Sultan’ın Mutlakıyeti ve Müttefikleri, Nizam-ı Cedid Dönemi Üzerine Bir İnceleme (original) (raw)

Hüsameddin Lâçîn ve Saltanat Dönemi (696-698/1296-1299): Memlûkler’de Meşrutî Bir Sultan Teşebbüsü Ve Akâmeti

Tarih İncelemeleri Dergisi, 2017

Devleti'nde Memlûk nizâmından yetişmiş her emîr'e saltanat yolu açık olmuştur. Askeri, siyasi güç ve nüfuz sahibi her emîr şartlar oluştuğunda politik maharetini kullanarak saltanat makamına oturmuştur. Memlûk nizamından yetişen Hüsameddin Lâçîn sırayla emîrlik, eyalet nâibliği, saltanat nâibliği yapmış sonunda da Sultan olmuştur. O, Sultan Eşref Halil (689-693/1290-1293) suikastı sonrası başlayan fetret dönemi Sultanlarındandır. Ancak Lâçîn seleflerinden farklı olarak kendisine biat eden üst düzey emîrlere danışmadan karar almayacağına dair söz vererek tahta oturmuştur. Ne var ki O, sözünde durmayarak kendi otoritesinin tesis etme yönündeki hamleleri sarayda üst düzey emîrlerin tertip ettiği bir suikast ile karşılık bularak öldürülmüştür.

Nizam-ı Cedid’in Anadolu’da Uygulanmasına Dair Bir Teftiş Raporu (1806)

Tarihin Peşinde, 2015

Beyşehir sancaklarını gezmiş, gördüğü eksikleri raporuna yazmıştır. Fakat raporu kimin yazdığı belli değildir. Bu raporun uygulanıp uygulanmadığı da kuşkuludur. Ancak 1806'da Nizam-ı Cedid askerinin Anadolu'daki durumunu göstermesi açısından ise ariza önemli bir belgedir. Bu nedenle belgenin günümüz Türkçesiyle okuyucunun anlayacağı şekilde verilerek daha önce bu konuda yapılan çalışmalarla karşılaştırılmıştır.

SULTAN II. MAHMUD DEVRİ TANZİMAT-I HAYRİYE’NİN HAZIRLANMASI: İKTİDAR ve MUHALEFET’İN MEŞRUİYETİ

Master Thesis, İstanbul, 2021

Bu çalışmada, Tanzimat-ı Hayriye'nin II. Mahmud devrinde siyâsî aklın topyekûn bir uzlaşısı ile hazırlanması mevzu edinilmektedir. Tanzimat'ın hazırlık safhasının incelenmesi için bir gerek şart olan değişim meselesi irdelenmiş ve bu meyanda Osmanlıların anlam ve değer dünyasının formülasyonu olan Kanun-ı Kadim ve bu kavramın açılımları olan daire-i adliye ve nizâm-ı âlem terkiplerinin arkeolojisi yapılmaya çalışılmıştır. Söz konusu kavram manzumesinin tahliliyle birlikte Osmanlı'da şer'-i şerif ve örf-i münifin tekabül ettiği gerçeklik sorgulanmış ve Osmanlıların siyâset felsefesinde bir devlet aklı teorisinin imkânı üzerinde durulmuştur. Ayrıca mevcut tarihyazımındaki hâkim paradigmanın açmazları, çelişkileri ve tutarsızlıkları irdelenerek yerine yeni bir tarih inşası yapılmaya çalışılmıştır. Bu meyanda, Kanun-ı Kadim'in teorik ve pratik olarak ikiye ayrıldığı, teorik tarafının Tanzimat'a değin berdevam olduğu, pratik tarafının ise konjonktüre göre her devir yeniden pratize edildiği görülmektedir. Çalışmada, Osmanlı batılılaşması, modernleşmesi, sekülerleşmesi ve mümasili değer yüklü yaklaşımlar yerine Kanun-ı Kadim izanının mahiyeti tebarüz ettirilmiş ve Tanzimat'ın 19. asrın konjonktüründe daire-i adliye formülasyonuna (yani Kanun-ı Kadim'e) dayanan bir proje olduğu ifade edilmiştir. Söz konusu bağlamda Osmanlı'da değişim ve dönüşüm vâkıası, Tanzimat'ı hazırlayan siyâsî, askerî, iktisadî ve içtimâî faktörler, ayrıca bir siyâsî darbe olarak Yeniçeri Ocağı'nın ilgası tahlile tabi tutulmuş, iktidar ve muhalefetin rant ve kudret paylaşımındaki hesaplaşmaları irdelenmiştir. In this study, the preparation of Tanzimat-i Hayriye with the whole consensus of political mind during the reign of Mahmud II has been discussed. The changing problem which is prerequisite to examine the preparation phase of Tanzimat-i Hayriye have been scrutinized. In this respect, I have make archaeology on Kanun-i kadim, the formulation of the meaning and moral world of Ottoman state, and the expansions of this notion, the compounds of Nizâm-i Âlem and Daire-i adliye. Şer'-i şerif and örf-i münif that corresponds to the reality in Ottoman Empire has been questioned and dwelt on the possibility of any theory of raison d'état in the political philosophy of ottoman empire through the examination of the aforementioned system of notions. Besides, with probing into the dilemmas, contradictions, and inconsistencies of dominant paradigm, a new construction of history has been tried to be made in return for current historiography. In this respect, it is seen that Kanun-i kadim is divided into two halves as theoretical and practical, theoretical aspect had persisted until Tanzimat and the practical aspect is practiced itself again and again in regard to conjuncture of every period. In this study, the character of the understanding of Kanun-i Kadim has been revealed instead of the modernization, westernization, secularization of Ottomans and other similar value-laden approaches and it is stressed that Tanzimat is the project that relies on the formulation of Kanun-i Kadim in the conjuncture of 19th century. In this context, the phenomenon of changing and transformation, military, economic, and social factors prepared Tanzimat, the destruction of the guild of Janissary as a political coup in Ottoman have been analyzed and the reckoning of the government and opposition in terms of sharing the income and power has been scrutinized.

