü anlayışına göz kırpar. O da minik bir diyaloğu ya da tanıklık edilen kısacık bir anı öyküye dönüştürmede ustadır. Gerilimden beslenen olay örgülerine o da yüz vermez. Nitekim S. Dilek Yalçın-Çelik, bir yazısında her iki yazarın özgür ve öncü niteliklerini şöyle vurgular: “1930’lu yıllardan sonra, Memduh Şevket Esendal ve Sait Faik’in hikâyeleri, yeni ve modern bir kurgu ile kaleme alınırlar ve bu yazarlar kendilerinden önceki hikâyecilerden ayrılırlar. Türk hikâyesinin neredeyse tükenmez kaynağını oluştururlar.” (2002: 112)

Research paper thumbnail of Şiirin Retoriği'ne Dair

Zemin, 2022

“Ufuk Yazılar” ve “Ufuk Sorular” olmak üzere iki bölümden oluşuyor Şiirin Retoriği. İlk bölümde b... more “Ufuk Yazılar” ve “Ufuk Sorular” olmak üzere iki bölümden oluşuyor Şiirin Retoriği. İlk bölümde bir şiir kuramcısının, bir şiir eleştirmeninin sesi duyuluyor; ikinci bölümdeyse bir şairin… On beş yazının yer aldığı ilk kısımda, şiir üzerine çeşitli teorik düşünceler dile getirilip çoğu zaman bu düşünceler pratiğe dökülüyor. On bir yazının yer aldığı ikinci kısım ise muhtelif dergi ve şahsiyetlerin sorularına Mehmet Can Doğan’ın verdiği cevaplar üzerinden ilerliyor. Doğan, bir yandan okuru işin mutfağına davet edip tabiri caizse ona “şiirin yapılışı”nı gösteriyor; diğer yandan ise söz konusu sürece dair tecrübelerini, sancılarını, bilhassa kendi şiirsel serüvenini açık yüreklilikle paylaşıyor. Bölümlerin öncesine konumlandıran “Eşiksöz”de dile getirildiği üzere, “Şiirin Retoriği, dille kurulan şiir yapılarının okuru nasıl ikna ettiği/edebileceği üzerine -var olan birikim gözetilerek- geliştirilmiş düşünceleri, görüşleri içeriyor.”
Kitap, yerleşik şiir algısının “hakikatlerine” yönelik itirazlarıyla dikkat çekiyor. Bahsi geçen hakikatlerin üzerine kararlılıkla giderek onları tartışmaya açan muhalif çıkışlar bunlar… Eserde bu çıkışların ilki ve açık ara en kuvvetlisine, şiir/şair-gelenek ilişkisinde rastlanır. Bu bağlamda birçok edebî mahfil ve muhitin yanı sıra artık gündelik hayatın türlü sahnelerinde de şahısların ağzına pelesenk olmuş “gelenekten yararlanma” sözü, eleştirel biçimde irdelenir. Mehmet Can Doğan’a göre, ideolojik bakışın hâkimiyetinin hissedildiği “gelenekten yararlanma” sözü, şiire hizmet etmek bir yana; köhnemiş yapısıyla “gelenekle yaralama” kavramına dönüşmüştür. Gelenek saplantısı ise özgürlük ve özgünlük iddialarından uzak, yapay ve yüzeysel bir şiiri zorunlu kılacaktır. Hâlbuki koronun silik bir üyesi, seri üretim ağının sıradan bir parçası olmamak için kendiliğin keşfi şarttır. Bu da ancak varoluş sorumluluğunu üstlenip kendi ses ve rengini bulmakla mümkün olur. Öte yandan eğer dil şiirin yurdu, şairin toprağıysa ve aynı zamanda geleneğe de ev sahipliği yapıp onu koruma ve taşıma görevini üstleniyorsa; o zaman dili mesken edinmiş tüm şairler, onunla kaçınılmaz bir bağ kurmuş olurlar. Doğan’a göre, “böyle bir bilinç, dile her bir sözcüğün hafızası bulunduğu kabulüyle yaklaştığı gibi, sözcüklerin bir araya gelerek oluşturduğu özgün bağdaştırmalar ve bunların doğurduğu çağrışımlarla zaman ve mekân sınırlarının ortadan kalktığının da farkındadır. Şiirin dili zaman ve mekân ötesidir. Şiir, sonsuzluk duygusunu da buradan kazanır.” (2022: 203)

Research paper thumbnail of Fragmanlar: Gerçeklikten Koparılmış İmge'ye Dair

Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, 2022

Cemal Şakar’ın kaleme aldığı Fragmanlar, on sekiz kısa epizottan oluşuyor. “Gerçeklikten Koparılm... more Cemal Şakar’ın kaleme aldığı Fragmanlar, on sekiz kısa epizottan oluşuyor. “Gerçeklikten Koparılmış İmge” alt başlığını taşıyan kitapta, edebiyat ve sanatın temel kavramlarına ilişkin muhtelif tespitler lakonik şekilde dile getiriliyor. Bu bağlamda dil, üslup, biçim, imge, muhayyile, anlatıcı, bakış açısı, gerçekçilik, tarihsellik, toplumsallık, kültürel iktidar, düşünsel şiddet gibi odak figürlerin yanı sıra geleneksel tahkiye-modern kurmaca, orijinal-taklit, öznel-nesnel, bireysel-toplumsal, dönemsel-evrensel gibi ikili karşıtlıklar üzerine bazı düşünce egzersizlerine de yer veriliyor. Ayrıca bahsi geçen bölümlendirmelerde tematik bir bütünlük sağlama endişesi de göze çarpıyor.

Eserin, kendi iç hesaplaşmalarını büyük oranda tamamlamış, durgun bir zihnin ürünü olduğu aşikâr. Metindeki tanımlayıcı ifadelerle örülü didaktik üslubun hâkimiyetini de yine bu çerçevede değerlendirmek mümkün. Söz gelimi şu iki örneğe dikkat: “Hikâye mutlaka toplumsal ve kültürel süreçlerle güçlü bağlar kurarak öyküye maddi zemin sağlamalıdır” (Şakar 58). “Kötü öykü, bitmez tükenmez bir iştahla her şeyi söze döker. Oysa birçok duygu söze dökülemezdir. Susulması gereken yer iyi bilinmelidir. Susmak da metne dâhildir” (Şakar 60). Bununla beraber söz konusu üslubun, iyi niyetli bir deneyim paylaşımı arzusundan ileri geldiği kuvvetle muhtemel.

Research paper thumbnail of Bir Romanın Mektuplara Taşan Ağırlığı: Vassaf Bey

Türk Edebiyatı, 2022

Esendal ve roman kelimeleri bir araya gelince zihinlerde hemen hemen tek bir eser canlanır: Ayaşl... more Esendal ve roman kelimeleri bir araya gelince zihinlerde hemen hemen tek bir eser canlanır: Ayaşlı ile Kiracıları. Hâlbuki yazarın Miras ve Vassaf Bey olmak üzere iki romanı daha vardır. Araştırmacıların ilgisinin daha ziyade Ayaşlı ile Kiracıları’nda yoğunlaşmasının, diğer iki romanın tabiri caizse “ilgi açlığı”na maruz kalmasının muhtemel nedenlerinden biri, söz konusu metinlerin “eksik anlatı” statüsünde görülmeleri; yani tamamlan(a)mamış, yarım kalmış olmalarıdır. Bununla beraber eksik anlatıların izinin sürülmesi gerek edebiyat tarihleri gerek yazarların bireysel edebî sergüzeştleri bağlamında velut neticeler doğurabilir. Bu şiar doğrultusunda bu yazı kapsamında Esendal’ın “eksik anlatı”larından birine, Vassaf Bey’e odaklanılacaktır. Yazının temel amacı, romanın tematik dökümünü çıkarıp usulca geri çekilmek değil; onun, yazarın mektuplarındaki serencamına ışık tutmaktır. Bir başka deyişle türler arası bir bakış geliştirilerek bir romanın, aynı yazarın mektuplarına ne şekilde sirayet ettiğinin, bu mektuplarda nasıl temsil edildiğinin izi sürülecektir.

