Az ígéret földje (1999) (original) (raw)
Related papers
Arz-ı Mev'ud (Vadedilmiş Topraklar)
www.ilimvetasavvuf.com, 2023
Siyonizm, İsrail devletinin sınırlarını genişletmek için Filistinlileri yıllarca yaşadıkları topraklardan sürmeğe çalışmaktadır. Bunun için Filistinlilere soykırım uygulamakta ve her gün binlerce Filistinliyi, kadın, çocuk ayrımı yapmadan katletmektedir. Siyonistler bu cinayetlerini kutsal kitaplarında kendilerine vadedilen toprakları ele geçirmek için yaptıklarını söylüyorlar. Böylece eylemlerine dini bir motif uydurarak dünya kamu oyuna haklı oldukları imajını vermeye çalışıyorlar. Bu yazımızda bu iddianın, yani vadedilmiş yer iddiasının bir safsata olduğunu, hiçbir dini gerekçesi olmadığını açıklamaya çalışacağız.
Emek neden mesele? Neden değil? Emek nedir? Ne değildir?.. Biraz günümüzden biraz günümüze uzak kişiler ve onların düşünceleri ile açıklamaya çalıştım. http://bit.ly/ToprağınAltındanGelenEmek
Öznesine Yönelen Hınç: Yeraltı Filmi
Bu çalışma Friedrich Nietzsche ve Max Scheler’in, insan ruhunun gizemli bir yönü olarak tespit ettikleri ve intikam, haset, şiddet, linç gibi yıkıcı eylemlerle bağlantılı olarak açıkladıkları hınç (ressentiment) kavramını Zeki Demirkubuz’un Yeraltı (2012) filmi örnekleminde tartışmayı amaçlamaktadır. Scheler’in Modern toplumda çeşitli kurallar, kontrol ve denetim mekanizmaları vasıtasıyla kontrol altına alınmaya ve bastırılmaya çalışıldığına dikkat çektiği bu yıkıcı itki, dışavurulma biçimi açısından dönüşerek bürokratik aklın egemenliği altında şiddet gösterilerinden büyük ölçüde uzaklaşarak günledik yaşam pratiklerine nüfuz eden bilinçaltı bir belirleyici haline gelmiştir. Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar kitabından esinlenilerek çekilen Yeraltı filmi, kahramanının benliğine yönelik bir aşağılanma arzusu etrafında deneyimlediği “hınç” duygusunu ve bu tekinsiz ve yıkıcı gücün insan ruhu üzerinde yol açtığı belirsizliği, karmaşayı işlemektedir. Bu yönüyle film “hınç”ın modern toplumda dışavurumunun ayrıksı bir biçimini örneklemektedir. Bu çerçevede film, “hınç” ve “kıskanmak”, “haset”, “intikam” gibi ilişkili kavramlar ekseninde analiz edilmiştir.
Londra-Zürich Anlaşmalarına Giden Süreç (1959)
Belgi, 2021
Türk kamuoyunda Kıbrıs'ın önemli bir konuma gelmesi 1950'li yılların ortalarına tekabül etmektedir. İktidarının ilk yıllarında Demokrat Parti'nin Kıbrıs üzerine belirli bir dış politikası bulunmamaktadır. Lakin daha sonra ortaya çıkan Türk-Yunan sorunları ve Yunanistan'ın ada üzerinde hâkimiyet iddiasına girişmesiyle birlikte Türk halkı, Kıbrıs'ta yaşayan Türklerin haklarını koruyabilmek için sesini duyurmaya çalışmıştır. Türk basını da bu konu etrafında detaylıca durmuş ve kamuoyunu aydınlatmaya çalışmıştır. Bu gelişmeler üzerine Demokrat Parti iktidarı da Kıbrıs meselesini devletin önemli konularından biri haline getirmiştir. Türk ve Yunan devletleri arasındaki problemler, Kıbrıs meselesinin çözümünü oldukça geciktirmiştir. 1959 yılına kadar geçen sürede Türk ve Yunan devletleri arasındaki çatışmanın çözümü için ilk adımlar 1958 yılında atılmış, Zürich ve Londra Konferanslarının bir ön hazırlığı niteliğinde toplanan konferansta adanın geleceği ile ilgili çözümler bulunmaya çalışılmıştır. Beklenen adım ise 1959 yılında atılmış ve adanın fiili sahibi görünümünde olan İngiltere'nin nezaretinde çözüm arayışlarına girişilmiştir. Zürich Konferansı, Londra Konferansının bir ön hazırlığı, taslağı gibi düşünülebilir. Zürich'te Türk ve Yunan heyetleri bulunmuş ve alınan kararlar İngiliz hükümeti tarafından takip edilmiştir. Londra Konferansı ise bizzat adanın mevcut sahibi konumunda bulunan İngiltere'nin ev sahipliğinde başlamış ve ana karar alma mekanizması olarak iş görmüştür. Devletlerin büyük gayretiyle ortaya çıkan Kıbrıs Anlaşması ve Kıbrıs Anayasası taslağı maalesef anlaşmazlıklara kurban gitmiş ve kalıcı çözümler sunamamıştır. Londra uçak kazası ve yarattığı akisler de Kıbrıs sürecinin önemli aşamalarından biri olmuştur. Londra uçak kazası Türkiye'de derin akisler yaratmıştır. Çalışmanın içerisinde Türk basınında kazanın nasıl yansıtıldığı da aktarılmaya çalışılmıştır. Devlet idare eden kişilerin nasıl hareket ettikleri, karar alma mekanizmasını nasıl işlettikleri ve anlaşmaya varabilmek için yapabilecekleri fedakârlıklar bu çalışmanın içerisinde aktarılmaya çalışılmıştır.
Musica Universalis ve Doğanın Hafızası (2017)
Cogito (Istanbul) 88: 193–214, 2017
