Metaforik Bir Deneyim Olarak ‘Ölümden Uyanmak’: Kieślowski’nin ‘Mavi’si (original) (raw)
Related papers
Mavi Aksi ya da aksi Mavi: Huzur ve BerciKristin Çöp Masalları’nda “Mavi”li(k) ve Gerçeklik
İster tabiattan, ister nesnelerden yansısın; mavinin Huzur (Ahmet Hamdi Tanpınar) ve Berci Kristin Çöp Masalları (Latife Tekin) romanlarında yaşamsal bir töz halinde dolaştığını görürüz. Rastgele ortaya çıkması bir yana, “mavi”nin çeşitli kılıklarda bu metinsel evrenlere sızmasının kasıtlı bir hali var gibidir. İşte bu kastî görünen tavrı, mavinin bir tür gerçekçiliğin temsilinde oynadığı hayati rolle yakından ilgilidir. Bu veçhesi dikkate alındığında mavinin edebi anlamlarını konu edinmenin çeşitli yolları ve zorlukları olduğu aşikar. Bu zorluklardan ilki; mavinin yerleşikleşmiş, yaygınlaşmış ve aynı derecede hatalı olan temsilinin aşılmasıysa, ikincisi; bir tabiat fenomeni olduğu düşünülen ve göz yanılsaması yaratarak yansıtma işlevi gören mavi rengin/ışığın pratikteki temsil yetisini, sanat tarihinde bir yansıtma kuramı olarak bilinen ve felsefi bir arka planı olan mimesis gibi bir kavram ışığında inceleme çabasının beraberinde getirdiği teknik bir zorluk. Resim ve fotoğraf gibi görsel sanatların mavi ışığı kullanım alanlarının başka sanatsal alanlarına taşan çeşitliliği ve görece uzun tarihi bu zorluğu kısmen bertaraf etmektedir. Tanpınar ve Tekin’in metinleri; edebiyatın yanı sıra resim ve fotoğrafçılık gibi sanatsal alanlarının her birisini ilgilendiren ve felsefi ve ontolojik bir zeminin üzerine oturan mimesis kavramının izini sürmek gibi zor bir işin üstesinden gelmeyi bir miktar kolaylaştırıyor. Çünkü bizzatihi bahsi geçen metinler, mavinin yansıtma yeteneğini, mimesis ile karşılaştırmamıza imkân verecek somut ipuçları sunuyorlar. Bu ipuçlarının izini süren okurlar biliyor ki, mümkün olan tüm indirgemeler içinde en hantalı, mavinin özgürlük, sonsuzluk gibi klişe anlamlarına vurgu yapmak ya da edebi metinlerde maviye yalnızca tarih, mitoloji veya nesneler gibi bir takım izlekler üzerinden ulaşmaya çalışmak. Oysa mavinin edebi alanda nasıl temsil edildiğini “anlamak” her şeyden önce incelediğimiz metinlerin tabiat ve gerçekçilikle nasıl ilişkilendiğini anlamak ve bunu sorunsallaştırmakla mümkün gibi görünüyor.
Heidegger’in Düşüncesinde “Ölüm”
Adıyaman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2010
İnsanlar kendini yaratmak bakımından özgürdürler. Bu özgürlüklerini benimsedikleri takdirde onlar için otantik varoluş imkânı vardır. Aksi halde düşmüşlüğü yaşarlar. Düşmüşlük gündelik olanda kendini yitirmedir. Dasein'ın dünya ile olan ilişkisi kaygıdır. Kaygı ile korku birbirinden farklıdır. Korkunun belli bir objesi olmasına rağmen kaygının kaynağı belirsizdir. Bu kaynak hiçliktir. Hiçlik hiçbir zaman objektif hale getirilemez ve kavramlaştırılamaz. Kaygı insanın gerçek yüzünü örten dış olayların güven vericiliğini kırarak ona dünyayı korkunç gösterir. Ölüme doğru varlık da temelde kaygıdır. Ölüm Dasein'ın var olur olmaz kendi başına katlandığı bir olma yoludur. Ölüm, bütün hayatı kucaklayan ve ona sorumluluk getirerek değer katan bir fenomendir. Hiç kimse başkasından onun ölümünü uzaklaştıramaz. Ölüm varoldukça esasen her durumda benim ölümümdür.