Research paper thumbnail of Esendal'ın Elmas'ı: Haşmet Gülkokan

Mavi Yeşil, 2022

Memduh Şevket Esendal, kitabın ortasından konuşan yazarlardandır. Lafı dolandırmayı, sözü süsleme... more Memduh Şevket Esendal, kitabın ortasından konuşan yazarlardandır. Lafı dolandırmayı, sözü süslemeyi pek sevmez; doğrudan girer konuya. Çokça bahsedilen doğallığı da buradan gelir. Yalınlık hamlesiyle derinlik kazanmanın peşindedir. Sıradanlığın gizemli doğasına inandığından olsa gerek, bütün işi gücü akıp giden zamanladır. Geçmiş ve gelecekten ziyade yaşanılan “an”a vakfeder tüm ilgisini. Göksel Aymaz’ın belirttiği üzere, “Esendal’ın hikâyelerinde hayat, her vakit olduğu gibi akıp gitmektedir ve siz o hayata, hikâye dolayısıyla belli bir anda durup dururken dâhil olur, bir parçasına takılır, belli bir süre tanıklık eder, sonra da apansız kopup ayrılıverirsiniz; ama o hayat hâlâ akıp gitmektedir; size sunulan, bu hayatın doğal bir kesitidir.” (1995: 12) Yazar, âdeta alternatif dünyalardaki muhtelif yaşam formlarına okuru birden çekiverir; onun biraz buralarda konaklamasına, çevresinde olup bitenleri deneyimlemesine izin verdikten sonra, onu zihnindeki kısa ve canlı imajlarla yolcu eder. Bu minvalde Necmeddin Halil Onan da şunları kaydeder: “O, insan hayatının türlü safhalarına bir projektör ışığı çevirmek yahut onu bir pertavsız altında seyrettirmek gibi iddialardan uzak, sanki o hayat safhasına basit bir pencere açardı ve siz oradan geçenleri rahat ve zevkli seyrederdiniz. Tıpkı uyanıp da evinizin penceresinden sokağa, denize, ufuklara bakar gibi…” (1952: 62) Elbette bu seyrin lezzeti kısıtlı oluşunda...

Research paper thumbnail of Denge, Tabiat ve Dıranas

Türk Dili, 2022

1973 yılında TRT’de yayınlanan ve sunuculuğunu Ahmet Oktay’ın yaptığı “Edebiyat Dünyası” adlı pro... more 1973 yılında TRT’de yayınlanan ve sunuculuğunu Ahmet Oktay’ın yaptığı “Edebiyat Dünyası” adlı programa verdiği demeçte, “Âdeta benim bütün şiirlerimin üstüne ‘Fahriye Abla’nın gölgesi sindi.” der Dıranas. Şair, mizahi bir şiir olarak kaleme aldığı ve uzun süre yayım- lamaktan çekindiği bu şiirin yarattığı ilgi ve heyecan karşısında hay- rete düşer. Şüphesiz ki onun ustalık eserlerinden biri değildir “Fahri- ye Abla”. Dıranas deyince akla ilk gelen diğer iki şiir de genellikle “Se- renad” ve “Olvido” olur. Oysa şairin -pek göz önünde olmasa da- “Kar”, “Ağrı” ve “Köpük” gibi estetik açıdan güçlü daha birçok şiiri vardır. Bu nedenle, bir sanatkârı değerlendirirken sadece bazı epistemik çevre- lerin çizdiği sınırlarla yetinmemek, verili bilgilerin ötesine geçmek gerekir. Çünkü sanatta sınır ihlali şarttır!

Research paper thumbnail of Esendal'dan Berceste Sözler

Söğüt, 2022

Memduh Şevket Esendal, edebiyat tarihindeki otodidakt şahsiyetlerin başında gelir. Savaş, göç, ge... more Memduh Şevket Esendal, edebiyat tarihindeki otodidakt şahsiyetlerin başında gelir. Savaş, göç, geçim sıkıntısı gibi türlü sebeplerle düzenli eğitim imkânı bulamayan yazar, kendi kendini yetiştirmek zorunda kalır. Fakat bu zoraki süreci olumsuz bir deneyim olarak kodlayıp bunun üzerine bir savunma mekanizması geliştirmez. Aksine, söz konusu süreci bir motivasyon kaynağına dönüştürerek ebedî öğrenme arzusunun emrine amade eder. Nitekim küçük oğlu Ahmet’e yazdığı 27 Şubat 1934 tarihli bir mektubunda şöyle der: “İnsan durup dururken olup, yetişip kemale gelmez; düşünmek ve kendi kendini oldurmak gerekir.” (2003: 63) Menzil bellidir: Tekâmül. Bununla beraber menzile erişmek, ancak meşakkatli bir yolculuğu tamamlamakla mümkün olur. Böylelikle sanatçı her geçen gün kalemini daha güçlü kılmanın yollarını arar. İsmail Çetişli’nin bildirdiği üzere, “Güçlü bir Türkçecilik şuuruna sahip olan Esendal’ın dil ve üslubu sürekli bir dinamizm içinde olmuş; yarım asra yaklaşan sanat hayatı müddetince de değişip gelişmiştir.” (2002: 425-426) Söz konusu dinamizmin eleştirel düşünme ve yazma pratikleriyle birleşmesiyle daha müşkülpesent bir karaktere dönüşen yazarın, hâliyle cümleleri de günbegün kesifleşir. Bu cümleler için Behçet Çelik şöyle söyler: “İçinde hikâye taşıyan cümlelerle anlatır derdini.” (2005: 147) Sözü daha fazla uzatmadan hadi gelin, Esendal’ın hikâye yüklü şu sözlerine hep birlikte kulak verelim:

Research paper thumbnail of Esendal ve Takıntılı Karakterleri

Türk Dili, 2021

Memduh Şevket Esendal, “büyük anlatı” arzusu içindeki yazarlardan değildir. Geniş zamanlar, ihtiş... more Memduh Şevket Esendal, “büyük anlatı” arzusu içindeki yazarlardan değildir. Geniş zamanlar, ihtişamlı hayatlar, incelikli mekânlar, ağdalı sözcüklerden ziyade daha çok “küçük şeyler”e vakfeder ilgisini. Doğal, sıradan, sade anların koleksiyoncusu gibidir bir bakıma. Sadeliğin -yaygın algının tersine- basitlik anlamına gelmeyip derinlik yaratmanın en tabii yollarından biri olduğuna inanır. Hivren Demir-Atay’ın belirttiği üzere “Sıradanlık, yalınlık, küçük dünyalar, Esendal’ın öykü evrenini kuran temel unsurlardır.” (2002: 89) Bu bağlamda İsmail Çetişli de benzer görüştedir: “Gerçek bir ‘sohbet adamı’ olan Memduh Şevket, hayatı boyunca hep yerli ve içimizden biri olarak yaşamış, bize has dekorlar içinde ve kendi kıymet hükümlerimizle şekillenmiş, ‘küçük insan’lardan müteşekkil bir cemiyet ve tabiatla iç içe bir hayatın özlemini duymuştur.” (2002: 416) Yazarın bu özellikleri, zamanında Haldun Taner’in de dikkatini çeker. Nitekim Esendal’ın ölümü üzerine kaleme aldığı bir yazıda Taner, şu ifadeleri kullanır: “Memduh Şevket Esendal Türk hikâyeciliğinin temel direklerinden biri ve hele bugünkü modern hikâye anlayışının bizdeki ilk çığır açıcısı idi.” (1952: 648) Ardından yazarın klasik hikâye tarzını aşma cesaretini ve maharetini takdir ederek şöyle devam eder: “Esendal kurulu bir zemberekle harekete geçen ve bundan dolayı da ister istemez suni ve kuklavari olmaktan kurtulamayan şahıslar ve vakalar yerine, önümüze gerçek olaylar, nefes alıp veren insanlar çizen, bir kelime ile bize belirli bir vaka anlatmaktan çok, önümüze başsız sonsuz bir hayat parçası seren ilk Türk hikâyecisidir.” (1952: 649) Bu sözleriyle sentetik ve mekanik metinlerin karşısında olduğunu ima eden Taner, Esendal’ın metinlerini içinde barındırdığı ruh ve samimiyet açısından önemser. Ona göre, ölü doğmaya mahkûm çocuklara bir umut, bir can getirmiştir Esendal.

Research paper thumbnail of Esendal Kimleri Okur, Kimler Gibi Yazmak İsterdi?

