öznellik Research Papers - Academia.edu (original) (raw)

Öznenin olduğu yerde öznellik vardır. Özne olabilmenin koşulu ise muhatap bir nesnenin olmasıdır. Varlığın ve varoluşun anlamına karşılık düşen söz konusu bu iki boyutun mahiyet ve ağırlığı üzerindeki tartışmaların düşünce tarihinin... more

Öznenin olduğu yerde öznellik vardır. Özne olabilmenin koşulu ise muhatap
bir nesnenin olmasıdır. Varlığın ve varoluşun anlamına karşılık düşen söz konusu bu iki
boyutun mahiyet ve ağırlığı üzerindeki tartışmaların düşünce tarihinin seyrini
oluşturduğu söylenebilir. Söz konusu düalitede bilen özne (cogito) yi temel alarak felsefi
kurgusunu inşa eden akımlardan biri de varoluşçuluktur. Bu çalışmamızda özne-nesne
dengesi bakımından varoluşçuluk açıklamasını J. P. Sartre üzerinden çözümlemeye
çalışacağız.

Psikanalist Dr. Özge Soysal'ın açıklaması ile kendi sitesinde yayımlanmıştır: "Otizm, çocuklardaki psikozun belki de en ağır seyreden sendromlarından birisi. Dolayısıyla da farklı, bir o kadar da öğretici ve sabır gerektiren bir yere... more

Tenkit, Batıda çok önceden beri varlığını sürdüren bir inceleme yöntemidir. Bu çalışma ile Tanzimat edebiyatının tenkit anlayışı, dönem sanatçılarından ve bu evredeki eleştirel eserlerden hareketle ortaya konulmaya çalışılmıştır. İlk... more

Tenkit, Batıda çok önceden beri varlığını sürdüren bir inceleme yöntemidir. Bu çalışma ile Tanzimat edebiyatının tenkit anlayışı, dönem sanatçılarından ve bu evredeki eleştirel eserlerden hareketle ortaya konulmaya çalışılmıştır. İlk etapta Türk ve Batı edebiyatındaki tenkit kavramları ve bu kavramların ifade ettiği anlamlar izah edilmiştir. Yirminci yüzyıla kadar Batı edebiyatında özellikle Eski Yunan ve Roma devirlerini kapsayan klasik tenkit, Aristo ve Eflatun’un sanat hakkındaki düşüncelerini ve yine Aristo’nun günümüz tenkit anlayışına da temel oluşturan ilk metotlu tenkit anlayışını içerir. Ortaçağdan başlayarak 17 ve 18. yüzyıla gelindiğinde ise Neoklasik tenkidin etkisi görülür ancak 19. yüzyıla gelindiğinde Neoklasizm’e tepki olan ve Herder ile Goethe’nin geliştirdiği Romantik tenkit anlayışı benimsenmiş olur.
Batı edebiyatında olduğu gibi Divan edebiyatında da tenkit mevcuttur. Klasik edebiyatta yapılan tenkidin, nazari tenkit anlayışından daha çok pratik tenkit biçiminde olduğu görülür. Bunun en önemli sebepleri olarak Arap ve Fars edebiyatlarının temel alınarak oluşturulan Divan edebiyatının değiştirilemez olarak düşünülen birtakım kurallarının varlığı, bu dönem sanatçılarının ve eserlerinin kutsiliğine inanılmasıdır. Bir kültürün edebiyatına yön veren, onu geliştiren en önemli etkenlerden biri yapıcı ve yenilikçi bir tenkit anlayışıdır.
Daha çok öznel düşünceleri temel alan Tanzimat edebiyatının birinci dönem sanatçıları, edebiyat anlayışlarında olduğu gibi tenkitte de sosyal faydacılığı esas almışlardır. Tanzimat’ın ikinci dönem sanatçıları ise eleştirel anlayışlarını, birinci dönem sanatçılarına göre daha nesnel ve Batılı bir düzlemde gerçekleştirmiş, belirli kriterlere dayandırmışlardır. Bu bağlamda Recaizade Mahmut Ekrem, Takdir-i Elhân ve Talim-i Edebiyat adlı eserleriyle önemli bir yere sahip olmuştur. Onun teorik görüşleri, sanat hakkında olduğu gibi tenkit algısı üzerinde de son derece büyük öneme sahiptir. Nazari görüşlere sahip önemli olan Ekrem Bey, Fransız eleştirisini önemser ve görüşlerini bu çizgide temellendirir.
Edebiyatımıza ilk tenkitli biyografiyi kazandıran Beşir Fuat’ın da tenkide, Ekrem gibi nesnel yaklaştığı görülür. Beşir Fuat ile edebî düzlemde yazışmaları olan ve bunları İntikad’da bir araya getiren Muallim Naci, tenkit anlayışında gelenekçi bir tutum sergilemiştir. Yanlış ve basit kelime kullanımı üzerinde durarak yeni bir tarz olan “kelime eleştirisi” anlayışını geliştirir. Bu nedenle Naci’nin, edebî tenkit konusunda genellikle dil hususiyetleri ve biçimsel hususiyetler üzerinde durduğu görülür.
Yeni edebiyatta ilk sayılabilecek tenkit örneğini veren ve eskiye karşı yeniyi savunan Şinâsi, tenkitlerini genellikle eserleri ile ortaya koyar. Edebiyatta sosyal faydacılığı kendine vazife edinen Namık Kemal, ilk büyük tenkitçimizdir. Yeni ve sade bir dilin gerekliliğine inanan bu eleştirmen, “Lisân-ı Osmaninin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülahazatı Şâmildir” isimli makalesinde dil hassasiyetini, “Mukaddeme-i Celâl”de dilin manasının doğru ve sağlam anlaşılması gerektiğini belirtir. Eski ve Yeni edebiyatçılar arasındaki görüş ayrılıklarını ilginç benzetmelerle dile getiren Namık Kemal, sert eleştirileriyle dikkat çeker. Ziya Paşa ise övünülecek şiirin yeniliklerle dolu olması gerektiğine inanır, ancak edebiyat anlayışı içinde eski-yeni ikilemi yaşar. Bu durumu “Şiir ve İnşa” makalesi ile Harabat adlı antolojisinde kaleme aldığı yazılarla görmek mümkündür. Tanzimat’ın ikinci nesli ise tenkidi daha çok eser ve edebiyat düzlemine çeker, böylece nesnel olana yaklaşılır.