Sultanların Vasıfları / Hadîs-i Erbaîn fî Evsafi’s- [Hukûki’s-] Selâtîn

2022

İslâm ilim geleneğinde, gerek halkı irşat maksadıyla, gerekse ilim talebelerinin hadis tahsilinde sistematik bir kolaylık oluşturmak amacıyla kırk hadis mecmuaları oluşturma âdeti yaygındır. Bu mecmuaların oluşturulma maksatları zamanla genişlemiş, birçok konu başlığı altında, maksudun ortaya konulması için hadis derlemeleri yapılmıştır. Bu âlimlerimizden biri de 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başında hayat sürmüş, mücahit, alim ve arif bir şahsiyet olan Ömer Ziyâeddin Dağıstânî’dir. Dağıstânî, asrının ilmî, içtimaî ve siyasî hassasiyetlerini göz önünde bulunduran; görev aldığı memuriyetlerinde, kaleme aldığı eserlerinde, eğitim hayatında ve irşat faaliyetlerinde bu tecrübeyi bahis konusu alanlara yansıtan ârif bir şahsiyettir. Dağıstan’da, içine doğduğu mücadele ortamının ve İstanbul’da tanıştığı, Gümüşhaneli Ahmed Ziyâeddin Efendi’nin Ziyâiyye olarak bilinen ilim-irfan mektebinin, onun şahsiyetinde oluşturduğu terkip, bütün faaliyet alanlarına aksetmiş gibi görünmektedir. Dağıstânî’nin yayına hazırladığımız Hadîs-i Erbaîn fî Evsâfi’s-[Hukûki’s-]Selâtîn isimli kırk hadis mecmuası, bir hadis öğretim maksadından ziyade, dönemin şartları göz önünde bulundurularak dîn ü devletin ve İslâm milletinin bekâsının teminatı olarak görülen halife/sultanın vasıfları ve ona itaatin önemini tahkim etmek için kaleme alınmış dinî-siyasî bir metindir. Eser bu haliyle, bugün anlaşılması zor olsa da, bir Osmanlı âliminin zihninde İslâm söz konusu olduğunda peşinen var olan; din ve devlet, din ve siyaset, din ve içtimâiyat gibi terkiplerin birbirleriyle olan yadsınamaz alakalarını da nazarımıza sunmaktadır. Elbette dönemin şartları ve müellifin siyasî tutumu da hadislere getirilen yorumları renklendirmekte, farklı bir bakış açısı olarak ortaya çıkmaktadır.