Türk Edebiyatı, 2021

Memduh Şevket Esendal, yazıyı bir sığınma mekânı olarak gören isimlerin başında gelir. Yazar, ken... more Memduh Şevket Esendal, yazıyı bir sığınma mekânı olarak gören isimlerin başında gelir. Yazar, kendini karanlıkta hissettiği her vakit ilk iş olarak kalemini kuşanır. Özellikle Bakü Mümessilliği (1920-1924), Tahran Büyükelçiliği (1925-1930) ve Kâbil Büyükelçiliği (1933-1941) gibi siyasi görevleri nedeniyle yurt dışında, ailesinden uzakta olduğu yıllarda kendini aciz, yalnız ve depresif hisseder. Nitekim 4 Mayıs 1928 tarihli bir mektubunda oğlu Mehmet Suat’a şöyle yazar: “Ben burada pek çetin bir hayat yaşamaktayım. Ve hem bir iş görebilmek, hem de ailemizin biraz selametini temin edebilmiş olmak için buna katlanmak mecburiyetindeyim. Fakat çok defa bu yalnızlık ve bu uzak olmak fikri beni o kadar tazyik ediyor ki esasen şen, mütehammil ve lakayt olan tabiatımı değiştiriyor ve somurtkan, bedbin, her şeyi karanlık ve fena görür ve düşünür bir adam yapıyor.” Yazar, görev gereği bulunduğu Tahran’da yoğun bir “boğulma hissi” yaşar. Bir nevi “zoraki diplomatlık” söz konusudur. “Katlanmak mecburiyeti” onu öyle bir baskılar ki sonunda tabiatı dahi değişme noktasına gelir. Yazar, bu dar zamanlarda çareyi yazmakta bulur: “Bundan kurtulmak için en güzel çare, benim için, oturup size mektup yazmak ve sizden gelen mektupları okumak, hiç olmaz ise bu kadarcık olsun alaka ve rabıtada bulunmaktır.” Yazı, tabiri caizse yazarın münferit ve mecruh ruhuna eşlik ederek onu, içine gömüldüğü yalnızlık hissinden bir nebze uzaklaştırır. Üstelik mektuplar, yazar ile ailesi arasındaki iletişimi sağlaması itibarıyla da bir nevi elçilik görevini üstlenirler.

Yazarın, görev yaptığı bir diğer şehir olan Kabul’da da ruhunun pek huzurlu olduğu söylenemez. Zira kendini yine yalnız ve savunmasız hisseder. 24 Haziran 1940 tarihli bir başka mektubunda bu sefer kızı Emine’ye şöyle yazar: “Kızım Canım, Hindistan’dan döndüm, eyiyim. Gene Kabul’un hep birbirine benzeyen günlerini yaşamağa başladım. Bilmiyorum ki benim yazıcılığım olmasa, bütün bu yaşayış bana nakadar ağır gelirdi! Bu elli-altmış yılı nasıl yaşar, geçirirdim. Şimdi, iç sıkıntıları ile geçecek bütün saatleri, yazı örtüyor. […] Bu yazmak, yalnız sizlere okutmak düşüncesi ile yazmak beni nakadar avutuyor. Bu olmasaydı, benim çok günlerim büyük, çekilmez sıkıntılar içinde geçerdi.” Yaşadığı mekânın bunaltıcı atmosferinden, tekdüzeliğinden memnun olmayan Esendal’ın elinde neyse ki yazı gibi güçlü bir kozu vardır. Yazar, yazının sağaltıcı etkisine yürekten inanır: “Yazı ile uğraşmanın insanı sağlığa çıkarır, yüksek bir gücü vardır.” Ona göre yazı, gündelik hayatın maruz kalınan boğucu havasını örter; açtığı alternatif dünya kapılarıyla kişiyi teselli eder ve en önemlisi eşlik ettiği ruhu ihya eder.

Research paper thumbnail of "Merkezî Figürün "Melez Dil" ile Sunumu: Berci Kristin Çöp Masalları'nda Mekân" (Ahmet Duran Arslan)

Yazın hayatına ilk adımını Sevgili Arsız Ölüm (1983) romanıyla atan Latife Tekin, özgün dil ve ku... more Yazın hayatına ilk adımını Sevgili Arsız Ölüm (1983) romanıyla atan Latife Tekin, özgün dil ve kurgu anlayışıyla 1980 sonrası Türk edebiyatının dikkat çe-ken kalemlerinden biridir. Yazara bu "özgün" kimliğini kazandıran temel etken, daha önce sadece sosyal bir olgu olarak nitelenip çeşitli ideolojilerin yayılmasında "figüran" olarak kurgulanan "göç " , "yoksulluk" ve "gecekondu yaşamı" temalarını ikincil konumdan çıkarıp onlara âdeta "başrol" vermesi ve onları gelenek ile modernin iç içe geçtiği "melez" bir dil aracılığıyla anlatmasıdır. Yazarın ikinci romanı Berci Kristin Çöp Masalları'nın (1984) da temel sorunsalı, Sevgili Arsız Ölüm'deki gibi gecekondu yaşamı ve gecekondulaşma sürecidir. Mekânın anlatının odağına yerleştirilip ana karakter olarak kurgulandığı bu romanda, "kondu yaşamı" nın problematiklerine masal, destan, tekerleme, mâni gibi muhtelif sözlü kültür ürünlerinin biçimsel özelliklerinden yararlanılarak dikkat çekilmeye çalışılmıştır. Eser, bu özellikleri itibarıyla türlerarası bir nitelik ve melez bir biçim kazanır. Bu çalışmada, Berci Kristin Çöp Masalları anlatıbilimsel açıdan incelenecektir. Yazıda temel olarak "Çiçektepe gecekondu mahallesi" özelinde kurgulanan başkarakterin doğumu, geçirdiği değişim/dönüşümler ve bunların sonucunda yaşadığı kimlik karmaşası ile bütün bu süreçlerin ifadesinde kullanılan melez dil özellikleri analiz edilecektir.

Research paper thumbnail of "Murathan Mungan'ın Öykülerinde Hegemonik Erkekliğin Tezahür Alanı Olarak Beden: " Ökkeş ile Cengâver " ve " Ensar ile Civan " Örnekleri " (Ahmet Duran Arslan)

Muhtelif iktidar ilişkilerinin kurulumu ve devamlılığı için türlü anlamların üretildiği velut bi... more Muhtelif iktidar ilişkilerinin kurulumu ve devamlılığı için türlü anlamların üretildiği velut bir mekândır beden. Bu hegemonik ilişki zinciri içerisinde beden, kimi toplumsal ve kültürel müdahaleler neticesinde cinsiyetlen(diril)erek âdeta bir ideolojik aygıta dönüş(türül)müştür. Bu bağlamda R. W. Connell, Gramsci' den ödünç aldığı " hegemonya " kavramından hareketle oluşturduğu " hegemonik erkeklik " terimiyle toplumsal cinsiyet ve iktidar arasındaki ilişkiye başka bir boyut kazandırarak eleştirel erkeklik çalışmalarına ilham olmuştur. Sosyoloji alanındaki bu gelişmeler, en temel esin kaynağı insan ve insan ilişkileri olan edebiyata da zamanla sirayet etmiştir. Dil, iktidar ve erkeklik arasındaki girift ilişkilerin sorunsallaştırıldığı en önemli edebî alanlardan biri de şüphesiz Murathan Mungan'ın öyküleridir. Mungan fiziksel güç, dayanıklılık ve özellikle beden üzerinden sergilenen ve şiddet ile pekiştirilen hegemonik erkeklik değerlerini öykülerinde gözler önüne sererek onlara muhtelif eleştiriler yöneltir. Bu çalışmada ise Mungan'ın bahsi geçen öykülerinden " Ökkeş ile Cengâver " ve " Ensar ile Civan " örneklem seçilerek hegemonik erkeklik ve beden arasındaki ilişkiye " kurmaca " bir pencereden bakılmaya çalışılmıştır.

Research paper thumbnail of Faik Sabri & Lütfiye Duran, Bir Türk Kızının Amerika Yolculuğu

VakıfBank Kültür Yayınları, 2024

İlk defa 1935 yılında Akşam Matbaası tarafından yayımlanan Bir Türk Kızının Amerika Yolculuğu, za... more İlk defa 1935 yılında Akşam Matbaası tarafından yayımlanan Bir Türk Kızının Amerika Yolculuğu, zaman içerisinde unutulmuş bir seyahatnameye dönüşmüştür. Her ne kadar kitabın kapağında ünlü coğrafyacı Faik Sabri Duran’ın adı yazsa da aslında bu seyahate çıkan ve notları alan kişi, onun kızı Lütfiye Duran’dır. Faik Sabri Bey kitabın ilk sayfalarında yolculuğun nasıl başladığını, bir başka deyişle seyahatnamenin ortaya çıkış sürecini bir tür çerçeve hikâye tekniğiyle anlattıktan sonra sahneden çekilerek sözü kızına bırakır. Bu noktadan itibaren Lütfiye gezip gördüğü yerlerin insanlarına, mekânlarına, kültürlerine, maddi ve manevi değerlerine dair muhtelif izlenimlerini kayda başlar. Günlük tarzında, çoğu zaman tarih bildirerek tuttuğu bu notları da mektuplar aracılığıyla babasına gönderir. Faik Sabri Bey’in, söz konusu notları düzenleyip kitaplaştırması neticesinde ise baba-kız ortaklığında bir Amerika seyahatnamesi vücut bulmuş olur. Bununla birlikte kitabın muhtevası göz önüne alındığında, tüm mektupların sahibi olan Lütfiye Duran’ın eserde başat bir figür olarak öne çıktığı görülür. Buradan hareketle yayınevinin kararı gereğince her iki isim de baba-kız müşterekliğini yansıtacak şekilde kitabın kapağına taşınmıştır.
Burada hemen şunu da belirtmek gerekir ki kitap, ağırlıklı olarak Lütfiye Duran’ın mektuplarından yola çıkılarak hazırlansa ve gerçek kişileri konu alsa da Faik Sabri Duran’ın birtakım müdahaleleriyle de şekillenmiştir. Nitekim Faik Sabri Bey’in gerek coğrafya konusundaki uzmanlığıyla gerek eklediği bazı ayrıntılı istatistiksel verilerle metnin sınırlarını genişlettiği düşünülmektedir. Bu durumda kitabın, seyahatname ve kurmaca arasında salınan melez bir tür olarak da okunmaya müsait hâle geldiği söylenebilir.