Spinozacı Bir Yas Okuması: Üç Renk: Mavi
ViraVerita, 2019
Peki bir yas ne zaman başarılı olur? Freud –her ne kadar sonradan fikrini değiştirse de- başarılı bir yasın, yası tutulan bir kişinin yerine başkasının konulması olduğunu ileri sürer. Buna göre, kaybın ağır kederinden kurtulup yaşamı Ben’e yeniden bahşeden şey unutmanın kudretidir; yasın başarısı bir kişiyi unutmaya, o kişinin başkasınca ikame edilmesine bağlıdır. Butler ise unutmadan yana değildir; yasın sonuç vermesinin, yaşanan kayıp nedeniyle gerçekleşmesi zorunlu olan değişimin kabullenilmesine bağlı olduğunu düşünür. Yas, “sonucu tümüyle önceden kestirilemeyecek bir dönüşüm geçirmeye razı olmakla”, bu dönüşümü geçirmeye “boyun eğmekle” alakalı bir şeydir. Gelgelelim bu iki durumun (unutuş ve dönüşüme boyun eğme) birbirini dışlaması için hiçbir neden yoktur. Belki de şu soruyu sormak gerekir: Unutmak nedir? Ya da daha doğrusu unutmanın kudreti nereden gelir? Unutuş, daha önce anlamlı ve arzu bakımından belirleyici olanın bu ayrıcalıklı konumunu yitirmesi; yeni bir duygusal hiyerarşi ya da örgütlenmeye geçişin benimsenmesi; kısaca yeni bir bağıntı altına geçişin içselleştirilmesi demektir. Unutuşun kudreti, bu yeni hal/bağıntının artık bir yük ya da eksiklik olarak deneyimlenmemesinden ileri gelir. Unutmak, geçmiş ve geçmişteki sanki bir hiçlikmiş gibi, mutlak anlamda hatırlamamak değildir; eskinin hayaletinin edimsel şimdiye karşı üstünlüğünün ortadan kaldırılması anlamına gelir. Yeni bağıntıyı bir ıstırap deneyimine dönüştüren şey ise eskisinin bir karşılaştırma odağı olarak yeni bağıntıyı durmaksızın taciz etmesidir. Unutuş işte bu saldırıya son verir. Unutuşun kudreti, eskinin sanki olmamış gibi olumsuzlanmasından ziyade, yeni bağıntının (kişiye karakteristiğini veren yeni duygusal örgütlenmenin) olumlanmasına ilişkindir.
İosif Brodski’nin Şiirlerinde Ölüm Teması
Current Research in Social Sciences
Hayatımızın kaçınılmaz bir gerçeği olan ölüm, insanın zihnini sürekli meşgul etmekte ve hayat boyunca sorgulanmaktadır. Birçok şair ve yazar da ölümü sorgulayarak ona farklı açılardan yaklaşmaktadır. Kimisinde ölüm bir kabullenişken, kimisinde ona karşı gelme şeklindedir. Pek çok edebi eserde işlenen bu konu tüm dünya edebiyatında olduğu gibi Rus edebiyatında da (özellikle şiir alanında) incelenmiştir. Rus edebiyatında şiirlerine ölüm konusunu taşıyan şairlerden biri de İosif Aleksandroviç Brodski (1940-1996)dir. İosif Brodski 1987 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü alarak adını uluslararası alanda da duyurmuştur. Rus asıllı Amerikalı şair, deneme yazarı, çevirmen ve dramaturg olan İ. Brodski, yazarlık yönünden daha çok şair kimliğiyle ön plana çıkmıştır. Kendi hayatının yanı sıra özellikle yaşadığı dönemdeki toplumsal olaylar şiir anlayışının oluşmasını büyük ölçüde etkilemiş, insanın varoluşunu şiirlerinde sorgulayarak onun iç dünyasına yönelmiştir. Ölümü şiirlerinde kendi bakış açısı...
