ULUSLARARASI HUKUK AÇISINDAN TAHIL KORİDORU ANDLAŞMASININ KISA BİR ANALİZİ (original) (raw)

TÜRK HUKUKUNDA TAŞINIR KÜLTÜR VARLIĞI KOLEKSİYONCULUĞU

Taşınır kültür varlıkları; insan elinin ürünü olan, bulunduğu ortamla birlikte korunmak zorunda olmayan ve bir yerden başka bir yere nakledilme imkânı bulunan kültür varlıklarıdır. Taşınır kültür varlığı koleksiyonculuğu, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nda düzenlenen ve taşınır kültür varlıklarının korunmasında önem taşıyan bir faaliyettir. Taşınır kültür varlığı koleksiyonculuğu, diğer nesnelerden oluşan koleksiyonlardan farklı olarak birtakım özel şartlara bağlanmıştır. Bu farklılık, korunması gerekli taşınır ve taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının devlet malı niteliğinde olmasından kaynaklanmaktadır. Bu makale, taşınır kültür varlığı koleksiyonculuğuna ilişkin usul ve esasları incelemeyi amaçlamaktadır. Makale kapsamında ilk olarak koleksiyon kavramı ve koleksiyonculuğun tarihsel gelişimi ele alınacaktır. Devamında ise 2863 sayılı Kanun ve Korunması Gerekli Taşınır Kültür ve Tabiat Varlıkları Koleksiyonculuğu ve Denetimi Hakkında Yönetmelik hükümlerinden hareketle Koleksiyonculuk faaliyetinin hukuki rejimi incelenecektir.

TAŞERONLAŞMA VE TAŞERON UYGULAMALARI BAĞLAMINDA ‘HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ’ İDEALİ ÜZERİNE BİR İNCELEME

Bu çalışma, esas olarak piyasa ideolojisinin kurumsal yapısının yeniden üretiminde piyasaya içkin olan bazı kavram ve sorun alanlarının meşrulaştırılmasında kullanılan araçlardan birisinin hukuk olduğunu ileri sürmektedir. Piyasanın işleyiş mantığından kaynaklı bir sorun olarak ortaya çıkan taşeronlaşmanın toplum nezdinde belirli ölçülerde meşrulaşmasında etkili olan hukukun meşrulaştırma sürecindeki rolü ve işlevi tespit edilmektedir. Taşeronlaşma sorununa ‘hukukun rolü ve işlevi’ temelli bir yaklaşım, ilk bakışta sorunu hukuk aracılığıyla açıklama çabası gibi gözükse de; hukuk bu yaklaşım içerisinde ‘açıklayan’ değil, ‘açıklanan’ pozisyonunda hegemonik bir ideoloji olarak sorunsallaştırılmaktadır.

İSLAM HUKUKU AÇISINDAN TEDARİK SÖZLEŞMESİNİN MEŞRÛİYETİ (TÜRK BORÇLAR HUKUKU'NDAKİ MAHİYETİ BAĞLAMINDA

ÖZET Çağımızda sanayinin süratle gelişmesi sonucu pekçok ürünün hızla artması ve uluslararası ticaretin yaygınlaşmasından sonra çeşitli sözleşmeler ortaya çıkmıştır. Bu sözleşmelerden biri de tedarik sözleşmesidir. Tedarik sözleşmesiyle kastedilen, akit yapan taraflar arasında, ileride toptan veya taksit taksit ödenecek malum bir ücret karşılığında, belirli tarihlerde, vasıfları belli bir takım taşınır veya taşınmaz malları yahut elektrik, su ve doğal gaz gibi muayyen hizmetleri temin etmek amacıyla yapılan sözleşmelerdir. Bu özellikleriyle tedarik sözleşmesi Türk Borçlar Hukuku'ndaki " satım sözleşmesi " ve " eser/istisnâ' sözleşmesi " ni içine alan geniş bir kapsama sahiptir. Gerek tedarik sözleşmelerinde gerekse satım sözleşmesinde mal sözleşme sırasında tedarikçinin elinde bulunabileceği gibi henüz mevcut olmayıp sonradan üreterek veya temin ederek teslim edeceği bir şey olabilir. Burada önemli olan satıcının malı teslime muktedir olmasıdır. Müşteri de ücreti, malı teslim aldıktan sonra bir defada toptan veya taksit taksit ödeyebilir. Bu sözleşmelerde, sözleşmenin konusu olan eşya, bir fabrikanın ürettiği sınaî bir ürün olabileceği gibi bir üreticinin ürettiği tarımsal veya hayvansal ürün yahut elektrik, su ve doğalgaz gibi doğal güçler de olabilir. Bu sözleşmelerde satıcının malı ileriki tarihlerde teslim etmeyi, müşterinin de ücreti malı teslim aldıktan sonra ödemeyi taahhüt etmesinden dolayı bedeller genellikle veresiyedir. Bu açıdan tedarik sözleşmelerinin caiz olup olmadığı çağdaş âlimler arasında tartışma konusu olmuştur. Bir kısım âlimler bazı gerekçelerle bunun caiz olmadığı görüşünü benimsemişlerdir. Buna karşılık çağdaş âlimlerin çoğunluğu İslam fıkhındaki benzer akitlerden hareketle bunun caiz olduğu kanaatine sahip olmuşlardır. Bu makalede, lehte ve aleyhte ileri sürülen gerekçeler dikkate alınarak İslam fıkhındaki benzer akitlerden hareketle tedarik sözleşmesinin caiz olup olmadığının ele alınması uygun olacaktır.

