TANRISAL ADALET VE KÖTÜLÜK SORUNU BAĞLAMINDA İBN RÜŞD'ÜN EŞ'ARÎLERE VE GAZZÂLÎ'YE YÖNELTTİĞİ ELEŞTİRİLER (original) (raw)

GAZZALİ'NİN NEDENSEL ZORUNLULUĞU ELEŞTİRİSİNE İBN RÜŞD'ÜN TEPKİSİ

İslam dünyasında, Gazzâlî ile başlayan Tehâfüt geleneği, İslamın klasik çağında farklı geleneklerin birbiriyle olan tartışmalarını irdelemek için önemli bir başlangıç noktası sunar. Tartışmaların hepsi ilgi çekici olmakla birlikte, bu makalede, sadece, Gazzâlî-İbn Rüşd tartışmasında merkezi bir yere sahip olan nedensellik tartışması irdelenecektir. Önce Gazzâlî'nin doğal nedenselliğin zorunluluğu düşüncesine yönelttiği eleştiriler, ardından da bir filozof olarak İbn Rüşd'ün Gazzâlî karşısında nedensel zorunluluğu savunusu ele alınacak, tartışmaların dayandığı ontolojik ve epistemolojik zemin ana hatlarıyla gözler önüne serilmeye çalışılacaktır. Tartışma gerçekten çok önemlidir; zira pek çok doğulu ve batılı modern araştırıcı, Gazzâlî'nin nedenselliğin zorunluluğunu eleştirisini, onun eleştirel söylemine bağlı olarak nedenselliğin yadsıması olarak yorumlamış ve nedensellik düşüncesi bilimde güçlü bir işlev yüklendiği için, Gazzâlî'yi İslam dünyasında yaşanan duraklamanın baş müsebbibi ilan etmiştir.

GAZALÎ VE İBN RÜŞD'ÜN HÜKÜM İSTİNBÂTINDAKİ

Bu makalede İslâm düşünce tarihinde derin izler bırakan, farklı fıkhî geleneklerden gelen ve farklı havzalarda yetişen iki önemli şahsiyetin hüküm istinbâtında izledikleri metodlar ile bu metodların izlenmesinde etkili olan temel tasavvurlar ele alınacaktır. Bu isimlerden birincisi olan Gazalî, hicri V. yüzyıl'da Bağdat'ta yaşamış ve Şafiî ekole mensuptur. İbn Rüşd ise, hicri VI. asırda Endülüs'te yaşamış ve Malikî gelenekten gelmiştir. Zikredilen bu farklılıklarla birlikte her iki isim de belirli bir ekolün sınırları içine hapsedilemeyecek ve geniş bir yelpazede ele alınabilecek fikirler ileri sürmüşlerdir. Görüşlerindeki bu esnekliğin, sahip oldukları bilgi birikimiyle ilgisini kurmak elbette mümkündür. Nitekim her iki müellif de kelam, felsefe, tasavvuf, fıkıh gibi pek çok disiplini bir araya getirmeyi başarmasıyla tanınır, özellikle İslami ilimlerde dil ve mantığa dair görüşleriyle dikkat çekerler. Makalemizde her iki müellifin bu bağlamdaki görüşlerine genişçe yer verilecektir.

GAZALÎ VE İBN RÜŞD'ÜN HÜKÜM İSTİNBÂTINDAKİ TEMEL PARADİGMALARI

Özet Bu makalede İslâm düşünce tarihinde derin izler bırakan, farklı fıkhî geleneklerden gelen ve farklı havzalarda yetişen iki önemli şahsiyetin hüküm istinbâtında izledikleri metodlar ile bu metodların izlenmesinde etkili olan temel tasavvurlar ele alınacaktır. Bu isimlerden birincisi olan Gazalî, hicri V. yüzyıl'da Bağdat'ta yaşamış ve Şafiî ekole mensuptur. İbn Rüşd ise, hicri VI. asırda Endülüs'te yaşamış ve Malikî gelenekten gelmiştir. Zikredilen bu farklılıklarla birlikte her iki isim de belirli bir ekolün sınırları içine hapsedilemeyecek ve geniş bir yelpazede ele alınabilecek fikirler ileri sürmüşlerdir. Görüşlerindeki bu esnekliğin, sahip oldukları bilgi birikimiyle ilgisini kurmak elbette mümkündür. Nitekim her iki müellif de kelam, felsefe, tasavvuf, fıkıh gibi pek çok disiplini bir araya getirmeyi başarmasıyla tanınır, özellikle İslami ilimlerde dil ve mantığa dair görüşleriyle dikkat çekerler. Makalemizde her iki müellifin bu bağlamdaki görüşlerine genişçe yer verilecektir. Anahtar Kelimeler: Yorum, hukuk, hüküm çıkarma metodları, dil, mantık. Abstract In this article, we will focus on the methods used by the two important personalities who have left deep traces in the history of Islamic thought and come from different fiqh traditions and are raised in different basins, and the basic ideas that are effective in the follow-up of these methods. Ghazali, the first of these names, lived in Baghdad in the late 18th century and belonged to the Shafi'i school. Ibn Rushd, the hijri VI. He lived in Andalusia for centuries and came from Maliki tradition. With these differences mentioned, both names could not be imprisoned within the boundaries of a particular school, and put forward ideas that could be dealt with in a wide range of ways. Of course, it is possible to relate this flexibility in their views to the knowledge they possess. Indeed, both authors are well known for their ability to bring together many disciplines such as kalam, philosophy, mysticism, jurisprudence, and they draw attention with their views on language and logic, especially in Islamic sciences. In our paper, the views of both authors in this context will be given broadly.

