Fatma Dore - Academia.edu (original) (raw)
Papers by Fatma Dore
The decision by the Athenian democracy to put Socrates to death had a profound impact on his stud... more The decision by the Athenian democracy to put Socrates to death had a profound impact on his student Plato. In the eyes of Plato this was an act of horrific injustice for far from being a criminal, Socrates had for him simply attempted to better his own society through universal moral teachings. Thus, Plato was completely alienated from the Athenian democracy and this feeling was expressed literally in his leaving his homeland and travelling extensively in what was then thought of as being the civilized world to learn how societies of a stratified, and thus undemocratic, kind actually functioned to see if these were superior to that of his home city-state. He came to feel that they were, so when he returned to Athens, Plato drew on these examples to create a plan for an ideal state which would, like the ones he had seen, be stratified, but in his case, the ruling class would not be kings or priests but rather philosophical guardians. By making this state an ideal one, Plato sought to place it above worldly affairs and make it immune to criticism, thus establishing a political formula that would be universal for time and place. This article aims to examine Plato's concept of the perfect state which is based on what he claims are absolute truths, i.e. ideas. It stresses that this concept was formed by him to serve a pratical purpose which is the formation of a workable state. In looking at what kind this would be, the article first reveals Plato's rejection of democracy which is caused, in addition to his coming from an aristocratic family, by the sentencing to death of his beloved teacher Socrates by his native democratic Athens. Then it will show that this feeling was given some political shape by the societal structures of the non-democratic Eastern societies that Plato then came to see on his travels. Next, it will be shown that Plato idealized these experiences and observations to form his ideal political order and the subsequent concept of the ideal state that comes from them. It will emphasize that Plato, who is inspired for this reason to draw parallels between the state, man and the universe upon the concepts of order and truth, believes that his ideal can only be grasped through the faculty of reason, and therefore only philosophers, those with minds capable of comprehending what to him are true ideas, can perceive the ideal form of the state and put it into practice.
Kopula, bağ, rabıta, ilişki anlamlarına gelen ve bir önermede yüklemi özneye bağlayan, mantıkta y... more Kopula, bağ, rabıta, ilişki anlamlarına gelen ve bir önermede yüklemi özneye bağlayan,
mantıkta yargı bildiren, dilsel birim olarak tanımlanmaktadır. Hint-Avrupa dillerinin
çoğunda en önemli kopula İngilizce’de to be veya Fransızca’da être gibi olmak anlamına gelen
bir fiil mastarıdır. Aristoteles’in dili Antik Yunanca’da olmak, üçüncü tekil şahsı ἐστί (esti)
olan ve Türkçe’de -dir anlamına gelen εἰμί (eimi) fiilinin mastarı είναι (einai) sözcüğüdür.
Mantık çalışmalarında Aristoteles’i takip eden Fârâbî aslen, bugünkü adıyla Kazakistanlı
olup, dönemin ilim anlayışına uygun olarak eserlerini Arapça yazmıştır. Sami dil ailesinin
bir parçası olan Arapça’da söz konusu bağ anlamı çok iyi aktarılsa da aleni bir kopula yoktur.
Bu temelde, Aristoteles’in daha önceki çevirmenleri kopula terimini tercüme etmek için
çözüm üretmeye ihtiyaç duymuş ve bu doğrultuda ھو) hüve) ya da الموجود) mevcut), cümle
içinde “mevcut”un da kendisinden türemiş olduğu الوجود) vücut)tan çekilen یوجد َ) yûced),
terimlerini önermişlerdi. Aristoteles’ten ilhamla, mantığın apaçık sergilenebilmesi için
kopula kullanımına ihtiyaç olduğunu savunan Fârâbî, açık bir şekilde bunlardan ikincisini
tercih etmiştir. Onu bu seçime yönelten şey çok dilliliği ve etnik kökenidir. Zira ana dili
Türkçe’den başka Arapça ve yanı sıra Hint-Avrupa dillerinden Soğdca ve Farsçaya dair
bilgisi, Farsça’daki بودن) bûdan) ile Aristoteles’in είναι sözcüğünün aynı olmak fiili
kökeninden geldiğini kavramasını sağlamıştır. Aynı anlam, Türk dillerinde bu tarz bir fiil
aracılığıyla değil, ancak modern Türkçe’de hem var olma hem de mevcut olma anlamını
taşıyan bir yüklem olan var sözcüğü ile ifade edilir. Dolayısıyla, Fârâbî’nin ilgisini ilk çeken
şeyin “yûced” ile ana dili Türkçe’deki “var” arasındaki benzerlik olduğu ve söz konusu
kopula seçiminin onun Türk kökenli oluşundan kaynaklı doğal bir yönelimle gerçekleştiği
düşünülmektedir.
The copula is a linguistic unit that means bond, conjunction, relation, connector of the
predicate to the subject in a proposition, and in logic expresssing judgement. In most IndoEuropean languages the main copula is a verb meaning to be such as to be in English or être
in French. In ancient Greek, the language of Aristotle, the word είναι (einai), is the infinitive
of the verb εἰμί (eimi), which has the third person singular ἐστί (esti) and is -dir in Turkish.
Originally from what is now Kazakhstan, al-Fārābī drew on the work of Aristotle in his own
work on logic, which he wrote in Arabic in accordance with the scientific understanding of
the period. Although the Arabic, which belongs to the Semitic family of languages, is
perfectly capable of combining words, it lacks an explicit copula. However, it was necessary
to create one in order to translate Aristotle accurately, so earlier Arabic translators of his
work had already proposed the terms ھو) huwa) or الموجود) mawjūd) which were used in the
form of یوجد َ) yūjad), both derived from الوجود) wujūd), meaning “being, existing”, for an
explicit copula. Similarly influenced by Aristotle to feel that to use of copula is necessary for
the exposition of logic, there is a need for a use of a copula, al-Fārābī is clearly drawn to
yūjad. What brings him to this position is his mutliligualism and his ethnicity. For in addition
to his native Turkish language and the Arabic, his knowledge of the Indo-European
languages of Sogdian and Fārsī gives him with an understanding of a verb meaning to be
that is بودن) būdan) in Fārsī and which is cognate with Aristotle’s είναι (einai). The same
sense is carried in Turkic languages, not through a verb as such, but rather through a
predicate adjective, which in modern Turkish is var, but which also carries a meaning of to
be present. With al-Fārābī’s ethnic Turkic background, as it is the similarities between
“yujad” and the Turkic term “var” that make it so attractive to him.