Foucault, felsefi güzergâhının belli dönemlerinde, özneleşme süreçlerinde rol oynayan belli temaları öne çıkarmış ve bunların analizine yoğunlaşmıştır. Fakat onun felsefesini belli uğraklara ayırmaya imkân tanıyan kavramsal ve yöntemsel... more

Foucault, felsefi güzergâhının belli dönemlerinde, özneleşme süreçlerinde rol oynayan belli temaları öne çıkarmış ve bunların analizine yoğunlaşmıştır. Fakat onun felsefesini belli uğraklara ayırmaya imkân tanıyan kavramsal ve yöntemsel değişimler, önemli eleştirileri de beraberinde getirmiştir. Bu eleştirilerden biri, Foucault’nun birbiriyle çelişen iki öznellik yorumu sunduğu yönündedir. Bu çalışmanın amacı, Foucault’nun öznellik kavrayışını, söz konusu eleştiri çerçevesinde, etik üzerine olan son dönem çalışmalarından hareketle incelemektir. Bu bağlamda, onun etik çalışmalarının, önceki çalışmalarında teşhis ettiği problemlere yönelik etik-politik bir cevap verme girişimi olarak okunması gerektiği iddia edilecektir. Bu yönde bir okumanın, Foucault’nun tabi kılınma yoluyla özneler haline getirilme süreçlerine yönelik çalışmalarının, bireyin kendini dönüştürmesine dayanan aktif bir özneleşme sürecini savunduğu etik çalışmalarıyla nasıl birleşebileceği sorusunu farklı bir perspektiften hareketle ele almaya imkân tanıdığını düşünmekteyiz. Bu amaçla Foucault’nun son dönem çalışmalarının merkezi teması olan “kendilik kaygısı”na yönelik analizleri, çalışmamızın odak noktasını oluşturmaktadır. Etik öncesi çalışmalarında sunduğu öznellik kavrayışını, bu analizler doğrultusunda yeniden ele alarak, söz konusu sorunun mümkün bir yanıtına işaret etmeye çalışacağız.

Finegan (1995) ve Pander Maat ve Sanders (2000) öznelliği (subjectivity), benzer biçimde, bir metnin oluşturulmasında önermesel içerikten sorumlu bilinç öznesinin (subject of consciousness) hangi derecede temsil edildiği ile... more