TÜRK HUKUKUNDA KAMULAŞTIRILAN TAŞINMAZIN GERİ ALINMASINDA İDARENİN SORUMLULUĞUNUN ESKİ MALİKE YÜKLETİLMESİ SORUNU

ÖZET Kamulaştırma, mülkiyet hakkına doğrudan müdahale eden bir idari işlem olup, kuralları ve sınırları 1982 Anayasasında belirlenmiştir. Belirlenen ilkeler çerçevesinde bu işlemin yapılma usulü ile ilgili detaylar, ayrıntılı olarak 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nda düzenlenmiştir. Bu kanun çerçevesinde taşınmazı hakkında kamulaştırma kararı verilen eski malike; idarenin, kanundan kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmemesi halinde taşınmazı geri alma hakkı verilmiştir. Bu hakkın kullanılmasının şartları kanunda; özetle, kamulaştırma tarihinden itibaren 5 yıl geçmesi ve sürenin dolmasından itibaren bir yıl içinde eski malikin talepte bulunması olarak belirlenmiştir. Kanundan kaynaklanan bu yükümlülüklerini yerine getirmeyen idare tarafından, eski malike yüklenen bedel ödeme yükümlülüğü, idare hukukunun ilkeleri ve özelde de idarenin kusur sorumluluğu açısından değerlendirilmeye muhtaçtır.

HUKUK VE İKTİSAT DİSİPLİNLERİ İLİŞKİSİNDE GÜVENİLİR TAAHHÜDÜN ÖNEMİ

Hukuk ve İktisat Araştırmaları Dergisi, 2022

Bu çalışmada öncelikle hukuk ve iktisat disiplinleri ilişkisinden bahsedilmektedir. İki disiplinin nasıl birlikte geliştiği, kurumsal politikaların nasıl oluştuğu ve politika oluşturma süreci devam eden alt başlıktır. Bu başlıkta kurumsal yapıda kamu politikasını oluşturan erklerin arasındaki işleyiş anlatılmaktadır. Ardından güvenilir taahhüt kavramı açıklanmaktadır. Bu kısımda devletin yatırımcıya vereceği taahhüdün güvenilir olması için alternatif 4 farklı rejimden bahsedilmektedir. Bunlar bağımsız düzenleyici kurumlar, sözleşme hukukunun kullanılması, düzenleyici süreç, hukuki denetim ve uluslararası tahkim şeklindedir. Sonuç bölümünde güvenilir taahhüdün iktisadi büyüme açısından neden önemli olduğu tartışılmaktadır. Sonuç olarak hukuk ve iktisat disiplininin ortaya çıkaracağı güvenilir taahhüt ekonomik performans açısından önem arz etmektedir.