İyi̇li̇k Ve Sonsuzluk: Mâtürîdî Ve Debûsî'Ni̇n Metafi̇zi̇ği̇nde Ölüm Ve Hayatin Anlami
Kader
Bu makale, Hanefî düşünce geleneğinin iki önemli isminin, İmam Mâtürîdî ve Ebû Zeyd Debûsî'nin genel din doktrini açısından ölüm ve hayatın anlamı hakkındaki görüşlerini analiz etmeyi amaçlamaktadır. Birinci bölümde, Mâtürîdî ve Debûsî'nin delile dayalı din anlayışının genel çerçevesi çizilmektedir. İkinci bölümde, Mâtürîdî'nin ölüm ve hayatın anlamı hakkındaki görüşleri ele alınmaktadır. Üçüncü bölümde, ilahi emir ile varlık, ilahi nehiy ile yokluk arasında dikkat çekici bir bağlantı kuran Ebû Zeyd Debûsî'nin ölüm ve hayatın anlamı hakkındaki görüşleri ele alınmakta, son bölümde ise genel bir değerlendirme yapılmaktadır. Mâtürîdî din olgusunun bizatihi kendisini ve dinin unsurlarını tartışmaya açarak çağdaş anlamda din felsefesi yapmanın oldukça özgün ve sistematik bir örneğini ortaya koymuştur. Mâtürîdî, dine ilişkin tikel, spesifik konuları tartışırken, sorunları evrensel, teorik bir temele oturtmayı, bütüncül bir metafizik bir anlayış ortaya koymayı amaçlar. Klasik Batı müziğinde barok türü eserlerde senfoni boyunca tekrar eden ana notalar olduğu gibi, Mâtürîdî'nin metafiziğinde de bütün tikel tartışmaları dikey olarak kesen tümel ilkeler mevcuttur. Mâtürîdî metafiziğinin temel ilkesi şu düşünceye dayanır: Tanrı hakîm bir varlıktır, abes hiçbir fiilde bulunmaz. Buna göre, bir şeyi bozmak için yapmak abestir; Tanrı insanı yok olması için yaratmamıştır. Yaşam sevgisi ve ölüm korkusu ölüme doğru giden sonlu bir varlık olarak insanın karşı karşıya olduğu en derin varoluşsal sorundur. Din, insanın sonluluk konusundaki nihai endişesine makul bir çözüm sunduğu ölçüde diğer dünya görüşlerine karşı güçlü bir alternatif olarak görülebilir. Mâtürîdî açısından, ne ölüm korkusunu vurgulayan kötümser anlayışlar ne de ölümü yok sayan hazcı yaklaşımlar makul bir çözüm sunmaktadır. Tanrı, ölümü insanların en çok korktuğu ve sakındığı, hayatı ise en çok sevdiği ve arzuladığı şey olarak yaratmıştır. İnsanın sınanması, ölüm korkusu ve yaşama arzusu arasında kalmasıyla ilgilidir. Mâtürîdî'ye göre, insanın karşı karşıya olduğu bu ikilem aynı zamanda çıkış yoluna da işaret etmektedir. Eğer insan, hayat sevgisi sebebiyle güzel ve yararlı işler yaparsa ve ölüm korkusuyla saçma ve çirkin işlerden kaçınırsa, kendi çabasıyla hayatını sonsuz kılıp, ebedî azaptan kurtulabilir. Diğer Hanefî düşünür, hukuk felsefecisi Ebû Zeyd Debûsî'nin görüşleri Mâtürîdî ile paralellik arz etmektedir. Debûsî'ye göre, Tanrı insanı sınamak üzere, onun tabiatına bir taraftan ruh ve aklı, diğer taraftan nefs ve hevâyı yerleştirmiştir. Nefs ve hevâ insanı bilgisizce geçici olana çağırırken, ruh ve akıl bilgiyle kalıcı olana davet eder. İnsanın sınanması, geçici ve kalıcı hayat arasında tercihte bulunmasıyla ilgilidir. Debûsî açısından, insanın kendini yokluğa düşmekten kurtarıp, ebedi hayatı kazanması aklını kullanmasına bağlıdır. Başka bir ifadeyle, akıl insanı hayata bağlar, hevâ ise onu yokluğa sürükler. Debûsî, akletmek ile varlık, cehaletle yokluk arasında paralellik kurarak ilâhî emir ve ilâhî nehiy terimlerini oldukça özgün tarzda tanımlar. Ona göre, İthaf: Kıymetli hocam Prof. Dr. Hasan Onat'ın aziz ruhuna ithaf olunur. Engin ERDEM Kader 18/2, 2020 471 ilâhî emir, var edilmesi gereken, ilâhî nehiy ise var edilmemesi gereken şeydir. Eğer insan, Tanrı'nın var edilmesini emrettiği şeyleri var ederse kendi varlığını ebedi kılabilir. Eğer Tanrı'nın varlığa çıkmasını istemediği şeyleri var ederse kendini yokluğa sürüklemiş olur. Son olarak, hem Mâtürîdî hem Debûsî açısından, dine duyulan ihtiyaç akli bir temele dayanır; zira aklını kullanıp kullanmamak bir varlık-yokluk meselesidir. Hayat, insana yaşadığı her an yaptığı güzel iş ve eylemlerle sonsuz hayatı elde etmesi için sunulan ilâhî bir lütuftur. İman ve amel arasında ontolojik ve etik düzlemde koşutluk kuran, iyiliği, bu dünyadan cennete ve sonsuzluğa götüren bir köprü/sırat olarak gören bu metafizik sistem, Hanefî-Mâtürîdî geleneğin din ve dünya görüşünün özünü oluşturur.