Finegan (1995) ve Pander Maat ve Sanders (2000) öznelliği (subjectivity), benzer biçimde, bir metnin oluşturulmasında önermesel içerikten sorumlu bilinç öznesinin (subject of consciousness) hangi derecede temsil edildiği ile tanımlamaktadır. Uzun (2010) ise bu kavramı “bir metin tümcesinin önermesel içeriğinden sorumlu kaynağın (responsible source) tümcenin üreticisi olduğu durumlar” olarak nitelendirir ve tümcelerin dilbilgisel görünümlerine göre öznellik sunumlarının derecelendirilebileceğini belirtir. Traugott (1995), öznellik sunumunun İngilizcede hangi biçimlerde dilbilgisel olarak kodlandığını ele alan çalışmasında kimi yardımcı eylemlerin, bağlaçların ve belirteçlerin öznellik sunumları üzerinde etkileri olduğunu tartışmaktadır. Spooren ve diğerlerine (2007) göre nedensel ilişkilerin - dolayısıyla neden aktarımı yapan bağlaçların - bulunduğu tümcelerde, öznellik nedensel ilişkinin kurulmasından sorumlu olan bilinç öznesinin tümcede hangi derecede göründüğü ile ilişkilidir ve eğer nedensel ilişki tümce öznesinin zihninde kuruluyorsa özneldir.
Bu çalışmada neden-sonuç önermesel yapıları kuran ‘çünkü’ bağlacının kullanıldığı tümceler inceleme kapsamına alınmaktadır. Tümceler, 50 milyon sözcüklük bir referans derlemi olan Türkçe Ulusal Derlemi’nden (TUD) (Aksan ve diğ., 2012) ‘çünkü’ bağlacını içeren bağımlı dizinlerin süreli yayınlarda taranması yoluyla elde edilmiştir. Tümcelerin süreli yayınlar içerisinden seçilmesinin nedeni, bu türden yayınlarda metin üreticilerinin -neden-sonuç ilişkilerini çoğunlukla daha nesnel biçimde kurdukları varsayılırlar- hangi derecede metnin nedensel odaklı anlatımında sorumlu kaynak olarak sunulduğunun araştırılmasıdır.
Çalışma kapsamında, ‘çünkü’ bağlacını içeren tümceler, Uzun (2010)’da önerilen Öznellik Hiyerarşisi ölçütlerine göre değerlendirilmiş ve oluntusal gerçeklik-gücül gerçeklik ölçeğindeki görünümleri değerlendirilmiştir. Sözü edilen ölçekteki görünümlerin değerlendirilmesinde ise önermesel içeriğin sunulmasından sorumlu kaynak (diğer bir adlandırmayla, bilinç öznesi) ve olayların gerçeklik durumları göz önünde bulundurulmuştur.
Çalışmanın sonucunda, ‘çünkü’ bağlacının kullanıldığı neden tümcelerinde önermesel içerikten sorumlu kaynağın sıklıkla metin üreticisi dışındaki bir katılımcı olmasına rağmen, öznellik sunumunun nesnel öznellik biçiminde yapıldığı ve metin üreticisinin dolaylı da olsa kurulan neden ilişkisinden sorumlu olduğu görülmektedir.

“The View from Nowhere” (1986) of Thomas Nagel is an oft-cited piece of analytic philosophy. The arguments presented in this work have been frequently cited as either problems of giving an objective-scientific account of consciousness... more

“The View from Nowhere” (1986) of Thomas Nagel is an oft-cited piece of analytic philosophy. The arguments presented in this work have been frequently cited as either problems of giving an objective-scientific account of consciousness (i.e. “the subjective aspect of experience”) or an outright denial of the possibility of an objective characterization of it. After summarizing these two misperceptions, I turn to show why they are mistaken. By this, I hope I will be able to show that either mistake is originated from either blatantly ignoring his objective phenomenology project or misunderstanding it. The reasons that I use to explain these misperceptions would also suggest that Nagel’s objective phenomenology project is some sort of constructing a theoretical and conceptual ground to have an objective account of the subjective aspect of experience: Objective phenomenology is a project of providing subjective phenomenon, in virtue of conceptual innovation, with inter-subjective accessibility, which is itself a prerequisite for being objectively explainable.

Çağdaş düşünürler tarafından tartışılan ve modernizmin karakteristik özelliklerindeki değişimlerle bağdaştırılan postmodernizmin özellikle sanat alanında derin bir etkisi olduğu ifade edilmektedir. Pek çok karşılaştırma ile postmoderni,... more

Yüzleşme, siyasetin zeminini sabitler. Oradaki siyasal özne, ismi koyulmuş bir geçmiş kurgusu ile hareket eder. Yüzleşmemek ise bir başka öznellik doğurur: Siyaset, pragmatik bir kaygan zemin üzerine bina edilir. Dünün kahramanları,... more

Bu çalışma, bir Batı Karadeniz beldesinde yaşayan on beş annenin yaşam öykülerinden ve günlük yaşam deneyimi anlatılarından yola çıkarak, annelerin babalığı nasıl tanımladıklarını ve bu tanıma bağlı olarak kendilerini toplumsal yapıda... more