Ronesans’ta Ispanyol bilginleri nazarinda Aristoteles’in konumu oldukca yuksektir. Dolayisiyla on... more Ronesans’ta Ispanyol bilginleri nazarinda Aristoteles’in konumu oldukca yuksektir. Dolayisiyla onun dogal kole kavrami, Amerika kitasinda karsilasilan yerli halklarin statusune iliskin entelektuel tartismalarin cercevesini belirlemistir. Sozkonusu kavram, kolelik olgusunun toplumun tam islevselligi icin gerekli olduguna inanan Antik Atina’nin koleci toplumu baglaminda gelistirilmistir. Ote yandan Aristoteles’in dogal kole kavrami her halukarda bir belirsizlik de icermektedir. St. Thomas Aquinas zamaninda Aristotelesciligin yeniden dogusuyla birlikte bir kez daha onem kazanan kavram, St. Augustine’e gore erken Kilise’de gecerli degildir, ancak Ronesans’ta Aristotelescilik etkisinin yukselmeye devam etmesiyle birlikte Ispanyol dusunurleri arasinda cok onemli bir tartisma konusu haline gelmistir. Calismada, onlarin dogal koleler olduklarini ileri surenlerle, bu tavri reddeden ancak egitim yoluyla bilissel yetilerinin iyilestirilebilecegini savunanlar olmak uzere iki tarafin tartisma ko...
TEKÂMÜLÜ ÖZET Bu makale, Paris Üniversitesi'nin, onüçüncü yüzyılda İbn Rüşd'ün felsefî etkisiyle ... more TEKÂMÜLÜ ÖZET Bu makale, Paris Üniversitesi'nin, onüçüncü yüzyılda İbn Rüşd'ün felsefî etkisiyle gerçek anlamda bir üniversite haline geldiğini savunur. Bu yüzyılda, teolojide Aristoteles felsefesine ilgiyle beraber aklın kullanımı hususunda ortaya çıkan yeni bir yönelimle, üniversite içinde bir kesimin " Yorumcu " İbn Rüşd'ün fikirlerini benimsediğini ortaya koyar. Çalışma, üniversitenin en tanınmış İbn Rüşdçüsü Brabantlı Siger'yi inceleyerek, İbn Rüşd felsefesinin ne kadar büyük bir etkiye sahip olduğunu kanıtlar. Siger ile İbn Rüşd'ün üç önemli felsefi konu –âlemin ezelîliği, akılların birliği ve " çifte hakikat " olarak bilinen kavram-hakkındaki görüşlerini karşılaştırır. Siger'nin, İbn Rüşd'ü ne kadar yakından takip ettiğini göstermekle, bu felsefî kavramların nihayetinde İbn Rüşd vasıtasıyla gelmiş olduğuna işaret eder. Daha sonra, Paris Üniversitesi'nin o dönemdeki diğer önemli felsefi figürlerinden Bonaventura ve Aquinaslı Thomas'ın tepkisel yanıtlarını inceleyerek bu kavramların oldukça büyük bir tartışma başlattığını gösterir. Bu tartışmanın, özellikle iki muhalifin İbn Rüşd'den esinlenen Siger ile olan görüş ayrılıklarındaki farklılık nedeniyle, daha da derin olduğuna dikkat çeker. Makale, bunu kanıtlayarak, akademik çevrelerde beklenen türden ciddi bir felsefi tartışmanın İbn Rüşd felsefesi ile başlatıldığını ve böylece Paris Üniversitesi'ni kelimenin tam anlamıyla bir üniversiteye dönüştürdüğünü gösterir. ABSTRACT This paper demonstrates that it is with the philosophical influence of Ibn Rushd (Averroes) that Paris University became a university in the proper sense in the thirteenth century. It reveals that in that century a new openness to the use of reason in theology with a concomitant interest in the philosophy of Aristotle made elements within the university receptive to the ideas of his " Commentator " , Ibn Rushd. It proves how great an impact the philosophy of Ibn Rushd had through an examination of the university's most prominent Averroist, Siger of Brabant. It compares the outlook of Brabant and Ibn Rushd on three key philosophical topics – the infiniteness of the universe, the unity of intellect/intellects/minds and a concept known as " double truth ". By demonstrating how closely Brabant follows Ibn Rushd, it is made clear that it is to Ibn Rushd that the introduction of such philosophical concepts ultimately lies. The paper then shows that these concepts proved
ÖZET Michel de Montaigne ve Jean-Jacques Rousseau "asil vahşi"-çalışmada " doğal insan " diye anı... more ÖZET Michel de Montaigne ve Jean-Jacques Rousseau "asil vahşi"-çalışmada " doğal insan " diye anılacaktır-olarak bilinen kavrama ilişkin geniş anlamda benzer bir bakış açısını paylaşırlar, ancak onu tanımlamaları birbirinden oldukça farklıdır. Çalışma, iki filozofun doğal insana yaklaşımlarındaki farklılığın ortaya konmasında Montaigne'in "Yamyamlar Üzerine" adlı denemesi ve Rousseau'nun İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kaynağı adlı eserini temel alır. Bu iki metin, filozofların doğal insana yaklaşım farklılıklarının, betimlenmelerinde belli bazı benzerliklerin yanısıra şaşırtıcı ölçüde ayrılıklara vararak sonuçlandığını gösterir. İkisi de doğal insan tasvirleri ile kendi toplumlarını eleştirme hedefini paylaşmalarına rağmen, Montaigne kanıta dayalı bir yaklaşım sergiler, Rousseau ise siyaset felsefesinde temel bir soruyu yanıtlama çabasıyla kurgusal bir inceleme gerçekleştirir. Bu yazı, Montaigne ve Rousseau'nun doğal insana farklı yaklaşımlarının, onları betimlemelerinde belli benzerliklerle birlikte çarpıcı ayrılıklara da yol açacak şekilde sonuçlandığını göstermeyi hedefler. Yararlı ve sınırlı koşulları, sağlığı, ihtiyaçlarının sadeliği ve kadının rolü konusunda doğal insana dair ortaya çıkarılan tabloda her iki yaklaşım benzerlik gösterirken, yalnız ya da toplumsal olduğu, konuşabilme yeteneği, merhamet ve şiddet gibi sorular çerçevesinde doğal insanı tanımlamada büyük farklılıkla birbirinden ayrıldığını gösterir. ABSTRACT Michel de Montaigne and Jean-Jacques Rousseau broadly share an outlook on what is known as " the noble savage " – in this paper referred to as " natural man " – yet their conception of it is far from identical. This paper draws primarily on Montaigne's " On Cannibals " and Rousseau's A Discourse on Inequality to demonstrate that the differing approaches taken to natural man by the two philosophers result, in addition to certain similarities, in striking differences in their depictions of natural man. It shows that despite sharing the objective of critiquing their own societies through their depictions of natural man, Montaigne's approach is evidence-based as he seeks an expansion of knowledge, whereas Rousseau's is speculative as he seeks to answer a fundamental question in political philosophy. This paper reveals that the two approaches result in depictions of natural man that are similar as to his beneficial limited condition, his health, his simplicity of needs and the role of women. It then shows that the depictions of natural man differ greatly on the questions of his being solitary or communal, his ability to speak and the question of compassion and violence.