Ecophenomenology has rekindled two of the oldest and most profound insights into nature. The first, following the famous aphorism of Heraclitus, is that “nature loves to hide.” Pierre Hadot has shown in The Veil of Isis how a series of interpretations (and, in his view, misinterpretations) of this aphorism has been decisive for Western philosophy’s approach to nature. Yet phenomenology has rediscovered nature’s self-concealment precisely through an attention to our everyday encounters with its autonomous resistance. We might think here of Heidegger’s descriptions, in “The Origin of the Work of Art,” of the “essentially undisclosable” withdrawal of the earth, which grants to natural things their “independent and self-contained” character. Or again, we might point to Merleau-Ponty’s descriptions, in Phenomenology of Perception, of the “non-human” that lies hidden in things and gives them a “hostile and foreign” otherness that our everyday perceptions cover over. Simon James draws on such descriptions to respond to the charge that phenomenology is incapable of describing nature on its own terms, real nature, since phenomenology necessarily takes its departure from nature as experienced. One of phenomenology’s “great virtues,” according to James, is its potential, in contrast with environmental realism, to show “what it means to perceive, in an immediate and visceral way, the independent reality of the natural world.” In other words, nature announces its autonomy precisely through its self-concealment, and phenomenology is in a privileged position to disclose this very resistance to disclosure. The second ancient insight into nature rejuvenated by phenomenology would seem to be in tension with the first. This second insight is that nature is fundamentally musical, or even that it is music. If this idea seems less germane to us today, this is perhaps because we are so quick to equate music with patterned waves of air pressure, rather than appreciating what it could connote more broadly. Yet the link between nature and music is equally long and convoluted, and just as subject to reinterpretation in the light of changing conceptions of its terms. From the Pythagoreans—who, Aristotle reports, held “the whole heaven to be a musical scale and a number” (Metaphysics I.5)—to Boethius and Kepler, the most influential versions of this thesis have been variants of Musica universalis, the positing of harmonious proportions in the movements of celestial bodies. Since these proportions paralleled musical intervals, celestial movements were considered “music” in their own right, even if they did not produce audible sounds. As the seventh-century encyclopedist St. Isidore of Seville summarized it, “Without Music, there could be no perfect knowledge, for there is nothing without it. For even the universe is said to have been put together with a certain harmony of sounds, and the very heavens revolve under the guidance of harmony.” This characterization of the cosmos as musical goes beyond mere metaphor, since worldly, audible music is understood to be a derivative imitation of the cosmic harmony. For those unwilling to go this far, more modest proposals have also appeared, to the effect that the structures of music share certain parallels with the structures of nature—not only in terms of harmony, but also, for example, insofar as they are fundamentally relational and change over time. This view that music and nature are structurally isomorphic finds new champions today, as when Jeremy Leach and John Fitch, scholars of algorithmic composition, posit a common event structure of music and nature based on the fractal distributions of their temporal changes. Just as phenomenology has rediscovered, on its own terms, a sense of the withdrawal of nature, so it has also given new meaning to the notion of Musica universalis, now inspired by ecological relationships, the “melodies” of organic behaviors in “counterpoint” with their environments, rather than the harmonies of celestial motions. Phenomenologists first uncovered the link between life and music through the contribution of Gestalt theorists such as Kurt Koffka and Wolfgang Köhler, for whom melody serves as a privileged example of a temporal gestalt. Inspired by Köhler’s descriptions of chimpanzee behavior as “melodic,” for example, Merleau-Ponty relies on the figure of melody to describe the unity and form of organic life in The Structure of Behavior, often referring to the organism’s dialectical relation with