Research paper thumbnail of Memduh Şevket Esendal, Vassaf Bey

VakıfBank Kültür Yayınları, 2023

Vassaf Bey, iki temel özelliğiyle dikkatleri hemen üzerine çeker: Diyalogların hâkimiyeti ve kadı... more Vassaf Bey, iki temel özelliğiyle dikkatleri hemen üzerine çeker: Diyalogların hâkimiyeti ve kadın karakterlerin çeşitliliği. Esendal’ın edebî kimliğinin bir “alâmet-i fârika”sı olan diyaloglar, bu romanın da omurgasını oluşturur. Öyle ki “Mektuplar” bölümü haricinde, romanın baştan sona diyaloglar üzerinden ilerlediği söylenebilir. Bu diyalogların merkezinde ise Perihan ve Behice adlı iki genç kadın bulunur. Romanın hemen başında sadece birkaç cümleyle tanıtılan bu kadınlar, söz konusu takdimin hemen ardından hararetli bir sohbete başlarlar. İkili arasında geçen bu canlı ve doğal konuşmalarla metne tempolu bir giriş kazandırılır. Perihan’ın evlilik takıntısı, söz konusu konuşmaların uzun süre odak noktasını oluştursa da başlıklar çeşitlidir: düğünler, fallar, dedikodular... Bu noktada Perihan’a ayrı bir parantez açmak gerekir. Her ne kadar romana adını veren karakter Vassaf Bey olsa da, metnin olay örgüsünün vazgeçilmez ismi Perihan’dır. Heyecanı, arzuları, hayalleri, kararsızlıkları ve belki de en önemlisi şıpsevdiliğiyle diğer tüm karakterleri gölgede bırakır Perihan. Ayrıca yine onun aracılığıyla, Türk edebiyatı tarihinde genellikle erkek olarak görmeye alıştığımız şıpsevdi karakterlere kadınlık deneyiminin ön planda olduğu özgün bir örnek daha eklenmiş olur.

Perihan’ın ideal eş adayı Vassaf Bey’in ani ölüm haberi ve onun gizemli mektuplarının belki bir o kadar gizemli taşıyıcısı Tuğrul’un denkleme dâhil olmasıyla akışkanlık kazanan roman, sondaki “Mektuplar” bölümüyle de hem türlerarası bir nitelik hem polisiye bir atmosfer edinmiş olur. Bu bölüm, Ankara’dan İstanbul’a taşınan Perihan’ın Behice’ye yazdığı sekiz mektuptan muhtelif parçalar içerir. Söz konusu kısımlarda Perihan, İstanbul’daki hayatının ilgi çekici kesitlerini, İnayet Hanım ve Mesar Kadın aracılığıyla Vassaf Bey’in hayatına dair öğrendiği ayrıntıları, sırları ifşa eder. Sürpriz olansa, yeni edindiği bilgilerin onda Vassaf Bey’in intihar etmiş olabileceğine dair kuvvetli şüpheler uyandırmış olması ve bu şüphelerin üstüne bir dedektif misali kararlıkla gitmesidir. Dolayısıyla okur, romanın ilerleyen sayfalarında Perihan’ın bir şıpsevdiden bir dedektife dönüşümüne tanıklık edecektir.

Son olarak şunu belirtmek gerekir ki yazar, birtakım edebî ve estetik kaygılarla Vassaf Bey üzerinde çalışmayı sürdürmüş ve metni yeniden kaleme almıştır. Romanın bu ikinci yazımında olay örgüsünün akışkanlığını zedeleyen bazı kurgusal yüklere yer verilmediği, dilsel hassasiyetin ön planda tutulduğu görülmektedir. Hem yazarın bu anlamdaki çaba ve endişelerini görünür kılmak hem de edebiyat tarihçilerine karşılaştırma imkânı tanımak adına, söz konusu yazımı romanın sonuna eklemeyi uygun gördüğümü belirtmek isterim.

Esendal’ın mirasını yaşatmaya katkı sunan değerli VakıfBank Kültür Yayınları ailesine şükranlarımı sunuyorum. Bu yolda emek vermiş olanlar arasında olduğum için şanslı hissediyor, herkese keyifli okumalar diliyorum.

Research paper thumbnail of Memduh Şevket Esendal, Miras

VakıfBank Kültür Yayınları, 2023

Miras, Memduh Şevket Esendal’ın “kitap hâlinde yayımlanan üçüncü romanı” vasfını taşısa... more Miras, Memduh Şevket Esendal’ın “kitap hâlinde yayımlanan üçüncü romanı” vasfını taşısa da aslında bu metin, yazarın kaleme aldığı ilk romandır. Nitekim “Mustafa Memduh” imzasıyla neşredilen bu eser, 15 Aralık 1924 - 1 Eylül 1925 tarihleri arasında, İstanbul’da otuz sekiz sayı yayımlanan haftalık Meslek gazetesinde tefrika edilir. Ancak gazetenin kapanması üzerine tefrika yarım kalır ve eser tamamlanamaz. Bununla birlikte bazı sözlü ve yazılı kaynaklarda Esendal’ın, eseri daha sonra yeniden yazarak tamamladığı fakat bu versiyonun da zaman içinde kayıplara karıştığı iddia edilir. Maalesef romanın sözü edilen tamamlanmış hâline an itibarıyla ulaşılabilmiş değildir.
Yazarın yaşamından muhtelif izler taşıyan ve dolayısıyla yer yer otobiyografik nitelikler de sergileyen roman, en temelde Silahtar Ali Paşa ailesinin çözülüş ve dağılış hikâyesini konu edinir. Silahtar Ali Paşa’nın gelini, defterdar Halil Efendi’nin kızı olan büyükannenin ölümü, ailede derin bir çatlak yaratır. Bu çatlak, aile fertlerinin amansız bir miras mücadelesine girişmeleriyle günbegün büyür ve nihayetinde tarihî konağın parçalanmasına neden olur. Yüzey yapıda işlenen, söz konusu ailenin parçalanma hikâyesi olsa da derin yapıya hâkim olan, ulusal çözülme endişesidir. Yazar, bahsi geçen çözülmeyi ilkin mekân üzerinden, “metruk konak” anlatısıyla kurar: “Konak boşaldıkça ne hazin bir hâl alıyordu! Boş ve perdesiz kalan odalarda, örtüsüz minderlerden keskin bir küf kokusu intişar ediyor; boş dairelerinde hüzünengiz kış rüzgârları ötüyordu. Bir ağacın dalı büyüyüp bir pencereyi kırıyor; bir telde asılmış sallanan bir parça soba borusu, bütün kış kaplamaya vurup duruyordu.” Terk edilmişliğin, parçalanmanın, yok olmanın mekân üzerinden etkileyici bir sunumu…
Romanın öne çıkan özelliklerinden bir diğeri, Esendal’ın alışık olduğumuz akışkan diyaloglarının ilk adımlarına ev sahipliği yapmasıdır. Elbette hem Ayaşlı ile Kiracıları hem Vassaf Bey’de Miras’a oranla diyaloglar çok daha akışkan ve hâkim bir pozisyondadır. Miras’ta anlatıcının sesi, bu romanlara göre ziyadesiyle duyulsa da kişiler arasındaki konuşmalar yalın ve doğal bir atmosferde seyreder. Bununla beraber romandaki kişi kadrosunun çeşitliliği ve özellikle kadın karakterlerin hâkimiyeti de dikkat çekicidir. Atiye, Fahriye, Salime, Toksi gibi derinlikli çizilmiş birçok kadın karakter, romanın aksiyonel yönünün gelişmesinde önemli rol oynarlar. Eserde bu kişilerin evveliyatları, ihtirasları ve hayalleri ayrıntılı şekilde sunulur. Ayrıca yasak aşklar, eşcinsel ilişkiler, gayrimüslimler, gizemli konuklar, yüksek gerilimli aile bağları da romana sürükleyicilik katan unsurlar arasındadır. Okurken dahi kişiler arasındaki girift ilişki ağını takip etmek bu kadar zorken, bu ağ içinde kaybolma tehlikesi hat safhadayken, söz konusu ilişkileri romanı kurgularken düzenlemenin ne denli ağır bir çaba olduğunu ve büyük taktir hak ettiğini yeri gelmişken söylemek gerek!