It is instructive to notice...the causes of this violence. It derives from the very qualities whi... more It is instructive to notice...the causes of this violence. It derives from the very qualities which are commonly thought of as being the basis of human political sociability, our supposed equality and rationality.
ÖZET Bu makale on sekizinci yüzyıl filozoflarından Jean-Jacques Rousseau’nun, Sparta’nın muhteme... more ÖZET
Bu makale on sekizinci yüzyıl filozoflarından Jean-Jacques Rousseau’nun, Sparta’nın muhtemelen efsanevi yasacısı Lykurgos’a bakışını inceler. Rousseau’ya göre hem Sparta’nın temel yasalarını oluşturmadaki zihniyet ve yöntemi hem de bu yasaların kendileri sebebiyle Lykurgos model bir yasacıdır. Çalışma, Rousseau’nun bakış açısını bir bağlama yerleştirebilmek adına, ilk önce antik dünyada ve Aydınlanma’da Lykurgos’un sözde yasalarının çekiciliğini araştırır. Lykurgos’un Rousseau nazarında ideal yasacı konumunun anlaşılabilmesi için filozofun özgürlük ve toplum meseleleri çerçevesinde siyaset felsefesine ilişkin genel bir bakış sunar. Söz konusu yasacının Sparta’nın ana yasalarını oluşturma sürecini ayrıntılı bir şekilde gösterir. Son olarak, belirlediği yasalar çökmeye karşı en uzun süre dayanabilen bir devlet kurabildiği için Rousseau’nun model bir yasacı olarak Lykurgos’u işaret ettiğini vurgular.
Anahtar Sözcükler: Lykurgos, Rousseau, Sparta, Plutarkhos, Toplum Sözleşmesi, Platon, Montesquieu
Lycurgus: Rousseau’s Model Lawgiver
ABSTRACT
This paper examines the regard the probably mythical Spartan lawgiver Lycurgus is held in by the eighteenth-century philosopher Jean-Jacques Rousseau. It shows that for Rousseau, Lycurgus is a model lawgiver and he is such both for how he was thought to have produced the fundamental laws of the Spartan state and what those laws are. This paper first examines the attractiveness of Lycurgus’ supposed institutions in the ancient world and in the Enlightenment, as this will enable a contextualization of Rousseau’s outlook. It then gives an overview of Rousseau’s approach to political philosophy on the question of freedom and society in order that Lycurgus’ status as a model for Rousseau can be understood. It then reveals that Lycurgus is a model lawgiver for Rousseau in the way in which he formulates the fundamental laws of Sparta. Next, it demonstrates that these laws themselves create a state that is the least vulnerable to collapse, which also makes Lycurgus a model lawgiver to Rousseau.
Keywords: Lycurgus, Rousseau, Sparta, Plutarch, The Social Contract, Plato, Montesquieu
This work examines the concept of the general will developed by the 18 th-century Swiss-French ph... more This work examines the concept of the general will developed by the 18 th-century Swiss-French philosopher Jean-Jacques Rousseau through Henrik Ibsen's 1882 play An Enemy of the People. It reveals that the formulation of the concept of the general will comes about through Rousseau's attempt, as part of the economic or social contract tradition, to solve the problem of the relation of freedom to society. It then looks at the difference between the general will and the will of all, an agglomeration of the will of each individual, and reveals that the general will is manifested in concrete terms through legislative action, which allows for it to be regarded as the manifestation of a community's concern for its common interest. This work demonstrates that Ibsen's play is suitable for an analysis of the general will, as it takes place in a town that is a de facto free city-state. It then reveals that the attempt in the drama to silence Stockmann's revelation of the polluted waters in the town's municipal Baths is a manifestation of the general will. As such, this work shows that the general will is problematic as regards the issues of morality and freedom. It also shows that polities run by the general will may have external instability, and that the general will is an obstacle to the discovery of new truths.
ÖZET Rönesans'ta İspanyol bilginleri nazarında Aristoteles'in konumu oldukça yüksektir. Dolayısıy... more ÖZET
Rönesans'ta İspanyol bilginleri nazarında Aristoteles'in konumu oldukça yüksektir. Dolayısıyla onun doğal köle kavramı, Amerika kıtasında karşılaşılan yerli halkların statüsüne ilişkin entelektüel tartışmaların çerçevesini belirlemiştir. Sözkonusu kavram, kölelik olgusunun toplumun tam işlevselliği için gerekli olduğuna inanan Antik Atina'nın köleci toplumu bağlamında geliştirilmiştir. Öte yandan Aristoteles'in doğal köle kavramı her halükarda bir belirsizlik de içermektedir. St. Thomas Aquinas zamanında Aristotelesçiliğin yeniden doğuşuyla birlikte bir kez daha önem kazanan kavram, St. Augustine'e göre erken Kilise'de geçerli değildir, ancak Rönesans'ta Aristotelesçilik etkisinin yükselmeye devam etmesiyle birlikte İspanyol düşünürleri arasında çok önemli bir tartışma konusu haline gelmiştir. Çalışmada, onların doğal köleler olduklarını ileri sürenlerle, bu tavrı reddeden ancak eğitim yoluyla bilişsel yetilerinin iyileştirilebileceğini savunanlar olmak üzere iki tarafın tartışma konusu olan köleleştirilen yerli Amerikalıların durumu incelenecektir. Las Casas, ikinci gruba girmekte, aynı zamanda Aristotelyen doğal köle kavramını tamamıyla reddetmektedir.