ULUSLARARASI HUKUK AÇISINDAN ŞUŞA BEYANNAMESİ VE ÖNEMİ

II. ULUSLARARASI KAFKASYA’NIN GELECEĞİ KONGRESİ BİLDİRİ KİTABI (11-13 MAYIS 2022), 2022

Muzaffer Azerbaycan Ordusunun zaferi ile sonuçlanan İkinci Karabağ Savaşı, bölgenin sadece askeri, siyasi ve ekonomik hayatına değil, uluslararası hukuk açısından güvenliğin sağlanmasına da olumlu yansıyarak, küresel düzeyde de dengelerin yeniden şekillenmesini beraberinde getirmiştir. Karabağ Zaferi, askeri operasyonların ilk gününden itibaren Azerbaycan'ı haklı mücadelesinde destekleyen Türkiye ile karşılıklı iş birliğinin birçok bölgesel sorunu çözmedeki etkinliğini göstermiştir. Kars Anlaşması’nın 100. yıldönümünde Karabağ'ın kalbi-Şuşa’da imzalanan Beyanname, hem ikili ilişkilerde hem de savaş sonrası bölgesel konfigürasyonlar bağlamında Türk dünyası için yeni bir dönemin başlangıcına işaret etmektedir. Şuşa’da verilen mesajlar dikkate alındığında, Beyanname, Türkiye-Azerbaycan iş birliğinin izleyeceği rotayı belirleyen önemli belgelerden birisi olarak değerlendirilebilir. Literatür taraması yöntemi kullanılan bu çalışmada, Şuşa Beyannamesi’nin iki ülke ilişkilerinde stratejik öneminin değerlendirilmesi, belirtilen hususların uluslararası hukuk perspektifinden incelenmesi ve yorumlanması amaçlanmaktadır. The Second Karabakh War, which resulted in the victory of the victorious Azerbaijan Army, not only reflected on the military, political and economic life of the region, but also on the provision of security in terms of international law, and brought about a reshaping of the balances at the global level. The Karabakh Victory demonstrated the effectiveness of mutual cooperation with Turkey, which has supported Azerbaijan in its just struggle from the first day of military operations, in solving many regional problems. The Declaration signed in Shusha, the heart of Karabakh on the 100th anniversary of the Kars Agreement, marks the beginning of a new era for the Turkish world, both in bilateral relations and in the context of post-war regional configurations. Considering the messages given in Shusha, the Declaration can be considered as one of the important documents determining the route to be followed by Turkey-Azerbaijan cooperation. This study used the literature review method, is aimed to evaluate the strategic importance of the Shusha Declaration in the relations of the two countries, to examine and interpret the issues specified from the perspective of international law.

KARAHANLI TÜRKÇESİNİN HUKUKLA İLGİLİ SÖZ VARLIĞINA KÜLTÜR DİLBİLİMİ AÇISINDAN BİR BAKIŞ

2023 "Karahanlı Türkçesinin Hukukla İlgili Söz Varlığına Kültür Dilbilimi Açısından Bir Bakış", Doğumunun 80. Yılında Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun Armağanı, (Editörler: L. Karahan, H. Yıldız), Ankara: TDK Yayınları., 2023

Dil ve birey arasında olduğu gibi dil ve toplum arasında da karşılıklı bir ilişki, bir etkileşim mevcuttur. Dil, toplumun izlerini taşırken toplum da kullandığı dilin çerçevesi içinde yer alır. * XIII. Uluslararası Dünya Dili Türkçe Sempozyumu'nda sunulan bildirinin yeniden düzenlenmiş ve geliştirilmiş şeklidir (XIII.