Research paper thumbnail of Memduh Şevket Esendal, Ayaşlı ile Kiracıları

VakıfBank Kültür Yayınları, 2023

Ayaşlı ile Kiracıları romanı, Vakit gazetesinde 12 Mart-21 Mayıs 1934 tarihleri arasında tefrika ... more Ayaşlı ile Kiracıları romanı, Vakit gazetesinde 12 Mart-21 Mayıs 1934 tarihleri arasında tefrika edildikten sonra, Kültür Basım ve Yayım Kooperatifi tarafından aynı yıl kitap olarak da basılır. “M.Ş.” imzasıyla yayımlanan roman, 1942’deki CHP Sanat Mükâfatı yarışmasında Yaban, Sinekli Bakkal, Fahim Bey ve Biz, Kuyucaklı Yusuf romanlarının ardından beşincilik derecesi alana kadar pek dikkatleri çekmez.

Esendal’ın mektuplarına gidildiğinde romanın doğuş/kuruluş hikâyesine bizzat tanıklık etmek mümkün hâle gelir. Buna göre yazarın asıl niyeti bir roman değil, alışık olduğu üzere yine bir öykü yazmaktır. Nitekim söz konusu öykünün ismi bile hazırdır: “Bir Büyük Evin Dokuz Odası”. Ancak Esendal, Vakit gazetesi ortaklarından Hakkı Tarık Us’a verdiği bir söz üzerine metnin tefrikasını sürdürür. Metin yazıldıkça büyür ve yazarın kendi ifadesiyle “bir küçük hikâye azmanı”na dönüşür. Eser, günümüz edebiyat tarihlerinde ise “yazarın kitaplaşmış ilk romanı” nitelemesiyle yerini alır.

Romanı çağdaşlarından ayıran temel özelliklerden biri, mekânsal tercihtir. Yeni yapılmış bir apartmanın dokuz odalı bölüğü, yaşananlara ev sahipliği yapar. Bu apartman-pansiyon, toplumun farklı kesimlerinden insanları bir araya getirmenin yanı sıra sunduğu çeşitlilikle aynı zamanda muhtelif toplumsal çatışmalara da zemin hazırlar. Ayaşlı ve kiracılarının hikâyeleri üzerinden aslında belirli bir tarihsel dönemdeki insan tipolojisi de sergilenmiş olur.

Romanın derin yapısında ise bir dizi endişenin saklı olduğu görülür. İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e geçiş dönemi sancıları, yeniden yapılanma gayreti, toplumsal çözülme ve ulusal kimlik kaybı bu anlamda öne çıkan temel başlıklardır. Romanda söz konusu endişeleri teskin etmek için sunulan en etkili yol ise güçlü çekirdek aileler inşa etmekten geçer. Çünkü yazara göre toplumun en küçük birimi, birey değil ailedir.

Öte yandan eser, üslup özellikleri itibarıyla da cezbedici bir konumdadır. Yalınlıkla derinliğe ulaşmayı kendine amaç edinen Esendal; sıradanlığın gizemini, göz ardı edilmiş estetizmini yakalamaya çalışır. Neredeyse her yazdığı cümleye eşlik eden mizah ve ironi ise metne tebessüm katar, akışkanlık kazandırır.

Herkese iyi okumalar diler, sözlerimi Tahir Alangu’nun şu enfes cümleleriyle noktalamak isterim: “Esendal’ın ardından onun sanatını övenlerin, onun adını ananların, eserlerini yayanların, onu yaşatmaya çalışanların gözlerinden, ellerinden öperim.”

Research paper thumbnail of Sıtkı Davut Koçman Kitabı

Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Yayınları, 2021

20. yüzyıl başı Osmanlı Devleti için zor bir dönem olmuştur. İmparatorluğun dağılmaya başlamasıyl... more 20. yüzyıl başı Osmanlı Devleti için zor bir dönem olmuştur. İmparatorluğun dağılmaya başlamasıyla birlikte halk savaş, yokluk ve sefaletle karşı karşıya kalmıştır. Sıtkı Davut Koçman, bu sıkıntılı ortamın çetin şartlarında dünyaya gelir. 1911 yılının 13 Kasım gününde İstanbul’un Beşiktaş semtinde doğar ve Üsküp eşrafına mensup olan dedesi Kuruşçuoğlu Davut Bey’in adını alır. Atatürk’ün sınıf arkadaşı olan babası jandarma generali Kuruşçuoğlu Ali Kemal Bey, Üsküp’ten İstanbul’a göç etmiştir. Annesi, Osmanlı sarayının hekimlerinden Albay İsmail Hakkı’nın kızı Behice Hanım’dır.

Atatürk’ün bağımsızlık yolunda güvendiği arkadaşlarından biri olan Kuruşçuoğlu Ali Kemal Bey, 22 Şubat 1919’da Amasya’ya Jandarma Komutanı olarak atanır. Sonrasında katıldığı Kurtuluş Savaşı’nda gösterdiği üstün mücadele ve özveri neticesinde İstiklal Madalyası’yla ödüllendirilir. Bu sırada henüz 7 yaşında olan Sıtkı Koçman, Beşiktaş Şems-i Mekatip’te başladığı ilköğrenimini Amasya’da tamamlar. 1923’te Amasya Lisesi’ne yatılı olarak kaydolur. Aynı yıl, Cumhuriyet ilan edilir. Bu tarih, Türk toplumunun yüzleştiği elli yılı bulan yokluk, savaş ve parçalanma sürecinin sona ermesi anlamına gelir. Cumhuriyet ülkeye barış, huzur ve güven getirir. Ancak bunların sürekliliği, modernleşme hamlesinin sosyal, siyasi ve ekonomik başarısına bağlıdır. Bu kritik dönemde liseyi bitiren genç Sıtkı da yeni kurulan Cumhuriyet’in sanayileşme hamlesine katılmaya karar verir. Bu amaçla 1926- 1927 eğitim öğretim yılında Zonguldak Yüksek Maadin ve Sanayi Mühendis Mekteb-i Âlîsi sınavına başvurur ve kazanır.

Söz konusu okul, genç Cumhuriyet’in ihtiyacı olan kalkınmaya temel oluşturacak yer altı zenginliklerinin değerlendirilmesi amacıyla kurulmuştur. Madençıkarma ve madenlerin işletilmesinde gerekli bilgiye sahip mühendisleri yetiştirecek bu ilk yüksekokul, Ticaret Bakanlığı’nın kararıyla 20 Ekim 1924 tarihinde açılmıştır. Parasız yatılı olan okulun kurucu müdürü Mehmet Refik Bey’dir. Belçika’nın Mons kentindeki Ecole des Mine model alınarak kurulan okulda eğitim dili Fransızca olup İsviçre, Almanya ve Bel- çika’dan getirilen öğretim elemanları ders vermişlerdir. Bu nitelikli eğitim sayesinde Koçman, Türkiye’deki en donanımlı maden mühendislerinden biri olur. Mesleğini geliştirmesi için gerekli olan yabancı dillerle de donanan Koçman çok iyi derecede Fransızca, iyi derecede Almanca ve İngilizce öğrenir. Çalışkan bir öğrenci olan Koçman, okulunu 1931 yılında birincilikle tamamlar. Koçman yükseköğrenimini tamamladıktan sonra devlet tarafından staj için Belçika’ya gönderilir. Onun gibi Avrupa’ya eğitim için giden gençler, Cumhuriyet’in en önemli umutlarındandır. Bu umudun farkında olan Sıtkı Koçman, ülkesine döndüğünde bilgisini vatanının gelişimine adar. İşe başladığı yıl olan 1932’den hayata gözlerini yumduğu 2005 yılına kadar durmaksızın ülkeye hizmet eder. Türkiye’nin en önemli iş insanlarından biri olur.

1935-1936 yıllarında Çorlu İstihkâm Taburu’nda yedek subay olarak askerlik görevini tamamlar. Haziran 1941’den Aralık 1942’ye kadar ise Bursa 5. Kolordu emrinde bir buçuk yıl ihtiyat yedek subaylığı yapar.