Mustafa Kutlu’nun “Mavi Kuş”unda Mekânın Poetiği
ÖZET Mekân incelemeleri anlatıya dayalı metinlerde önemli bir yer teşkil etmektedir. Mekân incele-mesini salt fiziki bir mekân olarak nitelendirmek yanlış olacaktır. Mekân anlatıya dayalı met-nin diğer tüm birimleriyle sıkı bir ilişki içerisindedir ve çok boyutlu bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. Mavi Kuş adlı romanda mekân, romanın bel kemiğini oluşturmaktadır Bir oto-büs olan Mavi Kuş, mekânın çok yönlülüğüne bir örnek olarak sayılabilir. Mavi Kuş adlı eser tür olarak hikâye ve roman arasında bir konuma sahiptir ve bu yönüyle Mavi Kuş, her iki tü-rün özelliklerini üstlenmiştir. Bu çalışmamızda Mustafa Kutlu tarafından kaleme alınan Mavi Kuş adlı romanın mekân incelemesi yapılacaktır. İncelememizi yaparken mekânı sadece fiziki bir niteliğe sahip bir varlık olarak değil, insanla güçlü bir etkileşimi olan ve karakter çözümle-mede işlevsel olan bir konumda ele alacağız. • ANAHTAR KELİMELER Kurmaca, mekân, sosyolojik mekân, anlatıcı, hayalî mekân • ABSTRACT Location-based narrative reviews are an important part in the texts. Only a physical space as a place of examinations would be incorrect to describe it. Location-based narrative of the text is in a close relationship with all other units and has emerged as a multidimensional structure. Mavi Kuş in a novel location, constitutes the backbone of the novel and the Mavi Kuş buses, the versatility of the space can be considered as an example. Mavi Kuş, his work has a position between the story and the novel in this direction and the Mavi Kuş, has assumed the characteristics of both species. In our study, written by Mustafa Kutlu's novel " The Mavi Kuş " will be the venue review. While our review is only a physical space with nature as an asset, not a strong interaction with the human characters, which is effective for solutions that will take up a position • KEY WORDS fiction, space, social space, the narrator, imaginary places * Arş. Gör., Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi Bölümü.
Vesileciliğe Karşı Müterafıkçı Metafizik – 5
Nazif Beye yorumlarından ve paylaştığı düşüncelerden dolayı teşekkür ederim. Fazla uzatmadan bu son metinde geçen birkaç husus üzerinde kısaca durarak ben de son cevabımı vermiş olayım. Tartışmanın kilitlenmesine yol açan temel sebepler kısmı için müstakil bir bölüm ayırmak istemiyorum, zira orada geçen argümanların çoğu, aşağıda birkaç örnek üzerinde gösterdiğim gibi, tersine çevrilip kendisine yöneltilebilir. Ben, "doğada nedenselliğin gözlemle gerekçelendirilemeyeceği, doğal varlıklar arasında zorunlu bir nedenselliğin a priori olarak da gerekçelendirilemeyeceği" iddiasını bitmiş ve kesin sonuca bağlanmış bir tartışma olarak görmüyorum. Hume'un tümevarım problemine bir çözüm bulma arayışları devam ediyor. 