HUKUK TEORİLERİNDE YARGI VE HUKUK UYGULAYICISI FETİŞİZMİ

Hukuk Teorilerinde Yargı ve Hukuk Uygulayıcısı Fetişizmi, 2020

Öz Yargı organı ve hukuku uygulamakla görevli olan organlara hukuk teori-sinde özel bir önem atfedilmiştir. Özelde yargı, geneldeyse bütün hukuk uygula-yıcıları kuralların asıl muhatabı veya en nihayetinde hukuk sistemini tesis eden organlar olarak görülmüştür. Hukuk teorilerinin birincil amacı hukuk sistemle-rini ve işleyişini açıklamak, hukukun muhataplarının üzerindeki normatif gücünü temellendirebilmektir. Kanımızca özelde yargı organı ve hukuk uygula-yıcılarının önemli rolüne ısrarla yapılan atıf, atıfta bulunan hukuk teorilerinin hukuk sisteminin işleyişine ilişkin açıklayıcı gücünü zayıflatmaktadır. Fetişist olarak adlandırdığımız bu teoriler, özel kişilerin, yani vatandaşların davranış ve tutumlarını önemsizleştirmekte, onları sistemin aslî parçaları olmaktan çıkarıp, sisteme tâbi unsurlar hâline getirmektedir. Kanımızca bu tutum teorik açıdan savunulabilir değildir. Bunu göstermek için makale Hans Kelsen, H.L.A. Hart ve Alf Ross'un hukuk teorilerini inceleyecektir. Bu teorilerin yargı organı ve hukuk uygulayıcılarına bakışındaki fetişist unsurlar ortaya konacak, sonuç bölümün-deyse bu unsurların sakıncaları sunulacaktır. The judiciary and the law-applying organs have been attributed a special importance in legal theory. The judiciary in particular and all law-applying organs in general have been viewed as the real addressees of the rules or the organs ultimately constituting the legal systems. The primary purpose of legal theories is to explain the legal systems and their functioning and to ground the normative force of law on its addressees. We believe that this persistent reference to the crucial role of the judiciary and law-applying organs weakens the explanatory power of these legal theories. These fetishist theories, as we name them, trivialize the actions and attitudes of private persons, i.e. citizens, and renders them components subject to the system rather than being essential factors for the system. We believe that this position is theoretically indefensible. In order to demonstrate this, the article will examine legal theories of Hans Kelsen, H. L. A. Hart and Alf Ross. These theories’ fetishist elements concerning the judiciary and other law-applying organs will be exposed and inconveniencies of such elements will be presented.

TÜRK JANDARMA TEŞKİLATI'NDA HUKUK EĞİTİMİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ

Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,, 2023

Osmanlı Devleti’nin Tanzimat Dönemi’yle birlikte iç güvenlik alanında attığı adımlar jandarma ve polis gibi kolluk kuvvetlerinin ortaya çıkmasını sağladı. Zaman içerisinde kolluk kuvvetlerini teşkilatlandırma noktasında gerçekleştirilen reform hareketleri, kolluk eğitimini geliştirme amacını taşıyordu. Bu kapsamda XIX. yüzyılın başlarında Balkan coğrafyasında kurulan Jandarma Mektepleri, ilerleyen dönemlerde Anadolu’nun çeşitli noktalarına yayılarak nitelikli jandarma personeli yetiştirmek için çalışmalar yapmıştır. Jandarma Teşkilatı’nın kuruluşu itibariyle devlet içerisinde düzeni ve asayişi sağlamak gibi üstlendiği bazı görevleri bulunmaktadır. Bu durumda Jandarma Okullarında yetişecek bir personelin kanun hükümlerini sahada tatbik edebilecek nitelikte hukuk bilgisine sahip olması gerekmektedir. Jandarma personeli edindiği hukuk bilgileri ölçüsünde çeşitli mülki, adli ve askeri görevler icra etmiştir. Personelin alacağı hukuk dersleri de bu noktada jandarma eğitiminin önemli bir merhalesini oluşturmaktadır. Jandarma okullarında verilen örgün eğitimin her döneminde hukuk dersleri, eğitim müfredatında kendisine yer bulmuştur. Jandarma eğitiminde bu denli önemli rol oynayan hukuk derslerinin, bu okulların kuruluşundan günümüze kadar geçen süreçte nasıl bir değişim ve gelişim geçirdiğini irdelemek, nitelikli kolluk personeli yetiştirmede hukukun rolünü tarihsel bağlamda değerlendirmek açısından fayda sağlayacaktır. Makalede genel anlamda 1904 yılından günümüze kadar olan evrede jandarma subay ve astsubaylara verilen hukuk eğitiminin içeriği, yayımlanan müfredat programları kapsamında değerlendirilmesi, hukuk alanında okutulan ders kitapları, dönemin şartlarına göre jandarma eğitiminde yaşanan kırılma noktaları incelemeye tâbi tutulmuştur. Kullanılan kaynaklar çoğunlukla hukuk alanındaki ders müfredatlarından seçilmiştir. Bu çalışmanın amacı, Jandarma Okullarının kuruluşundan günümüze jandarma subay ve astsubay eğitiminde okutulan hukuk derslerini değerlendirmektir. Makalede tarihsel yöntem kullanılmış; veriler doküman incelemesi yoluyla elde edilmiştir.