its environment as a “melodic development” or a “kinetic melody.” Nowadays, the description of organic behavior as melodic is more frequently associated with the writings of Estonian ethologist Jakob von Uexküll, whose work was also influential on phenomenology and is currently attracting new interest from scholars of animal studies and posthumanism. For Uexküll, nature is fundamentally composed of meanings that emerge in the exchange between organisms and their Umwelten, their environments, and this process can be literally described as a kind of music-making in which contrapuntal meanings replace sonic harmonies. Uexküll’s version of Musica Universalis is therefore the intricately composed score of meanings constituting the interlocking environments of all living things—amounting, in Giorgio Agamben’s estimation, to a “radical dehumanization of the image of nature.” a tension exists between these two ancient ideas about nature—first, that nature loves to hide, as manifest in its resistance to and withdrawal from reflection; and, second, that nature is a kind of all-encompassing symphony of ecological niches, perpetually singing itself into existence through the meaning-making activity of organic life. If both of these claims concern one and the same nature, and if both have a genuine foundation in experience as phenomenologically described, then what is their relation? More precisely, how can the music of nature, if this is more than a mere metaphor, be the event both of nature’s disclosure and of its withdrawal?
SİNEMADA İSPANYA İÇ SAVAŞI’NIN YENİDEN KURGULANMASI ÜZERİNE: LAND AND FREEDOM – 1995
Toplumları derinden etkileyen olaylar ya da olgular birer tarihi nitelik kazanmaktadır. Tarih, ilkel zamanlarda mağara duvarlarında, kâğıdın icat edilmesi ile de yazılı olarak muhafaza edilmiştir. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte geçmiş sadece kitaplarda değil aynı zamanda sanatın içinde de varlığını korumaktadır. Fotoğraf makinasının icat edilmesi anı ölümsüzleştirilmektedir. Kameranın icat edilmesiyle de geçmiş an durdurulmamakta hareket halinde yakalanıp saklanmaktadır. Bu ilerleme teknolojinin gelişmesi paralelinde sanat alanının da gelişimini sağlamıştır. Çekilen anın tarih olmasının dışında, tarihi bir konu da sinemaya konu olmuştur. Böylece geçmiş, sinema ile birlikte şimdiki zamanda harmanlanarak kendisini muhafaza etmektedir. Çalışma, İspanya'da iç savaşın sadece sağ ve sol olmak üzere iki cephede değil, aynı zamanda solun kendi içindeki ayrılıklarının da olduğu varsayımı çerçevesinde oluşturulmuştur. Çalışmanın evreni, İspanya İç Savaşı'nı konu alan filmlerdir. Sınırlılığı ise, Ken Loach'ın yönetmenliğini yaptığı Land and Freedom (1995) filmidir. Araştırmanın hipotezi; çalışmanın sınırlılığı dâhilinde, İspanya iç savaşını konu alan Land and Freedom filminde iç savaşın sol cephesinde yaşanan ayrılıklar, tarihsel boyutundan kopmadan o dönemin koşullarını yeniden kurgulamaktadır. Çalışma, İspanya iç savaşını konu alan Land and Freedom filminde, iç savaşın tarihsel bağlamından kopmadan sinemaya nasıl yansıdığını, yönetmenin tarihi aktarırken nasıl bir kurgu ile filmi çevirdiğini, tarihsel eleştiri yaklaşımı ve söylem analizi yöntemi ile incelemeyi amaçlamaktadır. ABSTRACT Events that deeply affect societies are of a historical nature. Through the development of technology, the past is preserved not only in books but also in art. The moment when the camera is invented is immortalized. With the invention of the camera, the past moment is caught and hidden in motion without stopping. This progress has led to the development of the field of art parallel to the development of technology. Apart from being the date, the historical moment was also the subject of cinema. Thus, the past is preserved by blending with the cinema at the present time. The study was based on the assumption that the Civil War in Spain had conflicts within itself, apart from only the right and left distinctions. The universe is a film about the Spanish Civil War. The limitation is Land and Freedom (1995), directed by Ken Loach. Hypothesis; In Land and Freedom, the separations that lived on the left-hand side of the civil war have been re-established at that time without breaking away from its historical dimension. The aim of the study is to examine historical criticism and discourse analysis method which reflects on the cinema without breaking the historical context of the civil war in the film.