1 Meramımı, tek başına çok uzun tartışmalara neden olabilecek böyle bir tartışmaya girmeden anlatmak istedim. Dolayısıyla bunun, söz konusu temel problemin ıskalanması olarak yorumlanması hiç isabetli bir düşünce değil. İkincisi, bu temel probleme girmeden söylediğim çok somut bir şey var muhatabım tarafından büsbütün ıskalanan: diyorum ki zorunlu bir nedenselliğin gözlemle ya da a priori olarak gerekçelendirilememesi, böyle bir nedenselliğin var olmadığı anlamına gelmez. Deneyimden doğal kuvvet gibi bir varlığa çıkarım yapmak bir sıçrama hatası ise öyle bir varlığın olmadığı iddiası da tabiri caizse bir düşme hatasıdır. Bunların sadece birincisi değil, ikincisi de ontolojik bir pozisyondur, epistemik değil. Ayrıca, doğal kuvvetin varlığını deneyimden hareketle, aşağıdan yukarıya doğru çıkarsamak zorunda değiliz, varlığı, a priori bir öncül olarak kabul edilip, yukarıdan aşağıya doğru uygulayarak gözlemle tutarlılığını kontrol edebiliriz. Metafiziği aşağıdan yukarıya doğru kurma girişimi modern bir yanılgıdır. Ne nedensellik aşağıdan yukarıya doğru işler ne de varlık. Bir şeyin adını bilmekle mahiyetini bilmek arasındaki farkı anlıyorum. Fakat, bir şeyin var olduğu kabulünün mahiyetini bilmeye bağlı olduğunu kabul etmiyorum. Vesilecilik İlahi nedenselliğin mahiyetini ne kadar biliyor da varlığını öyle kabul ediyor? "[Doğal kuvvet] deneyimlerin[in] hiçbiri doğal nesne kadar gerçek bir kuvvetin varlığını göstermez" deniyor. Halbuki doğal nesneleri doğal kuvvetler sayesinde deneyimliyoruz, üstelik doğal nesneleri deneyimlememiz ile doğal kuvvetleri deneyimlememiz arasında gerçeklik bakımından bir fark yok, zira ikisi de aynı ontik seviyede bulunuyor. Bir doğal nesne olarak mıknatısın başını sonunu görmemiz, elimize alabilmemiz onu elektromanyetik alan ya da kuvvetten daha gerçek yapmıyor, zira bunlar birbirleriyle çok yakın ve sıkı bir ilişki içinde. Doğal alem, söz konusu bu ilişkiler sayesinde tezahür edebiliyor. Aralarında hangisi diğerinden daha gerçek diye sorulsa ve ille de bir seçim yapmam istense ben kuvvetlerin nesnelerden daha gerçek olduğunu söylerim, çünkü kuvvet olmasa nesne bir nesne olarak birliğini koruyamaz ve kendini ortaya koyamaz.
kilad.kocaeli.edu.tr
Bu makalenin amacý, sinemada bir görüntü öðesi olarak rengin iþlevlerini açýkladýktan sonra, rengin gerek bir estetik öðe, gerekse anlam yaratma aracý olarak sinemada nasýl kullanýldýðýný örnek filmlerle incelemektir. Bu amaçla, Polonyalý yönetmen Krzystof Kieslowski'nin Üç Renk Mavi, Üç Renk Beyaz ve Üç Renk Kýrmýzý üçlemesi incelenmeye çalýþýlmaktadýr. Rengin sinemada üç temel iþlevi vardýr: Bilgi verici, kompozisyonel ve ifade edici. Renk, sinemada özellikle anlam yaratmada etkili bir elemandýr. Belli bir sahnedeki duygunun sembolik ya da dramatik etkisini vermek için yardýmcý olur. Rengin kültürden kültüre deðiþen sembolik anlamlarý vardýr. Ýnsanlar bir renge her zaman bir anlam yükleyerek bakmazken, izleyici filmde gördüðü renge karþýlýk kendisinde uyanan hislerle renge yüklenen kodu açýmlayýp, anlam yükler. Bazen de yönetmen, renge bilinen anlamlarýnýn dýþýnda yeni bir anlam yükleyebilir. Bu anlamda, rengin bir filmde duygularý iletmedeki rolü filmdeki konuya baðlýdýr. Rengin sinemada etkili bir anlam yaratma öðesi olarak kullanýlmasýna örnek olarak, Krzystof Kieslowski'nin Üç Renk: Mavi, Üç Renk: Beyaz ve Üç Renk: Kýrmýzý filmleri incelenebilir. Bu filmlerde renk, önemli bir anlatým elemaný olarak kullanýlmýþtýr. Filmlerde temel olarak verilmek istenen (maviyle özgürlük, beyazla eþitlik, kýrmýzýyla dostluk, kardeþlik) duygu ve düþünceler, bu renklerin toplumlar üzerindeki sembolik anlamlarýndan yararlanýlarak ve yönetmenin, filmin temasý yardýmýyla renklere yüklediði anlamlar ile verilmiþtir. Anahtar Sözcükler: Kieslowski, üç renk, sinemada anlam.