İBN RÜŞD'ÜN BAKIŞIYLA GAZZALİ VE FELSEFE

Bilindiği gibi Hz. Peygamber, hayatta bulunduğu Asr-ı Saadet boyunca İs Him toplumunun dini, ahlaki, hukuki, sosyaJ ve siyasi her tür meselesini doğrudan doğruya kendisi çözmekte, bunun tabii bir sonucu olarak müslümanlar arasında tam bir inanç ve fikir birliği hüküm sürmekte idi. Bu durum, O'nun irtihaliyle birlikte yerini başta hilafet meselesi olmak üzere büyük günah, irade hürriyeti, Allah-'ın sıfatları vb. konular etrafında gelişen tartışmalara bıraktı. İlk dört halife döneminde gerçekleştirilen fetihlerle İslam coğrafyasının genişlemesi, müslümanların Helen, İran, Hint ve diğer yabancı kültürlerle tanışmaianna imkan sağladı. Bu gelişmeler sözü edilen meselelere yenilerinin eklenmesi ve süregelen tartışmaların yeni boyutlar kazanmasının yanısıra İslam düşüncesi açısından iki önemli sonucun ortaya çıkmasına yol açmıştır: Bunlardan ilki, keHim ilminin teşekkülü yani kelami fırkaların ortaya çıkması, diğeri de tercüme hareketinin başlamasıdır.

GAZZALİ VE İBN RÜŞD'E GÖRE MUCİZE

The concept of miracle is essentially connected with religious thought, but it is strongly relevant to the imagination of cosmos. For this reason, the problem of miracle has been an important aspect in discussing of causality between theologians and Islamic philosophers in the middle age of Islamic world. This article has two aims; the first one is to discuss what Ghazzâlî thinks about miracle and how he critices Islamic philosophers' thoughts about miracle. The second one is how Averros replies to Ghazzâlî's critics about the thought of Islamic philosophers.

TEÂRUZ VE TERCİH KONUSUNDA SADRÜŞŞERÎA İLE RÂZÎ- İBNÜ'L-HÂCİB KARŞILAŞTIRMASI

Choıce and Conflict Sezai BEKDEMİR  Özet İki denk hüccetin tekâbül etmesi ve iki zıt hükümde birinin diğerine üstünlüğü olmaması şeklinde tanımlanan teâruz ve amel açısından bu delillerden birinin tercihi konusu fıkıh usûlü kitaplarında genişçe tartışılmıştır. Sadrüşşerîa es-Sânî'ye (747/1346) göre şer'î deliller arasında tenakuzun varlığı Şâri' için muhal olduğundan şer'î delillerde zatta ve hakikatte teâruz söz konusu değildir. Teâruz ancak zahiren tasavvur olunur. Nassların hangisinin önce hangisinin sonra münezzel olduğunu bilmeyen nasslar arasında tenakuz ve teâruz olduğu vehmine kapılır. Önce vârid olan mensuh, sonra vârid olan nâsihtir. Şer'î deliller üzerinde düşünülmesi, nasih-mensuhun bilinmesi, nassın indiriliş yerinin anlaşılması, meydana gelen vak'aların bilinmesi buradaki sorunu çözer. Sadrüşşerîa'ya göre teâruz anında kuvvetli delille amel edip zayıf olanı terk etmek vaciptir. Kuvvette eşit iki delilde, eşitlik sayıdaysa tercih şart değildir. Teâruz iki kıyâs veya kıyâs ile idrak edilebilen sahâbî kavli ile kıyâs arasında vaki olduğunda müctehid dilediğini tercih eder. Abstract Teâruz (conflict) which is described as correspondence of two proofs and not being superior of two opposite hukms and the selection of one of the proofs with regards to good deeds has always been argued in the books of Uṣūl al-fiqh