Research paper thumbnail of Samipaşazade Sezai, Küçük Şeyler

Kopernik, 2021

Samipaşazade Sezai, Küçük Şeyler’in ön sözüne “Dünyada bir zerre yoktur ki güzel yazılmak şartıyl... more Samipaşazade Sezai, Küçük Şeyler’in ön sözüne “Dünyada bir zerre yoktur ki güzel yazılmak şartıyla bir mevzû-i mühim addedilmesin?” diyerek başlar ve ilerleyen cümlelerde şöyle devam eder: “En mufassal, en mükemmel kitaplarda bazı küçük şeyler noksandır ki o küçük şeylerin edebiyatça ehemmiyeti pek büyüktür.” Anlaşıldığı üzere yazar, edebî özgünlüğün nüvesi olarak gördüğü detay ve nüanslara özel bir anlam atfeder; tabiri caizse kalemini onların sunduğu estetik imkânların peşine sürer.

Bununla beraber sanatçı, öykülerinde “büyük tema” arayışında değildir; dikkatini daha çok sıradan insanın gündelik hayatına verir. Mütevazı bir tavır ve yalın bir üslupla derinliğin nasıl yakalanabileceğini ustaca gözler önüne serer. İlginç olansa tüm metinlere bir şekilde sirayet etmeyi başaran türlü hayal kırıklıklarıdır. Nasıl mı? Okuyup kendiniz tanık olun!

Research paper thumbnail of Orhan Veli, Şiirde Aydınlık: Anket-Söyleşi-Konferans (Alaattin Karaca ile ortak yayın)

Kopernik, 2021

Anket, söyleşi ve konferanslarda çekingen, mütereddit bir şair görünümündedir Orhan Veli. Sanki ... more Anket, söyleşi ve konferanslarda çekingen, mütereddit bir şair görünümündedir Orhan Veli. Sanki yazdığı şiiri açıklamaktan, savunmaktan kaçınır gibidir ya da şiirin teorik meselelerinden sıkılıyor gibi… Aslında çoğu şair sevmez şiiri üzerine konuşmayı, şiirini açıklamayı; bir de zamanının şiiri/şairleri üzerinde değerlendirmeler yapmayı. Orhan Veli de öyle! İsim vermekten, hükümde bulunmaktan geri duruyor hep. Niyedir bu çekinme acaba? Şiirinin baştan beri garipsenmesinden, zaman zaman da küçümsenmesinden mi? Nitekim söyleşileri yapanların soru ve üsluplarında dahi bir yadırgama, gizli bir ima ve küçümseme yer yer sezilmiyor değil! Genç şairin sesi gür çıkmıyor, çoğu kez kısık. Garipsenme, yadırganma bunda etkili olsa gerek.
Neler var bu metinlerde? Başta, şairin ve Garip’in şiir anlayışını bulmak mümkün elbette. Şiirde vezin ve kafiyeye, diğer sanatlarla şiirin iç içe girmesine ve edebî sanatlara karşı çıkışlarını ve bunların nedenlerini buluyoruz. Sonra şiirin bir “dava” ve “inanç” vasıtası olmasına da karşı Orhan Veli. Eski şiirimizin sadece “müreffeh zümre”ye hitap ettiğini ileri sürüyor, yeni şiirin halka hitap etmesi gerektiğini savunuyor. Bu fikirlerde biraz da dönemin inkılaplarının ve Toplumcu Gerçekçi şiir modasının etkileri olabilir. Ancak “Halkın zevkine hitap etmek demek, onun yalnız ihtiyaçlarının propagandasını mı yapmak demektir?” diyerek Toplumcu Gerçekçi şiirle arasına bir mesafe koymaya çalıştığı da görülüyor.
Satır aralarında yer yer Batı’daki sürrealist poetikanın izlerini de görüyoruz. Belli ki şiirde kurallardan hazzetmiyor şair, doğallıktan yana. Şiir doğru dürüst konuşmaktır, derken de bunu kastediyor olmalı. Bununla birlikte sürrealizmi yakından tanıdığı söylenemez. Nitekim “Kaidesi kaidesizlik olan bir şiir olamaz.” sözü de ona ait. Sürrealistlerdeki dile ve şekle karşı “anarşist/yıkıcı tavır” Orhan Veli’de yok. Bunun için İkinci Yeni’yi beklemek gerek.
Bu satırlarda en çok dikkati çeken poetik düşünceler ise şöyle sıralanabilir:
Orhan Veli, o alışılmış nesir-nazım ayrımının yerine nesir-şiir ayrımını getiriyor. İlk ayrımda vezin ve kafiye, nazmı nesirden ayıran en önemli ölçüt iken ikincide asıl ayrımın bu olmadığı vurgulanıyor. Şairin temel itirazı, vezin ve kafiyenin şiirde bir marifet olarak sunulmasına… Ayrıca vezin ve kafiyenin şiiri gayr-i tabii kıldığını da ileri sürüyor. Bir başka düşünce ise izahla ilgili… Ona göre nesir bir izah dili iken şiir izahtan epey uzaktır. Bir söyleşide “Şiirin izaha tahammülü yok.” diyor.
Hâsılı, bir şiirin tarihi aynı zamanda o şiirle ilgili söylemleri, poetik metinleri de içerir. Bu kitapta şairin kendi şiirine, devrinin şiirine, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Nâzım Hikmet gibi şairlere ve Divan şiirine nasıl baktığını görüyoruz.
Yeni bir şiirin poetik eşiğinde, garipsenen, yadırganan bir şairin ürkek, mütereddit, bazen açıklanmaya muhtaç, yer yer de çelişkili konuşmaları bunlar…
Ama her şey bir yana, en doğrusu Orhan Veli’nin şu sözleri:
“Şiirde yeni, eski diye bir ayırma yapmıyorum. Bence şiir var, bir de şiir olmayan var.”

Research paper thumbnail of Orhan Veli, Denize Doğru: Hikâyeler (Alaattin Karaca ile ortak yayın)

Kopernik, 2021

Orhan Veli, bir şair öncelikle. 1940’larda Türk şiirinin poetik arkını değiştiren bir yenilikçi. ... more Orhan Veli, bir şair öncelikle. 1940’larda Türk şiirinin poetik arkını değiştiren bir yenilikçi. Şiirin biçim, içerik ve dil olarak geleneksel yapısını değiştirdiği muhakkak. Ancak az sayıda hikâyeleri de var. Düzyazıda ilk denemelerini lisede öğrenciyken 1930’lu yıllarda Sesimiz ve İnkılâp dergisinde yayımlamış. Bu yazılar “Tarabya Açıklarında” (1931), “Gece: Beyaz, Kurşuni, Mavi, Siyah” (1932), “Su ve Susuzluk” (1933) başlıklarını taşıyor. Henüz tedirgin; dili, formu oturmamış; deneme ile mensur şiir arasında metinler bunlar ama genç şair belli ki sözcükleri kanatlandırmak istiyor. Denize ve doğaya hayran, serazat bir ruh… Yine de süse kaçıyor. Henüz edebiyatın süslü söz olduğu fikrinde belki de…

Deniz, denizciler, meyhane ve İstanbul deyince Sait Faik ile Orhan Veli birbirine karışır. Sait Faik’te olduğu gibi, Orhan Veli’nin hikâyelerini okuduğunuzda da deniz gelir, yanı başınıza bağdaş kurup oturur, sonra onun yanına bir meyhane konur; bir tahta masa, üç beş balıkçı, meyhanecinin soluk benizli, temiz yüzlü, yoksul kızı… Boğaz’a nazır bir ahşap masaya Orhan Veli’nin hikâye haritasını açsanız hep böyledir: Deniz merkezdedir! Hayat güzeldir, insanlar iyidir, gökte martılar uçmakta, rüzgâr ılık ılık esmektedir. Dalyan direklerinin üstündeki yosunlardan gelen bir koku sarar etrafı. Deniz kokusu! Evet evet, bu hikâyelerin çoğunda insanın başını döndüren bir deniz kokusu var. “Denize Doğru”nun kahramanı, sanki Orhan Veli’nin deniz ve İstanbul sevgisini dile getirir. Bir olay var mıdır? Yok! Bir mesele? Yok! Hayat böylece akar gider, rüzgâr dalgalara vurur, meyhanede sözler sözlere karışır, gailesiz, dertsiz! “Hoşgör Köftecisi”, “Öğleden Sonra” ve “Denize Doğru” böyle hikâyeler…

Ama sanatkâr da bir insandır, dönemin eğilimlerinden kaçamaz! Orhan Veli de kaçamıyor. “Kan”, “Baharın Ettikleri” ve “İşsizlik”te toplumsal sorunlara odaklı edebiyat anlayışının dairesine giriyor yer yer. Ama mahcup! Serazat ruhu, bu toplumcu şema içinde sıkışıp kalmak istemiyor; sınıf çatışmasına, yoksul-zengin mücadelesine dayalı tezli hikâyeler yazmaya uygun değil mizacı. Gözü, bu tarza yaklaşan hikâyelerinde dahi yine denize, meyhanelere, güzel havalara kayıyor. Dikkatli bir göz bu hikâyelerde Garip’in hayata bakışını, özgür dilini ve ruhunu, yaşama sevgisini bulur; Orhan Veli’nin poetik anlayışını görür. Konusu, vakası, belli bir başı ve sonu olan hikâye anlayışına yatkın değildir onun kalemi. Bunu “Baharın Ettikleri”nde dile getirir. Der ki:

“Hikâyeye de konu lâzım. Gerçi son zamanlarda hikâyede konunun pek o kadar mühim olmadığını söyleyenler de çıktı. Ama ne olursa olsun, bir vaka lâzım. O vakanın bir başı, bir sonu olması lâzım. Üstelik vaka da alışılmış, bıkılmış vakalardan olmamalı. Küçük burjuvanın hayatını anlatan, onun zaaflarını, onun adiliklerini dünyanın en büyük kahramanlıkları, en asîl heyecanları gibi gösteren hikâyelerden illâllah dedik artık. Bütün ıstıraplar aşktan doğuyor. Oysaki öte yanda milyonların, milyarların ıstırabı var. Ama ne yazık ki biz o insanları tanımıyoruz. Girmişiz küçük burjuvanın içine, yuvarlanıp gidiyoruz. Başka cemiyetlerin, başka sınıfların adamı olduğumuzu bile bile. Bizim dertlerimiz, içinde yaşadığımız adamların dertlerine benzemiyor. Ne parada gözümüz var, ne pulda. Geçenlerde bir kadın ‘benim için şiir, diyordu, beyaz bir otomobildir.’ Biz, en küçük menfaatlerini bile korumaktan âciz zavallılar, nasıl onlarla bir oluruz. Biz, tanımadığımız o büyük sınıfın, o fakir sınıfın adamıyız. Ama tanımadığımız için de onlardan, onların hayatından bahsedemeyiz. Üstelik tehlikeli bir iş o. İnsana sol diyorlar, komünist diyorlar. İyisi mi, bir yazar hep suya sabuna dokunmayan yazılar yazmalı. Ben de öyle yapacağım.”

Söylediklerini yapar da şair. Toplumsal sorunlara, yoksulluğa, açlığa, işsizliğe değinir elbette hikâyelerinde. Ama bunu bir ideolojik kaygıyla vurgulayarak yapmaz, bir tezi ispat etmeye çalışmaz. Çünkü ona göre “Bir eser, içine, dünyanın en çirkin realitelerini doldurmakla réaliste olmaz. Sefaletleri, ıstırapları, sınıf tezatlarını en keskin hatlarıyla canlandırmak isteyen bir yazar çok kere mübalâğaya düşer.” (“Baharın Ettikleri”)

Orhan Veli’nin şiirlerinde görülen o serbest ruh, avare flanör, yaşama sevinci bu hikâyelerde de karşımıza çıkar. “İşsizlik” ve “Denize Doğru”nun başkahramanları tam da böyle kişiler…

Düz bir çizgide yürümüyor Orhan Veli’nin hikâyeleri. Bir gerilim, bir çatışma üzerine kurulmuyor. Serazat bir sohbet dili, oradan oraya atlayan bir zihin dikkati çekiyor; o klasik, neden-sonuç ilişkisine sıkı sıkıya bağlı olay halkalarıyla örülü hikâyelerden ayrılıyor.

Ayrıca kitapta, Orhan Veli’nin altı hikâyesinin yanı sıra “Sandık ve Hortlak” ile “Yaşasın Aşk” adlı iki çeviri hikâyesi de var. Bunlardan ilki Stendhal’den, ikincisi ise William Saroyan’dan…

Söz konusu metinler, süreli yayınlardan alındı. Bazı yayınevleri, hikâyeleri içine Sesimiz ve İnkılâp dergisinde yayımlanan “Yahudi’nin Fendi Arnavud’u Yendi” (Sesimiz, 30 Teşrinievvel/Ekim, 1930), “Tarabya Açıklarında” (Kaf. O. imzasıyla, Sesimiz, 1 Kânunusâni/Ocak, 1931), “Gece: Beyaz, Kurşuni, Mavi, Siyah” (Sesimiz, Birincikânun/Aralık, 1932), “Su ve Susuzluk” (İnkılâp, Nisan, 1933) başlıklı metinleri de almışlar. Ancak biz metinleri incelediğimizde onların hikâye türü içinde değerlendirilemeyeceğine kanaat getirdik ve bu yüzden kitaba dâhil etmedik.

Feyza Cinser, süreli yayımlara ulaşmamızda bize daima yoldaş oldu. Kendisine teşekkür ederiz. Elbette bir teşekkür de kitabın son okumasını yapan sevgili Betül Özen’e…

Bu eserle Orhan Veli külliyatına bir halka daha eklendi. Denize Doğru gidiyoruz.

Research paper thumbnail of Orhan Veli, Senin Şarkın Gezmeli Dilden Dile: Çevirli Şiirler (Alaattin Karaca ile ortak yayın)

Kopernik, 2021

Orhan Veli Türk şiirine sokaktaki adamı, onun gündelik hayatını ve doğallığını getirdi. Aradığı, ... more Orhan Veli Türk şiirine sokaktaki adamı, onun gündelik hayatını ve doğallığını getirdi. Aradığı, kuşkusuz safiyet ve açıklıktı; belli ki şairaneliği ve süslü dili yapay buluyordu. Neticede yalın insan gerçeğini yakaladı ve şiirleriyle alışılmış, egemen çizgiden koparak yeni bir poetik ark açtı.

Orhan Veli, telif şiirlerinin yanı sıra çeviriler de yaptı. Üstelik elde bulunanlara bakılırsa bu çeviriler, Doğu’dan başlayıp Batı’ya kadar; Eski Yunan, Lâtin, Çin, Japon, Fransız, İngiliz ve Macar şiirini kapsar. Bunların dışında özellikle Ömer Hayyam ve Mevlânâ’dan yaptığı çeviriler, onun Klasik Şark-İslâm şiirine de vâkıf olduğunu gösterir.

Şairin çevirileri içinde en geniş yer, Fransız şairlerine aittir. François Villon’dan başlayıp Victor Hugo, Alfred de Musset, Gérard de Nerval, Charles Baudelaire, Stéphane Mallarmé, Paul Verlaine, Arthur Rimbaud, Paul Valéry, Louis Aragon ve Paul Éluard’a kadar birçok Fransız şairinden çeviriler yapmış, hattâ bunların bir bölümünü Fransız Şiiri Antolojisi’nde (1956, İstanbul: Varlık Yayınları) toplamıştır. Bunun dışında Oktay Rifat ve Melih Cevdet ile beraber çıkardıkları Batıdan Şiirler (1963: İstanbul: Yeditepe Yayınları) adlı bir başka çeviri kitabı daha vardır.

Ancak yukarıda da bahsedildiği üzere, Orhan Veli’nin şiir çevirileri bunlardan ibaret değildir. Kanık çoğu Tercüme olmak üzere, Varlık, İnsan, Aile, Ülkü, Yaprak, Türk Dili, Edebiyat Dünyası, Vatan, Ulus, Politika gibi dergi ve gazetelerde de şiir çevirileri yayımlamıştır. Çevirilerini ilk olarak bir bütün hâlinde Asım Bezirci, Bütün Çeviri Şiirleri (1982, İstanbul: Can Yayınları) adıyla derledi.

Elinizdeki eser, bütün bu kitaplar ve süreli yayınlar taranarak hazırlandı. Süreli yayınlardaki çevirilerde, söz konusu dergi veya gazetede yayımlanan asıl nüshalar esas alındı. Ancak gerektiğinde Raşit Çavaş ve Güzin Değişmez’in hazırladıkları Sevdaya mı Tutuldum?’daki (2015, İstanbul: YKY) çevirilerle karşılaştırılarak aradaki farklara işaret edildi. Gazete, dergi veya antolojide yayımlanan çevirilerin dizgi yanlışları düzeltildi, bazı kelimelerin yazılışında bugünün imlâsına uyuldu. Her çeviri metnin altına yayımlandığı dergi, gazete veya eserin künye bilgileri verildi. Şiirlerin kronolojik olarak sıralandığı kitap, adını ise Jean Pellerin’in “Dönüş Türküsü”ndeki bir dizeden aldı. Kitabın bu hazırlanış sürecinde özellikle süreli yayınlara ulaşım konusunda bize destek veren sevgili Feyza Cinser’e emekleri için teşekkür ederiz.