ABSTRACT
This paper demonstrates that due to the great status of Aristotle among the Spanish scholars in the Renaissance, his concept of the natural slave framed the debate in which these intellectuals dealt with the newly encountered native peoples of the Americas. It first reveals that this concept was developed within the context of the slaveholding society of ancient Athens, where slavery was regarded as a requisite for that proper functioning of that society. It also shows that the concept itself is an ambiguous one. The paper then demonstrates, mainly through the writings of St Augustine, that in the early Church the concept fell into abeyance before being brought back into significance in the time of St Thomas Aquinas with the rebirth of interest in Aristotle. It then shows that with the influence of Aristotle continuing to rise into the Renaissance, the concept of the natural slave became one of great importance, including amongst the aforementioned Spanish scholars. It next reveals how the status of the newly encountered native Americans, who were being enslaved, was debated in terms of the natural slave, with one side taking the view that the native Americans were indeed natural slaves, whilst the other denying that this was the case, although advocating education to improve the reasoning ability of these peoples. Lastly, it shows that Las Casas belonged to the latter side, whilst also rejecting the concept of the natural slave altogether.
Bu çalışmanın amacı, Franz Kafka’nın “Poseidon” adlı kısa öyküsünü, içkin olduğu Marksist yabancı... more Bu çalışmanın amacı, Franz Kafka’nın “Poseidon” adlı kısa öyküsünü, içkin olduğu Marksist yabancılaşma teorisi bağlamında çözümlemektir. Bu eserde Kafka, Poseidon’u, sıkıcı bürokratik işler yüzünden kendini kapana kısılmış hisseden üst düzey bir memur olarak betimlemektedir. Çalışmada, Poseidon’u klasik edebiyatta bilinen halinden çok farklı bir şekilde tanıtan Kafka’nın bu şok edici temsilinin daha iyi anlaşılabilmesi için, önde gelen ilgili metinlerde bu antik tanrının nasıl resmedildiği gösterilecektir. Bu kıyaslama aracılığıyla Kafka’nın öyküsündeki ana temanın, Marks’ın yabancılaşma teorisine de tabi tutulabilecek, bürokratik işlerin alelade ve insanlıktan çıkarıcı doğası olduğu hemen anlaşılacaktır. Çalışma, Marks’ın kuramının kapitalist sistemlere ait bürokrasiyle ilişkili olduğunu ve Kafka’nın da tıpkı öyle bir bürokrasiyi tasvir ettiğini gösterecektir. Ardından, Marksist anlayışta işin ürünü ve işin teknik olarak bölünmesi üzerinden yabancılaşmanın insanın doğasındaki yaratıcılığı önlemesiyle ilgisi açıklanacaktır. Eserde gözlemlenen hiyerarşi ve rekabet ile emeğin ödülünün ertelenmesi gibi ayrıntıların da yabancılaşma yaratan unsurlar olduğu tartışılacaktır.
This work will demonstrate that multiperspectivism is clearly manifested in two great books of Eu... more This work will demonstrate that multiperspectivism is clearly manifested in two great books of European literature – that of Homer’s The Iliad and Ismail Kadare’s The Siege – and it will argue that their multiperspectivism could be of use in defusing real tensions in the continent of Europe today. This work will claim that multiperspectivism in literature on a character level is connected not only to an extradiegetic and heterodiegetic narrative technique, but also to the sympathetic depiction of characters with differing and conflicting agendas. It will also show that the realism and its concomitant complexity of character inherent in the two works is tied to their multiperspectivism. The multiperspectivism of the two works will be shown through an analysis in The Iliad of the characters of Achilles, Agamemnon, Hector and Priam and in The Siege of the characters of Tursun Pasha and the unnamed Albanian chronicler. It will then reveal that, as a 2013 scientific study has intimated, greater empathy is seemingly created in readers of multiperspective works and that such empathy could be useful in helping to defuse real problems in contemporary Europe.
Bu makalenin konusu, Britanyalı ahlak filozofu Iris Murdoch‟un (1919-1999), etik anlayışını tamam... more Bu makalenin konusu, Britanyalı ahlak filozofu Iris Murdoch‟un
(1919-1999), etik anlayışını tamamen kendisine dayandırdığı Platon
(428/427-348/347 BCE) ile temel bir uzlaşmazlığı üzerinedir. Makalede,
geniş anlamda 20. yüzyıl felsefe geleneğine ait olan Iris Murdoch‟un, ahlak
felsefesini büyük ölçüde antik Yunan filozofu Platon‟a, özellikle onun “İyi
İdeası”na dayandırdığı gösterilecektir. Murdoch‟un felsefi görüşlerinin güçlü
bir şekilde Platon‟un eserlerinden kaynaklandığını belirtmek için, çalışmada
öncelikle büyük Yunan düşünürünün felsefesine genel olarak bakılacak; aynı
zamanda Platon‟un, Murdoch‟un özellikle bu konuda kendisine muhalif
olduğu, sanatçılara yönelik olumsuz görüşleri açıklanacaktır. Ardından
Murdoch‟un 20. yüzyıl etik öğretilerine karşı tutumu, onlarla anlaşmadığı
noktalar ve dolayısıyla ahlaki bir çözüm bulmak için Platon‟a dönmesi;
Platon‟un düşüncelerinin özüne bağlı olsa da, Murdoch‟un bunlara modern
düşünce yöntemleriyle yaklaştığı gösterilecektir. Böylece bu makale,
Murdoch‟un derinden borçlu olduğu ve saygı duyduğu Platon‟un, aslında bu
konuda filozofun üstünkörü davranmış olduğuna inanmakla birlikte,
sanatçılarla ilgili tutumuna karşı itirazını ve bunun nedenlerini ortaya
koyacaktır.
Anahtar Kelimeler: Ahlak Felsefesi, İyi, Sanatçı, Sevgi, Benlikten
Sıyrılma.
This article applies one aspect of Jean-Paul Sartre's existentialist approach as found in his phi... more This article applies one aspect of Jean-Paul Sartre's existentialist approach as found in his philosophic masterpiece Being and Nothingness to a particularly prevelant pair of characters in classical Near Eastern poetry. The aspect in question is the Self and the Other as modified in the case of a lover, and the characters are the Nightingale and the Rose, known by their original names as Bulbul and Gul respectively. To understand Sartre's perspective on the lover, it will first be shown that Sartre regards all human relationships are reducible to the Self and the Other. In general, this inexorably leads to conflict in the systematic way put forward by Georg Wilhelm Friedrich Hegel, in his Phenomonology of Spirit, as the dialectic of Yrd. Doç. Dr., Afyon Kocatepe Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü. dorefatma@gmail.com Fatma DORE 20 the Master and the Slave. For Sartre though, as will be looked at, there is a single possible way of escape from this seemingly inevitable conflict. This is when the Self is a lover, who, in a desire for sincerely granted love, offers the Other -as a beloved -freedom rather than trying to enslave him or her. Finally, it shall be shown that both the dialectic of the Master and the Slave and the exceptional case of the lover is evidenced in the aforementioned poetic characters.