Sultan Nûreddîn Zengî’nin Yaşamında Sûfîlerin Yeri ve Onun Dönemindeki Tasavvufî Faaliyetler

Hitit İlahiyat Dergisi

Sünnî kimliğiyle bilinen Zengîler devletine en parlak dönemini yaşatan hiç kuşkusuz Nûreddîn Zengî (ö.569/1174.)'dir. Babasının ölümünden sonra devletin başına geçen Nûreddîn Zengî, o dönemde mezhep ve siyasi mücadelelerle sarsılan İslâm dünyasını Haçlı saldırılarına karşı koruyarak Müslümanların lideri olmuştur. Nûreddîn Zengî, başarılı bir devlet adamı olduğu gibi, aynı zamanda bir teşkilat adamı olarak hâkim olduğu yerlere medreseler, ribâtlar, hânkâhlar, camiler, imâretler, kervansaraylar ve hastaneler yaptırmıştır. Toplumu Sünnî kimlik etrafında buluşturup güçlendirmiş, toplumla devlet arasında sağlam bir bağ inşâ etmiş ve Kudüs’ün fethini sağlayan ortamı hazırlamıştır. Büyük bir mücahit ve üstün niteliklere sahip bir devlet adamı olan Nûreddîn Zengî, aynı zamanda samimi dindarlığı, tevazu ve adaleti ile herkesin takdirini kazanmıştır.Ülkesini sûfîlerin merkezi haline getiren Nûreddîn Zengî’in adı tasavvuf ehli ile anılmıştır. O, sûfîlerin şeyhlerine meclisinde yer vermiş, ...

OSMANLI TARİHİ ARAŞTIRMALARI I Nizâm-ı Cedit’ten Meşrutiyet’e

Osmanlı Devleti’nin Demokratikleşme Süreci, 2018

Yakınçağ diye adlandırılan dönem Osmanlı Devleti’nin en zor yıllarını içine almaktadır. Altı yüz yıldan fazla bir süre ayakta kalan Osmanlılar, son yüz yıla gelindiğinde ise içte ve dışta büyük sorunlarla karşı karşıya gelmişler, ‘fetih ruhu’yla veya gaza bilerek Viyana önlerine kadar gittikleri Avrupa’dan geri çekilmek zorunda kalmışlardı. Geri çekilme ve zayıflama çok boyutlu ve karmaşıklaşacak birçok sorunu da beraberinde getirmiştir. Bu sorunlardan birisi de Batı Türklüğü’nün bu son hanedan devletinin ve imparatorluğun mirasının kimin kimlerle ve nasıl paylaşılacağı ve yönetileceği olacaktı. 19. yüzyılın başlarından itibaren daha etkili olarak Batı’ya açılan, Avrupa’yla tanışan, Avrupa’yı basın ve yayın yoluyla, entellektüel olarak takip eden, yabancı dil bilen aydınlar yetiştiren ve Avrupa’da değişik sebeplerle bulunan Osmanlı aydını, kötü idarenin, idareyi ıslah ederek aşılacağı fikrini geliştirmiştir. Bu fikir doğrultusunda Osmanlı Devleti’nde bir “yönetim sorunu” olduğu kanaatine varmışlar ve nasıl bir idare olursa toplumun daha iyi yönetileceğinin çabası içine girmişlerdir. Bu çaba ordunun ıslahı, Avrupa’da ortaya çıkan yeniliklerin takip edilmesi, bürokrasinin ıslahı, eğitim kurumlarının batılı tarzda modernizasyonu ve maliyenin düzeltilmesi gibi benzeri pek çok konu Devletin devamı için aydınların çözmesi gereken işler olarak ortaya çıkmıştır. Osmanlı aydınının problem ettiği konulardan birisi de bu gün demokrasi olarak nitelendirdiğimiz yönetim tarzının yani Meşrutiyet’in Osmanlı devlet idaresine hâkim kılınma çabasıdır.