İBN SADRU'D-DİN EŞ-ŞİRVANİ ve İTİKADİ MEZHEPLEH HAKKINDAKİ TÜRKÇE RİSALESİ

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dergisi, 1981

Türkçe'de, thnu Sadru'd.Oİn eş-Şirvnnİ'nin hayatı ve eserleri hak. kındaki ilk ve etraflı tedkik, Sayın Prof. Dr. Abdülkadir Karahan tarafından yapılmıştır'. Biz, burada, Sayın Karahan'ın Nev'i-zade AtayP ile Muhammed eleMubibbP gibi, müellifimizi biz~at tanıyan iki kaynaktan istifade ederek verdiği bilgilere yeni şeyler ekleyebilecek değiliz. Bu sebebten, yazarın hayatı ve eserlerini, Sayın. Karahan'ın mezkfır çalışmasından hülfısa ederek nakledeceğiz. Muhamme(} Emİn h. Sadru'd-Oin, aslen Şirvanlıdır. Önceleri bizzat babasından ders görmüştür. Yaşadığı yerler Şii-Safeviler tarafından istila edilince, Sadru'd-Din eş-Şirvani ailesi, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat mensuplarına yapılan eziyetlerden kurtulmak için batıya göçmüşlerdir. Bir süre Haleb'de kalmışlar; daha sonra Diyarbakır'a gelmişlerdir. Diyarbakır'da vali Nasfih Paşa, Mehmed Emin'i kendisine muaııim yapmış ve ilmi sohbetlerinden faydalanmıştır. Ş olf i i iken tah a n n u f eden Şirvani, Diyarbakır'da müderrislik de yapmıştır. Nasuh Paşa'nın sadrazam oluşu (1611) üzerine, onunla birlikte İstanbul'a giden müellifimiz, orada tanıştırıldığı ulema ve bilhassa Piidiııolh'Birinci Ahmed (1603-1617) tarafından takdir görmüştür. Şirvani, 1021 Şaban /1612 Ekim'den haşlayarak 1027 Ramazan / 1618 Eylül'ü arasında muhtelif medreselerde müderrislik ve kadılık yapmıştır. Daha sonra kendisine İstanbul Kadılığı emekliliği ve Gemlik kazası arpalığı bağlanmıştır.

FAHREDDİN ER-RÂZÎ'NİN HÜSUN VE KUBUH ANLAYIŞI DOĞRULTUSUNDA MU'TEZİLE ELEŞTİRİSİ

Öz İslâm düşünce geleneğinde hüsun ve kubuh kavramları ile nitelenen iyilik ve kötülük problemi, kelâm ekollerinin üzerinde uzunca durduğu, farklı görüşlerin ileri sürüldüğü ve buna dayalı olarak farklı tartışma alanlarının açıldığı bir meseledir. Aklî ilimlerdeki yetkinliği ve birikimi ile öne çıkan Fahreddin er-Râzî'nin, farklı disiplinlerde telif etmiş olduğu eserleri göz önüne alarak, bu mesele-deki düşünce seyrini takip ederek ulaşmış olduğu sonucu belirleyerek Mu'tezile'ye yönelttiği eleş-tiri ve yorumları bilim dünyasına sunmak oldukça önemlidir. Nitekim Fahreddin er-Râzî'nin, ilim tahsili için gitmiş olduğu yerlerden biri olan Harezm'de Mu'tezilî düşünce ile doğrudan etkileşime geçmesi ve bu öğretiye çok yakından vâkıf olması, konunun mahiyetine yönelik ciddi izahların olduğu düşüncesine bizi sevk etmektedir. Bu sebeple gerek konunun, gerekse itiraz ve yorumla-rının sunulduğu şahsın önemine binaen bu çalışmada ilk olarak İslâm düşüncesinde iyi ve kötüyü ifade eden hüsun ve kubuh terimlerinin kavramsal tahlili yapılacak, daha sonra Eş'arî, Mu'tezile ve Mâturîdî kelâm okullarının konuya yaklaşımı ile ilgili değerlendirme sunulacaktır. Akabinde ise çalışmanın ana konusunu teşkil eden hüsun ve kubuh meselesinde Fahreddin er-Râzî'nin yakla-şımı ve Mu'tezile'ye yönelttiği eleştirileri ele alınacaktır. Bununla birlikte Fahreddin er-Râzî'nin bu meselede Mu'tezile'ye yönelttiği itirazların anlaşılmasına katkı sağlaması için Mu'tezile'nin bir ta-kım aklî çıkarım ve deliller ile bu konuda ileri sürdüğü argümanlara yer verilecektir. Anahtar Kelimeler: Fahreddin er-Râzî, hüsun, kubuh, Mu'tezile, ahlâkî değerler. Fakhr-Al-Din Al-Râzî's Critisism Of Mu'tezile in Line His Idea of Good And Evil The problem of goodness and evil characterized by the concepts of al‐husn and al‐kubh in the Islamic tradition of thought is a matter where different schools of thought have been put forward, different opinions are put forward and different areas of discussion are opened. It is important to follow the line of thought in this issue and to determine the results it has achieved by taking into account the works of Fahr al-Din al-Razi, who is famous for his knowledge and accumulation in the intellectual sciences, and to determine the results he has achieved. it is also important to present their criticism and comments on this issue. As a matter of fact, Fahr al-Din al-Razi went to Mu'tazilian in Harezm, where he had gone to science for his education, and had a close understanding of Mu'tazilian doctrine. Therefore, in this study, firstly, the conceptual analysis of the concepts of al‐husn and al‐kubh expressing goodness and evil in Islamic thought will be done in this study, then, the evaluation of the approach of the schools of al-Ash'ari, Mu'taliza and el-Maturidi theology will be presented. Then, the approaches of Fahr al-Din al-Razi and his criticisms of Mu vetezile will be discussed in the topic of al‐husn and al‐kubh which constitute the main subject of the study. However, before Fahr al-Din al-Razi's criticism of Mu'tazila in this matter will be more easily understood, there will be examples and arguments that Mu'tazila put forward in the context of this issue in the context of the pretext before the criticisms of Râzî.