The decision by the Athenian democracy to put Socrates to death had a profound impact on his stud... more The decision by the Athenian democracy to put Socrates to death had a profound impact on his student Plato. In the eyes of Plato this was an act of horrific injustice for far from being a criminal, Socrates had for him simply attempted to better his own society through universal moral teachings. Thus, Plato was completely alienated from the Athenian democracy and this feeling was expressed literally in his leaving his homeland and travelling extensively in what was then thought of as being the civilized world to learn how societies of a stratified, and thus undemocratic, kind actually functioned to see if these were superior to that of his home city-state. He came to feel that they were, so when he returned to Athens, Plato drew on these examples to create a plan for an ideal state which would, like the ones he had seen, be stratified, but in his case, the ruling class would not be kings or priests but rather philosophical guardians. By making this state an ideal one, Plato sought to place it above worldly affairs and make it immune to criticism, thus establishing a political formula that would be universal for time and place. This article aims to examine Plato's concept of the perfect state which is based on what he claims are absolute truths, i.e. ideas. It stresses that this concept was formed by him to serve a pratical purpose which is the formation of a workable state. In looking at what kind this would be, the article first reveals Plato's rejection of democracy which is caused, in addition to his coming from an aristocratic family, by the sentencing to death of his beloved teacher Socrates by his native democratic Athens. Then it will show that this feeling was given some political shape by the societal structures of the non-democratic Eastern societies that Plato then came to see on his travels. Next, it will be shown that Plato idealized these experiences and observations to form his ideal political order and the subsequent concept of the ideal state that comes from them. It will emphasize that Plato, who is inspired for this reason to draw parallels between the state, man and the universe upon the concepts of order and truth, believes that his ideal can only be grasped through the faculty of reason, and therefore only philosophers, those with minds capable of comprehending what to him are true ideas, can perceive the ideal form of the state and put it into practice.
Kopula, bağ, rabıta, ilişki anlamlarına gelen ve bir önermede yüklemi özneye bağlayan, mantıkta y... more Kopula, bağ, rabıta, ilişki anlamlarına gelen ve bir önermede yüklemi özneye bağlayan,
mantıkta yargı bildiren, dilsel birim olarak tanımlanmaktadır. Hint-Avrupa dillerinin
çoğunda en önemli kopula İngilizce’de to be veya Fransızca’da être gibi olmak anlamına gelen
bir fiil mastarıdır. Aristoteles’in dili Antik Yunanca’da olmak, üçüncü tekil şahsı ἐστί (esti)
olan ve Türkçe’de -dir anlamına gelen εἰμί (eimi) fiilinin mastarı είναι (einai) sözcüğüdür.
Mantık çalışmalarında Aristoteles’i takip eden Fârâbî aslen, bugünkü adıyla Kazakistanlı
olup, dönemin ilim anlayışına uygun olarak eserlerini Arapça yazmıştır. Sami dil ailesinin
bir parçası olan Arapça’da söz konusu bağ anlamı çok iyi aktarılsa da aleni bir kopula yoktur.
Bu temelde, Aristoteles’in daha önceki çevirmenleri kopula terimini tercüme etmek için
çözüm üretmeye ihtiyaç duymuş ve bu doğrultuda ھو) hüve) ya da الموجود) mevcut), cümle
içinde “mevcut”un da kendisinden türemiş olduğu الوجود) vücut)tan çekilen یوجد َ) yûced),
terimlerini önermişlerdi. Aristoteles’ten ilhamla, mantığın apaçık sergilenebilmesi için
kopula kullanımına ihtiyaç olduğunu savunan Fârâbî, açık bir şekilde bunlardan ikincisini
tercih etmiştir. Onu bu seçime yönelten şey çok dilliliği ve etnik kökenidir. Zira ana dili
Türkçe’den başka Arapça ve yanı sıra Hint-Avrupa dillerinden Soğdca ve Farsçaya dair
bilgisi, Farsça’daki بودن) bûdan) ile Aristoteles’in είναι sözcüğünün aynı olmak fiili
kökeninden geldiğini kavramasını sağlamıştır. Aynı anlam, Türk dillerinde bu tarz bir fiil
aracılığıyla değil, ancak modern Türkçe’de hem var olma hem de mevcut olma anlamını
taşıyan bir yüklem olan var sözcüğü ile ifade edilir. Dolayısıyla, Fârâbî’nin ilgisini ilk çeken
şeyin “yûced” ile ana dili Türkçe’deki “var” arasındaki benzerlik olduğu ve söz konusu
kopula seçiminin onun Türk kökenli oluşundan kaynaklı doğal bir yönelimle gerçekleştiği
düşünülmektedir.
The copula is a linguistic unit that means bond, conjunction, relation, connector of the
predicate to the subject in a proposition, and in logic expresssing judgement. In most IndoEuropean languages the main copula is a verb meaning to be such as to be in English or être
in French. In ancient Greek, the language of Aristotle, the word είναι (einai), is the infinitive
of the verb εἰμί (eimi), which has the third person singular ἐστί (esti) and is -dir in Turkish.
Originally from what is now Kazakhstan, al-Fārābī drew on the work of Aristotle in his own
work on logic, which he wrote in Arabic in accordance with the scientific understanding of
the period. Although the Arabic, which belongs to the Semitic family of languages, is
perfectly capable of combining words, it lacks an explicit copula. However, it was necessary
to create one in order to translate Aristotle accurately, so earlier Arabic translators of his
work had already proposed the terms ھو) huwa) or الموجود) mawjūd) which were used in the
form of یوجد َ) yūjad), both derived from الوجود) wujūd), meaning “being, existing”, for an
explicit copula. Similarly influenced by Aristotle to feel that to use of copula is necessary for
the exposition of logic, there is a need for a use of a copula, al-Fārābī is clearly drawn to
yūjad. What brings him to this position is his mutliligualism and his ethnicity. For in addition
to his native Turkish language and the Arabic, his knowledge of the Indo-European
languages of Sogdian and Fārsī gives him with an understanding of a verb meaning to be
that is بودن) būdan) in Fārsī and which is cognate with Aristotle’s είναι (einai). The same
sense is carried in Turkic languages, not through a verb as such, but rather through a
predicate adjective, which in modern Turkish is var, but which also carries a meaning of to
be present. With al-Fārābī’s ethnic Turkic background, as it is the similarities between
“yujad” and the Turkic term “var” that make it so attractive to him.