İkinci Abdülhamid Dönemi’nde Basınla İlişkiler ve Sultan’ın Son Senesinde Sırat-ı Müstakim'in İktidara Bakışı

DergiPark (Istanbul University), 2022

Günümüzde İkinci Abdülhamid Dönemi'ne dair tartışmalar güncelliğini korumaktadır. İkinci Abdülhamit iktidarı, farklı kesimlerin ortak şikâyeti olmuştur. İngiltere, Fransa, Rusya gibi güçler, Osmanlı'dan daha fazla pay almak istemişlerdir. Bunlar vasıtasıyla Osmanlı coğrafyasından pay almak isteyen Yahudileri, Ermenileri ve Rumları da unutmamak gerekir. Ayrıca Orta Doğu'daki Müslüman unsurlar da harekete geçmişlerdir. Bunlara ilaveten Osmanlı toprakları ile ilgili sorunu olan iç ve dış odakların yaptıkları faaliyetleri engellemek adına İkinci Abdülhamid'in aldığı tedbirlerden rahatsız olanlar da bulunmaktaydı. Bunların ortak özellikleri, Meşrutiyet'in yeniden ilanıyla bütün sorunların ortadan kalkacağına olan inançlarıydı. Bu nedenle temel hedef olarak öncelikle Meşrutiyet'i yeniden ilan ettirmeyi ardından da İkinci Abdülhamid'i görevden indirmeyi hedeflemişlerdir. Ancak Sultan Abdülhamid sonrası hakkında planlarının olduğu söylenemezdi. Bunlar arasında diledikleri gibi yayın yapamamaktan, sansüre uğramaktan şikâyetçi olan "Basın" da bulunmaktaydı. 1908'de yayın hayatına başlayan Sırat-ı Müstakim, muhaliflerin toplanma merkezlerinden biri olmuştur. Bu makalede basının, yönetimin üzerindeki etkisi Sırat-ı Müstakim örneği üzerinden hareketle tespit edilmeye çalışılmıştır.

Sultan II. Abdülhamid Döneminde Mâbeyn-i Hümâyûn

2016

Mâbeyn; "Mâ" ve "Beyn" kelimelerden oluşan Arapça bir terkip olup "iki şeyin arası" anlamına gelir. "Mâbeyn-i Hümâyûn", "Mâbeyn-i Hümâyûn-ı Cenâb-ı Mülûkâne" olarak da kullanılırdı. Bununla beraber, "Mâbeyn" denince, genel olarak bir yönetim yeri olarak Saray anlaşılırdı. 1 Kaynaklarda, Sarayların resmî bölümüne neden bu adın verildiğine dair net bir bilgiyi tespit edilememektedir. Bununla beraber, Osmanlı saraylarının Mâbeyn dairelerinin işleyişi ve kadrosu incelendiğinde bu tanımlamanın ipuçları belirmektedir. Bu bağlamda Mâbeyn-i Hümâyûn'un işleyişinde belirleyici rol ve etkileri olan mâbeynciler sarayla dış daireler arasındaki irtibatı sağlarlar; huzura kabule edilecek yerli ve yabancı devlet adamlarının sarayda karşılanması ve ağırlanması işleri ile ilgilenirdi. Sarayla dış dünya arasındaki bu köprü ve iletişim görevinin, kendilerine "mâbeynci" isminin verilmesinin nedeni olduğu değerlendirilmektedir. Buradan hareketle mâbeynci'nin görev yaptığı yer olarak Mâbeyn-i Hümâyûn ise "sarayla dış dünya arasında iletişimin sağlandığı, sarayın ve dolayısıyla devletin en üst düzeyde temsil edildiği bir merkez" olarak da değerlendirilebilir. Mâbeynci yerine "yakın" anlamına gelen "karîn", başmabeynci yerine de "serkurena" ifadesi kullanılırdı. Karîn kelimesinin çoğulu olan kurenâ ise "mâbeynciler" anlamında yerine geçerdi. 2 XIX. Yüzyıl öncesi Osmanlı sarayında bu vazifeyi "kapı ağası" ya da kapıcılar kethudası" görürdü. Padişaha bir meselenin doğrudan arz edilmesi, ya da huzuruna çıkılacak olanlara eşlik edilmesi, sarayın iç düzeni ile ilgili her konuyla ilgilenmek kapı ağasının vazifeleri arasındaydı. Kapı ağasının emri altında olmakla beraber hasodabaşı da doğrudan padişahın hizmetinde bulunan ve şahsi hizmetlerini yerine getiren sarayın en büyük memurlarındandı. Modernleşme sürecinden önce saraydaki bu iki vazife, yani kapı Ağalığı ve hasodabaşılık görevleri mâbeynciliğe dönüştürülmüştür 3 .