İBNÜ'L-ARABÎ'NİN NİYAZÎ-İ MISRÎ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ: RİSÂLE-İ VAHDET-İ VÜCÛD ÖRNEĞİ

Uluslararası İbnü’l Arabi Sempozyumu İnsanlığın Hakikat Arayışı ve İbnü’l Arabi, 2018

İslam tarihinin teşekkül sürecinden günümüze değin dinî, iktisadî ve ilmî muvacehelerle öne çıkmış şehirler vardır. Şehirleşmeler Hicaz coğrafyasında Medine ile başlamış, Müslümanların Akdeniz havzasına inmesiyle birlikte Irak’ta Bağdat, Şam, Basra; Mısır’da Kahire, Fustat; Endülüs’te Zehra, İşbiliye, Tuleytula (Toledo) ve Anadolu’da Konya, Kayseri ve İstanbul gibi şehirlerle İslam düşüncesi Ortaçağ dünyasına yayılmıştır. Nitekim Malatya da bu zengin atmosfere katkı sağlayan şehirlerden biridir. İbnü’l-Arabi, Sadreddin Konevî, Niyazî-i Mısrî gibi birçok mutasavvıfa ev sahipliği yapmıştır. Şüphesiz oluşan bu tasavvufî hava gerek şehre gerekse şehrin sakinlerine sirayet etmiştir. Tebliğimizde aynı zamanı paylaşmasalar da aynı şehri ve metafiziksel zemini paylaşan İbnü’l-Arabî’nin Niyazî-i Mısrî üzerindeki etkisi üzerinde duracağız. Muhyiddin İbnü’l-Arabî (638/1240) Endülüs’te doğmuş, doğduğu yerde durmayıp birçok beldeye seyahatte bulunmuştur. İsmi gibi gittiği yerleri diriltmiştir. Bu coğrafyalar arasında Malatya sayılı bir yer tutmaktadır. Malatya’nın irfanî geleneğinin müessisi denilse yeridir. İbnü’l-Arabî etkisi asırlar boyu devam etmiş, birçok kişinin düşünce dünyasına nüfuz etmiştir. Bunlardan biri de Malatya’da doğup Diyarbakır, Mardin, Mısır, Bursa, İstanbul ve birçok Arap ve Rum diyarını gezip nihayet bugün sınırları Yunanistan’da olan Limni’de sürgündeyken 1105/1694 yılında vefat eden Niyazî-i Mısrî’dir. Her iki mutasavvıfın da birer ilim ve irfan ummânı olmaları hasebiyle bu etkiyi Niyazî-i Mısrî’nin Risâle-i Vahdet-i Vücûd adlı eseri ile sınırlandıracağız. Eser ismiyle müsemma olup vahdet-i vücuda dair bilgileri ihtiva etmektedir. Niyazî-i Mısrî, İbnü’l-Arabî’nin sistemleştirmiş olduğu vahdet-i vücûd nazariyesi üzerinde durmuş birçok ayeti ve hadisi bu düşünce ile tefsir edip açıklamıştır. Bunun yanında başta kendi şiirleri olmak üzere Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Nesîmî, Mevlânâ Hüdavendigâr gibi mutasavvıf şarihlerin Farsça ve Türkçe şiirleriyle sözü geçen ayet ve hadislere yapmış olduğu tefsirlerin etkisini pekiştirmiştir. Özellikle İbnü’l-Arabî’nin sıfat nazariyesini ele alan yazar özelde insanı genelde bütün âlemleri bu sıfatların tecellileri olarak işlemiştir.