Ronesans’ta Ispanyol bilginleri nazarinda Aristoteles’in konumu oldukca yuksektir. Dolayisiyla on... more Ronesans’ta Ispanyol bilginleri nazarinda Aristoteles’in konumu oldukca yuksektir. Dolayisiyla onun dogal kole kavrami, Amerika kitasinda karsilasilan yerli halklarin statusune iliskin entelektuel tartismalarin cercevesini belirlemistir. Sozkonusu kavram, kolelik olgusunun toplumun tam islevselligi icin gerekli olduguna inanan Antik Atina’nin koleci toplumu baglaminda gelistirilmistir. Ote yandan Aristoteles’in dogal kole kavrami her halukarda bir belirsizlik de icermektedir. St. Thomas Aquinas zamaninda Aristotelesciligin yeniden dogusuyla birlikte bir kez daha onem kazanan kavram, St. Augustine’e gore erken Kilise’de gecerli degildir, ancak Ronesans’ta Aristotelescilik etkisinin yukselmeye devam etmesiyle birlikte Ispanyol dusunurleri arasinda cok onemli bir tartisma konusu haline gelmistir. Calismada, onlarin dogal koleler olduklarini ileri surenlerle, bu tavri reddeden ancak egitim yoluyla bilissel yetilerinin iyilestirilebilecegini savunanlar olmak uzere iki tarafin tartisma ko...
TEKÂMÜLÜ ÖZET Bu makale, Paris Üniversitesi'nin, onüçüncü yüzyılda İbn Rüşd'ün felsefî etkisiyle ... more TEKÂMÜLÜ ÖZET Bu makale, Paris Üniversitesi'nin, onüçüncü yüzyılda İbn Rüşd'ün felsefî etkisiyle gerçek anlamda bir üniversite haline geldiğini savunur. Bu yüzyılda, teolojide Aristoteles felsefesine ilgiyle beraber aklın kullanımı hususunda ortaya çıkan yeni bir yönelimle, üniversite içinde bir kesimin " Yorumcu " İbn Rüşd'ün fikirlerini benimsediğini ortaya koyar. Çalışma, üniversitenin en tanınmış İbn Rüşdçüsü Brabantlı Siger'yi inceleyerek, İbn Rüşd felsefesinin ne kadar büyük bir etkiye sahip olduğunu kanıtlar. Siger ile İbn Rüşd'ün üç önemli felsefi konu –âlemin ezelîliği, akılların birliği ve " çifte hakikat " olarak bilinen kavram-hakkındaki görüşlerini karşılaştırır. Siger'nin, İbn Rüşd'ü ne kadar yakından takip ettiğini göstermekle, bu felsefî kavramların nihayetinde İbn Rüşd vasıtasıyla gelmiş olduğuna işaret eder. Daha sonra, Paris Üniversitesi'nin o dönemdeki diğer önemli felsefi figürlerinden Bonaventura ve Aquinaslı Thomas'ın tepkisel yanıtlarını inceleyerek bu kavramların oldukça büyük bir tartışma başlattığını gösterir. Bu tartışmanın, özellikle iki muhalifin İbn Rüşd'den esinlenen Siger ile olan görüş ayrılıklarındaki farklılık nedeniyle, daha da derin olduğuna dikkat çeker. Makale, bunu kanıtlayarak, akademik çevrelerde beklenen türden ciddi bir felsefi tartışmanın İbn Rüşd felsefesi ile başlatıldığını ve böylece Paris Üniversitesi'ni kelimenin tam anlamıyla bir üniversiteye dönüştürdüğünü gösterir. ABSTRACT This paper demonstrates that it is with the philosophical influence of Ibn Rushd (Averroes) that Paris University became a university in the proper sense in the thirteenth century. It reveals that in that century a new openness to the use of reason in theology with a concomitant interest in the philosophy of Aristotle made elements within the university receptive to the ideas of his " Commentator " , Ibn Rushd. It proves how great an impact the philosophy of Ibn Rushd had through an examination of the university's most prominent Averroist, Siger of Brabant. It compares the outlook of Brabant and Ibn Rushd on three key philosophical topics – the infiniteness of the universe, the unity of intellect/intellects/minds and a concept known as " double truth ". By demonstrating how closely Brabant follows Ibn Rushd, it is made clear that it is to Ibn Rushd that the introduction of such philosophical concepts ultimately lies. The paper then shows that these concepts proved
ÖZET Michel de Montaigne ve Jean-Jacques Rousseau "asil vahşi"-çalışmada " doğal insan " diye anı... more ÖZET Michel de Montaigne ve Jean-Jacques Rousseau "asil vahşi"-çalışmada " doğal insan " diye anılacaktır-olarak bilinen kavrama ilişkin geniş anlamda benzer bir bakış açısını paylaşırlar, ancak onu tanımlamaları birbirinden oldukça farklıdır. Çalışma, iki filozofun doğal insana yaklaşımlarındaki farklılığın ortaya konmasında Montaigne'in "Yamyamlar Üzerine" adlı denemesi ve Rousseau'nun İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kaynağı adlı eserini temel alır. Bu iki metin, filozofların doğal insana yaklaşım farklılıklarının, betimlenmelerinde belli bazı benzerliklerin yanısıra şaşırtıcı ölçüde ayrılıklara vararak sonuçlandığını gösterir. İkisi de doğal insan tasvirleri ile kendi toplumlarını eleştirme hedefini paylaşmalarına rağmen, Montaigne kanıta dayalı bir yaklaşım sergiler, Rousseau ise siyaset felsefesinde temel bir soruyu yanıtlama çabasıyla kurgusal bir inceleme gerçekleştirir. Bu yazı, Montaigne ve Rousseau'nun doğal insana farklı yaklaşımlarının, onları betimlemelerinde belli benzerliklerle birlikte çarpıcı ayrılıklara da yol açacak şekilde sonuçlandığını göstermeyi hedefler. Yararlı ve sınırlı koşulları, sağlığı, ihtiyaçlarının sadeliği ve kadının rolü konusunda doğal insana dair ortaya çıkarılan tabloda her iki yaklaşım benzerlik gösterirken, yalnız ya da toplumsal olduğu, konuşabilme yeteneği, merhamet ve şiddet gibi sorular çerçevesinde doğal insanı tanımlamada büyük farklılıkla birbirinden ayrıldığını gösterir. ABSTRACT Michel de Montaigne and Jean-Jacques Rousseau broadly share an outlook on what is known as " the noble savage " – in this paper referred to as " natural man " – yet their conception of it is far from identical. This paper draws primarily on Montaigne's " On Cannibals " and Rousseau's A Discourse on Inequality to demonstrate that the differing approaches taken to natural man by the two philosophers result, in addition to certain similarities, in striking differences in their depictions of natural man. It shows that despite sharing the objective of critiquing their own societies through their depictions of natural man, Montaigne's approach is evidence-based as he seeks an expansion of knowledge, whereas Rousseau's is speculative as he seeks to answer a fundamental question in political philosophy. This paper reveals that the two approaches result in depictions of natural man that are similar as to his beneficial limited condition, his health, his simplicity of needs and the role of women. It then shows that the depictions of natural man differ greatly on the questions of his being solitary or communal, his ability to speak and the question of compassion and violence.