DOGVILLE, Lars von Trier, 2003 ÖZET
İnsan ruhunun karanlıklarında gezinen bir şiddet hikayesi… Amerika'da 1930'ların karanlık dinginliği yaşanmaktadır. Peşinde olan mafyadan kaçan güzel bir kadın olan Grace, barınmak amacıyla Colorado'da Dogville adlı küçük bir kasabaya sığınır. Dogville kasabasında yaşayan Tom, bir gece silah sesleri duyar ve Gangsterlerden kaçan Grace'le tanışır. Tom Grace'in saklanmasına yardım etmek için kasabalılarla konuşur. Grace kasabalılarla tanışır, kasabalılar onu tanımak için iki hafta süre verirler. Kasaba halkı geçmişinden kaçan bu güzel kadını kısa zamanda bağrına basar ve onun için üzülür. Dogville'de geçirdiği güzel günlerin ardından her şey değişmeye başlar. Kadının varlığı, köy halkı için büyük bir tehdit oluşturmaktadır ve kasaba sakinleri bu tehlike karşısında temkinli davranmak zorundadır. Grace günden güne bu kasabanın karanlık yüzünü keşfedecektir. Kıpırtısız bir hayat süren Dogville halkının hayatı birden bire kasabaya gelen bir kadınla değişiveriyor. Bu küçük coğrafyaya sığmayacak kadar tehlikeli bir kadın bu. Grace adlı kadının kasabada yaşamak için aldığı onaydan sonra yaşananlar ise ibret verici. Önceleri kadına ve bu yeni duruma karşı çekingen olan halk, aldıkları riskin de verdiği cesaretle Grace'den sonu gelmeyen isteklerde bulunmaya başlarlar. Lars von Trier'in şüpheci ve kışkırtıcı sinemasının özel örneklerinden biri olan Dogville, dağların arasında kalmış küçük bir Amerikan kasabasından tüme vararak Büyük Buhran'ın sıkıntılarıyla boğuşan Amerikan halkı portresi çizmeyi amaçlıyor. Tek mekan kullanımını yenilikçi bir şekilde yorumlayarak ortaya çıkardığı bu alegorik portre, sınırları kesin bir şekilde çizilmiş kasabalarına hapsolan halkın yabancılara karşı besledikleri şüpheyi, kini, bastırdıkları nefreti ve belli konulardaki kıskançlığı karakterler üzerinden beslerken, oldukça başarılı bir şekilde genel atmosfere de yaymayı başarıyor. Kasabanın gözlerden uzak olan her köşesinin aslında gözler önünde olması, Trier'in mekan tasarımını manipüle ederek yarattığı yenilikçi bir illüzyon olarak karşımıza çıkıyor. Dogville, açılış sekansıyla bu basit illüzyonu büyüterek, filmin merkezine alıyor ve izleyicisinin filmi hangi ön yargılarla izleyeceğine de ön ayak oluyor. İlk sahnede bir kroki çizimi gibi görünen Dogville kasabası, kameranın Elm Sokağı'na doğru yaklaşmasıyla birlikte bütün çıplaklığıyla kendini gösteriyor. Duvarların, kapıların, kilitlerin ve insanlara herhangi bir mahremiyeti vadeden hiçbir kavramın sembolik bir şekilde dahi temsil edilmediği bu kasabada kendilerine yetebilen ve huzurlu bir hayat süren Dogville halkı, bir gün Grace adında yabancı bir kadının (Nicole Kidman) kasabaya gelmesiyle neye uğradığını şaşırıyor. Grace'in gangsterlerden kaçtığını öğrendikleri anda ise misafirperver yüzlerini gösteriyorlar.