Şiirde anlamı birebir aktarmak mümkün değil! Sadece anlamı değil, sesi aynen duyurmak da imkânsız âdeta! Şiir, başka bir dile aktarıldığında bunlar nispeten kaybolur. Tıpkı Robert Frost’un “Şiir, çevrildiğinde kaybolandır.” ya da Jean Cocteau’nun “Şiir öyle ayrı bir dildir ki başka hiçbir dile tercüme edilemez. Hattâ yazılmış göründüğü dile bile.” dediği gibi… Bu itibarla çeviri şiirlerle uğraşmak zordur! Şüphesiz şiir çevirisi için sadece yabancı dili iyi bilmek yetmez; ayrıca şiirsel bir hisse, sezgiye ve en önemlisi ana dile, onun sesine, nüanslarına vâkıf olmak gerekir. Çevirilerinden görebileceğimiz gibi, Orhan Veli bu niteliklere sahiptir.

Örneğin Louis Aragon’dan çevirdiği “Elsa’nın Gözleri”ndeki:

“Öyle derin ki gözlerin içmeğe eğildim de
Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm
Orada bütün ümitsizleri bekliyen ölüm
Öyle derin ki her şeyi unuttum içlerinde”

gibi mısralar, şairin çevirideki yetkinliğini gösterir. Onun için şiirleri yine şairler çevirmeli; Türkçe’nin tüm güzelliklerine, sesine vâkıf şairler!

Research paper thumbnail of Orhan Veli, Beni Bu Güzel Havalar Mahvetti: Bütün Şiirleri (Alâattin Karaca ile ortak yayın)

Kopernik, 2021

Cemal Süreya’nın deyişiyle “Türk şiirine kasket giydiren şair”dir Orhan Veli. Tespit edebildiğimi... more Cemal Süreya’nın deyişiyle “Türk şiirine kasket giydiren şair”dir Orhan Veli. Tespit edebildiğimiz kadarıyla ilk şiirini Balıkesir’de çıkan Gençleryolu dergisinde (S. 6, 15 Mayıs 1929) yayımlamıştır. Şair olarak tanınması, asıl 1936’dan itibaren Varlık’ta çıkan şiirleriyledir. Garip Hareketi’nde her ne kadar geleneksel biçimlere, vezne, kafiyeye, şairaneliğe karşı çıkmışsa da başlangıçta pek çok şair gibi o da hece şiirinin biçimlerine uymuş, dörtlüklerle yazmış, vezin ve kafiye kaygısı taşımıştır. Örneğin Varlık’ta 1936 yılında yayımlanan “Oaristys”, “Ebabil”, “Düşüncelerimin Başucunda” vb. şiirlerinde bunu görmek mümkündür. Ancak 1937’den sonra hece şiirinin etkisinden uzaklaşır; alışılmış biçim ve söyleyişin dışında, daha serbest, daha yalın ve giderek sokağın diline yaklaşan ve hatta yaslanan bir şiir kurar. Yüce duygulara, düşüncelere, söz sanatlarına ve şairaneliğe dayanmayan, bu bağlamda örneğin Ahmet Haşim ve Yahya Kemal’in poetik çizgisinden kopan bir şiirdir bu! Herhalde bu yıkıcı tavırda sürrealistlerin; Andre Breton, Paul Eluard gibi şairlerin etkisi vardır. Oktay Rifat ve Melih Cevdet’le beraber yayımladıkları şiirler ve “Garip Önsözü”ndeki düşünceleriyle alışılmış poetik anlayışı sarstıkları, edebiyat dünyasında yadırgandıkları ve şaşkınlık uyandırdıkları muhakkak! Çünkü onlarla beraber “sokaktaki adam”ın dili, argosu, o zamana dek Türk şiirinde hiç de önemsenmeyen günlük kaygıları, dertleri, örneğin “nasır”ı şiire girivermiştir. Böylelikle Türk şiirine özgü hiyerarşik dili altüst etmişlerdir. Orhan Veli’nin şiirinin poetik değeri işte tam da bu “garip”likte, doğallıkta ve basitliktedir. Kanaatimizce yadırganmasının temel sebebi de bu “basitlik”tir! Bunun yanı sıra Kanık ve arkadaşlarıyla birlikte Türk şiirine sokağa özgü bir “nükte” de girdi.

Bütün bu poetik hamleyi şu cümleyle özetlemek mümkün: Garip, “Laleli’den Eminönü’ne giden bir tramvaydı”. Diliyle, yer yer argosuyla, nüktesiyle, konu edindiği insanla, sokağa ve insanın “yalın hâli”ne indi. Ama çoğu şiir hareketi gibi zamanla bu şiir hareketi de gücünü yitirdi; sokaktaki sıradan adamın dili, dertleri ve duyguları yeni insanı ve değişen toplumu yansıtmaya yetmedi. Orhan Veli ve arkadaşlarının şiiri, taklitlerinin elinde giderek bayağılaştı, özgünlüğünü ve yenilikçi tavrını kaybetti. Çünkü toplum değişmişti, insan değişmişti ve bu şiir değişen toplumu anlatmaya yetmiyordu. Garip’ten sonra “Laleli’den kalkan tramvay” Eminönü’nden çıkıp dünyaya, dünyadaki insana açıldı.

Bugün o şiir sürdürülmese de Türk şiirinin Orhan Veli’yle beraber bir kırılma yaşadığı, şairin 1940-1950 döneminde inşa ettiği “negatif estetik”le şiirimizde derin izler bıraktığı inkâr edilemez. Bu itibarla Orhan Veli’nin şiirleri edebiyat tarihimizde daima yerini ve önemini koruyacaktır.

Elinizdeki eserde şairin kitaplarında bulunan ve kitaplarına girmeyen şiirleri toplanmıştır. Eser, temelde iki ana bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde “Kitapları”, ikinci bölümde ise “Kitaplarına Girmeyen Şiirleri” yer almaktadır. “Kitapları” bölümünde sırasıyla Garip (Resimli Ay Matbaası, 1941), Garip (Ölmez Eserler Yayınevi, 1945), Vazgeçemediğim (Marmara Kitabevi, 1945), Destan Gibi -Yol Türküleri- (Ölmez Eserler Yayınevi, 1946), Yenisi (Kenan Matbaası, 1947) ve Karşı (Güney Matbaacılık, 1949) adlı eserler vardır. Kitaplardaki şiirlerde söz konusu eserlere uyulmuş, ancak gerekli durumlarda dizgi ve imla hataları düzeltilmiştir. Ayrıca bu şiirlerin altında süreli yayınlardaki künye bilgileri de verilmiştir. Kitabın ilk metni olan “Garip Önsözü” Garip’ten (Ölmez Eserler Yayınevi, 1945) alınmıştır. Biz 1941’deki “Garip Önsözü”nü görmekle beraber, bu metni -Orhan Veli’nin küçük düzenlemeleriyle yayımlanan- Garip’in ikinci baskısından almayı tercih ettik.

Eserin ikinci bölümünde ise şairin “Kitaplarına Girmeyen Şiirleri” yer almaktadır. Bu şiirlerin hazırlanışında dergi ve gazetelerdeki metinler esas alınmış, şiirler yayımlanış tarihlerine göre kronolojik olarak sıralanmış, çok bariz dizgi ve imla hataları düzeltilmiş, bunlar dışında orijinal imlaya olabildiğince sadık kalınmıştır. Şiirlerin bazı kelime ve dizelerinde görü- len farklılıklar, gerek Sevdaya mı Tutuldum? (2015, YKY) gerek Haluk Oral’ın Bir Roman Kahramanı Orhan Veli (2015, YKY) gerekse de Orhan Veli’nin Yalnız Seni Arıyorum: Nahit Hanım’a Mektuplar (2014, YKY) gibi çeşitli kaynaklarla karşılaştırılarak dipnotlarda açıklanmıştır. Ayrıca kolay erişilebilmesi adı- na, yedi başlıksız şiire “İçindekiler” bölümünde şiirlerin ilk dizeleri köşeli parantez içinde başlık olarak verilmiştir (“Gemliğe Doğru”, “Neden Liman Diyince”, “Deli Eder İnsanı Bu Dünya”, “Erol Güney'in Kedisi”, “Acılar Vardı Ağlanacak”, “İşte Takdîr-i İlâhî Bu Da; Geldin, Gittin”, “Hüzün Ki Neşedir”).

Böylece Orhan Veli’nin şiirleri -bugüne kadar kitaplara girmeyenlerle beraber- gazete ve dergilerdeki metinler görülmek suretiyle, gerektiği durumlarda açıklamalar yapılarak bir araya getirildi. Bu süreçte büyük bir özveriyle çalışan editörümüz Gulzar Mammadova’ya teşekkür ederiz.

Kitap bizden çıktı, artık okuyucunun karşısında! Onları da “Bu güzel havalar mahvetsin.”