It is instructive to notice...the causes of this violence. It derives from the very qualities whi... more It is instructive to notice...the causes of this violence. It derives from the very qualities which are commonly thought of as being the basis of human political sociability, our supposed equality and rationality.
ÖZET Bu makale on sekizinci yüzyıl filozoflarından Jean-Jacques Rousseau’nun, Sparta’nın muhteme... more ÖZET
Bu makale on sekizinci yüzyıl filozoflarından Jean-Jacques Rousseau’nun, Sparta’nın muhtemelen efsanevi yasacısı Lykurgos’a bakışını inceler. Rousseau’ya göre hem Sparta’nın temel yasalarını oluşturmadaki zihniyet ve yöntemi hem de bu yasaların kendileri sebebiyle Lykurgos model bir yasacıdır. Çalışma, Rousseau’nun bakış açısını bir bağlama yerleştirebilmek adına, ilk önce antik dünyada ve Aydınlanma’da Lykurgos’un sözde yasalarının çekiciliğini araştırır. Lykurgos’un Rousseau nazarında ideal yasacı konumunun anlaşılabilmesi için filozofun özgürlük ve toplum meseleleri çerçevesinde siyaset felsefesine ilişkin genel bir bakış sunar. Söz konusu yasacının Sparta’nın ana yasalarını oluşturma sürecini ayrıntılı bir şekilde gösterir. Son olarak, belirlediği yasalar çökmeye karşı en uzun süre dayanabilen bir devlet kurabildiği için Rousseau’nun model bir yasacı olarak Lykurgos’u işaret ettiğini vurgular.
Anahtar Sözcükler: Lykurgos, Rousseau, Sparta, Plutarkhos, Toplum Sözleşmesi, Platon, Montesquieu
Lycurgus: Rousseau’s Model Lawgiver
ABSTRACT
This paper examines the regard the probably mythical Spartan lawgiver Lycurgus is held in by the eighteenth-century philosopher Jean-Jacques Rousseau. It shows that for Rousseau, Lycurgus is a model lawgiver and he is such both for how he was thought to have produced the fundamental laws of the Spartan state and what those laws are. This paper first examines the attractiveness of Lycurgus’ supposed institutions in the ancient world and in the Enlightenment, as this will enable a contextualization of Rousseau’s outlook. It then gives an overview of Rousseau’s approach to political philosophy on the question of freedom and society in order that Lycurgus’ status as a model for Rousseau can be understood. It then reveals that Lycurgus is a model lawgiver for Rousseau in the way in which he formulates the fundamental laws of Sparta. Next, it demonstrates that these laws themselves create a state that is the least vulnerable to collapse, which also makes Lycurgus a model lawgiver to Rousseau.
Keywords: Lycurgus, Rousseau, Sparta, Plutarch, The Social Contract, Plato, Montesquieu
This work examines the concept of the general will developed by the 18 th-century Swiss-French ph... more This work examines the concept of the general will developed by the 18 th-century Swiss-French philosopher Jean-Jacques Rousseau through Henrik Ibsen's 1882 play An Enemy of the People. It reveals that the formulation of the concept of the general will comes about through Rousseau's attempt, as part of the economic or social contract tradition, to solve the problem of the relation of freedom to society. It then looks at the difference between the general will and the will of all, an agglomeration of the will of each individual, and reveals that the general will is manifested in concrete terms through legislative action, which allows for it to be regarded as the manifestation of a community's concern for its common interest. This work demonstrates that Ibsen's play is suitable for an analysis of the general will, as it takes place in a town that is a de facto free city-state. It then reveals that the attempt in the drama to silence Stockmann's revelation of the polluted waters in the town's municipal Baths is a manifestation of the general will. As such, this work shows that the general will is problematic as regards the issues of morality and freedom. It also shows that polities run by the general will may have external instability, and that the general will is an obstacle to the discovery of new truths.
ÖZET Rönesans'ta İspanyol bilginleri nazarında Aristoteles'in konumu oldukça yüksektir. Dolayısıy... more ÖZET
Rönesans'ta İspanyol bilginleri nazarında Aristoteles'in konumu oldukça yüksektir. Dolayısıyla onun doğal köle kavramı, Amerika kıtasında karşılaşılan yerli halkların statüsüne ilişkin entelektüel tartışmaların çerçevesini belirlemiştir. Sözkonusu kavram, kölelik olgusunun toplumun tam işlevselliği için gerekli olduğuna inanan Antik Atina'nın köleci toplumu bağlamında geliştirilmiştir. Öte yandan Aristoteles'in doğal köle kavramı her halükarda bir belirsizlik de içermektedir. St. Thomas Aquinas zamanında Aristotelesçiliğin yeniden doğuşuyla birlikte bir kez daha önem kazanan kavram, St. Augustine'e göre erken Kilise'de geçerli değildir, ancak Rönesans'ta Aristotelesçilik etkisinin yükselmeye devam etmesiyle birlikte İspanyol düşünürleri arasında çok önemli bir tartışma konusu haline gelmiştir. Çalışmada, onların doğal köleler olduklarını ileri sürenlerle, bu tavrı reddeden ancak eğitim yoluyla bilişsel yetilerinin iyileştirilebileceğini savunanlar olmak üzere iki tarafın tartışma konusu olan köleleştirilen yerli Amerikalıların durumu incelenecektir. Las Casas, ikinci gruba girmekte, aynı zamanda Aristotelyen doğal köle kavramını tamamıyla reddetmektedir.
ABSTRACT
This paper demonstrates that due to the great status of Aristotle among the Spanish scholars in the Renaissance, his concept of the natural slave framed the debate in which these intellectuals dealt with the newly encountered native peoples of the Americas. It first reveals that this concept was developed within the context of the slaveholding society of ancient Athens, where slavery was regarded as a requisite for that proper functioning of that society. It also shows that the concept itself is an ambiguous one. The paper then demonstrates, mainly through the writings of St Augustine, that in the early Church the concept fell into abeyance before being brought back into significance in the time of St Thomas Aquinas with the rebirth of interest in Aristotle. It then shows that with the influence of Aristotle continuing to rise into the Renaissance, the concept of the natural slave became one of great importance, including amongst the aforementioned Spanish scholars. It next reveals how the status of the newly encountered native Americans, who were being enslaved, was debated in terms of the natural slave, with one side taking the view that the native Americans were indeed natural slaves, whilst the other denying that this was the case, although advocating education to improve the reasoning ability of these peoples. Lastly, it shows that Las Casas belonged to the latter side, whilst also rejecting the concept of the natural slave altogether.
Bu çalışmanın amacı, Franz Kafka’nın “Poseidon” adlı kısa öyküsünü, içkin olduğu Marksist yabancı... more Bu çalışmanın amacı, Franz Kafka’nın “Poseidon” adlı kısa öyküsünü, içkin olduğu Marksist yabancılaşma teorisi bağlamında çözümlemektir. Bu eserde Kafka, Poseidon’u, sıkıcı bürokratik işler yüzünden kendini kapana kısılmış hisseden üst düzey bir memur olarak betimlemektedir. Çalışmada, Poseidon’u klasik edebiyatta bilinen halinden çok farklı bir şekilde tanıtan Kafka’nın bu şok edici temsilinin daha iyi anlaşılabilmesi için, önde gelen ilgili metinlerde bu antik tanrının nasıl resmedildiği gösterilecektir. Bu kıyaslama aracılığıyla Kafka’nın öyküsündeki ana temanın, Marks’ın yabancılaşma teorisine de tabi tutulabilecek, bürokratik işlerin alelade ve insanlıktan çıkarıcı doğası olduğu hemen anlaşılacaktır. Çalışma, Marks’ın kuramının kapitalist sistemlere ait bürokrasiyle ilişkili olduğunu ve Kafka’nın da tıpkı öyle bir bürokrasiyi tasvir ettiğini gösterecektir. Ardından, Marksist anlayışta işin ürünü ve işin teknik olarak bölünmesi üzerinden yabancılaşmanın insanın doğasındaki yaratıcılığı önlemesiyle ilgisi açıklanacaktır. Eserde gözlemlenen hiyerarşi ve rekabet ile emeğin ödülünün ertelenmesi gibi ayrıntıların da yabancılaşma yaratan unsurlar olduğu tartışılacaktır.
This work will demonstrate that multiperspectivism is clearly manifested in two great books of Eu... more This work will demonstrate that multiperspectivism is clearly manifested in two great books of European literature – that of Homer’s The Iliad and Ismail Kadare’s The Siege – and it will argue that their multiperspectivism could be of use in defusing real tensions in the continent of Europe today. This work will claim that multiperspectivism in literature on a character level is connected not only to an extradiegetic and heterodiegetic narrative technique, but also to the sympathetic depiction of characters with differing and conflicting agendas. It will also show that the realism and its concomitant complexity of character inherent in the two works is tied to their multiperspectivism. The multiperspectivism of the two works will be shown through an analysis in The Iliad of the characters of Achilles, Agamemnon, Hector and Priam and in The Siege of the characters of Tursun Pasha and the unnamed Albanian chronicler. It will then reveal that, as a 2013 scientific study has intimated, greater empathy is seemingly created in readers of multiperspective works and that such empathy could be useful in helping to defuse real problems in contemporary Europe.
Bu makalenin konusu, Britanyalı ahlak filozofu Iris Murdoch‟un (1919-1999), etik anlayışını tamam... more Bu makalenin konusu, Britanyalı ahlak filozofu Iris Murdoch‟un
(1919-1999), etik anlayışını tamamen kendisine dayandırdığı Platon
(428/427-348/347 BCE) ile temel bir uzlaşmazlığı üzerinedir. Makalede,
geniş anlamda 20. yüzyıl felsefe geleneğine ait olan Iris Murdoch‟un, ahlak
felsefesini büyük ölçüde antik Yunan filozofu Platon‟a, özellikle onun “İyi
İdeası”na dayandırdığı gösterilecektir. Murdoch‟un felsefi görüşlerinin güçlü
bir şekilde Platon‟un eserlerinden kaynaklandığını belirtmek için, çalışmada
öncelikle büyük Yunan düşünürünün felsefesine genel olarak bakılacak; aynı
zamanda Platon‟un, Murdoch‟un özellikle bu konuda kendisine muhalif
olduğu, sanatçılara yönelik olumsuz görüşleri açıklanacaktır. Ardından
Murdoch‟un 20. yüzyıl etik öğretilerine karşı tutumu, onlarla anlaşmadığı
noktalar ve dolayısıyla ahlaki bir çözüm bulmak için Platon‟a dönmesi;
Platon‟un düşüncelerinin özüne bağlı olsa da, Murdoch‟un bunlara modern
düşünce yöntemleriyle yaklaştığı gösterilecektir. Böylece bu makale,
Murdoch‟un derinden borçlu olduğu ve saygı duyduğu Platon‟un, aslında bu
konuda filozofun üstünkörü davranmış olduğuna inanmakla birlikte,
sanatçılarla ilgili tutumuna karşı itirazını ve bunun nedenlerini ortaya
koyacaktır.
Anahtar Kelimeler: Ahlak Felsefesi, İyi, Sanatçı, Sevgi, Benlikten
Sıyrılma.
This article applies one aspect of Jean-Paul Sartre's existentialist approach as found in his phi... more This article applies one aspect of Jean-Paul Sartre's existentialist approach as found in his philosophic masterpiece Being and Nothingness to a particularly prevelant pair of characters in classical Near Eastern poetry. The aspect in question is the Self and the Other as modified in the case of a lover, and the characters are the Nightingale and the Rose, known by their original names as Bulbul and Gul respectively. To understand Sartre's perspective on the lover, it will first be shown that Sartre regards all human relationships are reducible to the Self and the Other. In general, this inexorably leads to conflict in the systematic way put forward by Georg Wilhelm Friedrich Hegel, in his Phenomonology of Spirit, as the dialectic of Yrd. Doç. Dr., Afyon Kocatepe Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü. dorefatma@gmail.com Fatma DORE 20 the Master and the Slave. For Sartre though, as will be looked at, there is a single possible way of escape from this seemingly inevitable conflict. This is when the Self is a lover, who, in a desire for sincerely granted love, offers the Other -as a beloved -freedom rather than trying to enslave him or her. Finally, it shall be shown that both the dialectic of the Master and the Slave and the exceptional case of the lover is evidenced in the aforementioned poetic characters.