Bu çalışma, bir Batı Karadeniz beldesinde yaşayan on beş annenin yaşam öykülerinden ve günlük yaşam deneyimi anlatılarından yola çıkarak, annelerin babalığı nasıl tanımladıklarını ve bu tanıma bağlı olarak kendilerini toplumsal yapıda nasıl konumlandırdıklarını belirlemeyi amaçlamaktadır. Annelerin anlatılarında öne çıkan baba imgesi, bu baba imgesinin içerdiği cinsiyetçi yargılar ve bu anlatılarda ve bu anlatılar vasıtasıyla cinsiyetçi yargıların yeniden üretimi araştırmanın temel konusunu oluşturmaktadır. Anlatılarında anneler, babayı güven duyulan ve koruyup kollayan kişi olarak tanımlamışlardır. Baba, kamusal alanla ilişkilendirilmiş, parka gidilen, oyunlar oynanan, eğlenceli vakit geçirilen kişi olarak ifade edilmiştir. Anlatılarda baba, hata yapmayan, hata yapsa bile maruz görülen yüce bir figürdür. Ev ve bakım işlerini kendilerine ait bir egemenlik alanı olarak ifade eden anneler, çocuklarına yakın olan, çocukları ile vakit geçiren ve zaman zaman anneye yardımcı olan “yeni baba” modelini yüceltmiş, aile içi cinsiyetçi roller arasında net bir ayrım yapmışlardır.

Bu yazıda Her insan bir başka insana açık olmayan bir biçimde kendine erişime sahip midir ? Şu anda karnımın acıktığını fark ettim böylece bu durumun farkındalığından kendimin farkındalığına erişebilir miyim ? Gibi sorulara cevap arayacak... more

Bu yazıda Her insan bir başka insana açık olmayan bir biçimde kendine erişime sahip midir ? Şu anda karnımın acıktığını fark ettim böylece bu durumun farkındalığından kendimin farkındalığına erişebilir miyim ? Gibi sorulara cevap arayacak ve verilen cevapların zihin felsefesi açısından ne kadar sorun çözücü olduklarını irdeleyeceğim. Zihin tartışmalarının yüzyılları aşan geçmişinde Descartes, Nagel, Frank Jackson, Dannett, Russell gibi filozoflar tarafından nasıl algılandığını ortaya koyarak yukarıda sözünü ettiğim sorulara cevap arayacağım.

Foucault’nun Collège de France’da verdiği dersleri, Kant’tan çıkan alternatif yol olarak gördüğü ve güncelliğimiz ve kendimiz üzerine eleştirel bir sorgulama olarak tarif ettiği “eleştirel tutum”un, günümüzde nasıl bir biçim... more

Foucault’nun Collège de France’da verdiği dersleri, Kant’tan çıkan alternatif yol olarak gördüğü ve güncelliğimiz ve kendimiz üzerine eleştirel bir sorgulama olarak tarif ettiği “eleştirel tutum”un, günümüzde nasıl bir biçim alabileceğine yönelik oldukça zengin kaynaklar sağlamaktadır. Bu imkânı açığa vurmak üzere, Foucault’nun yönetimsellik çalışması çerçevesinde ortaya koyduğu, fakat geliştirmeye devam etmediği “karşı-tutum” kavramına (1978) ve Antik Yunan’da özel bir role sahip olmuş olan parrhesia pratiğine yönelik tarihsel incelemeleri
bağlamında Kinikler üzerine yürüttüğü analizlerine (1984) odaklanılacaktır. Bu bağlamda, hakikatin dolaysız bir tezahürü olarak kurulan Kinik yaşam biçiminin, “başkalık” yaratmayı hedefleyen karşı-tutumun çok güçlü bir örneğini sunduğu ve böyle olmakla da günümüzde felsefenin farklı bir biçimde düşünme, eyleme ve var olma olanakları yaratmak üzere dünyayı dönüştürme pratiği olarak var olmasını destekleyecek araçlar sağladığı iddia edilecektir. Böyle bir okumanın hem Foucault’nun karşı-tutum kavrayışını zenginleştireceğini, hem de hakikatin bir skandal biçimi alan uygulanması olarak Kinik parrhesia’nın, güncelliğimiz ve kendimizle ilişki kurmanın yeni yollarına ışık tuttuğunu açığa vuracağını düşünmekteyiz.
Abstract: Foucault's lectures at the Collège de France provide very rich resources on how the “critical attitude”, which Foucault sees as an alternative way emerging out of Kant’s philosophy and which he describes as a critical questioning on our actuality and ourselves, can take shape today. To reveal this opportunity, we will first focus on the concept of the “counter-conduct” which Foucault puts forward within the framework of his study on governmentality (1978), but does not continue to develop, and then his analysis on the Cynics (1984), which he deals within the context of his historical studies on the concept of parrhesia, a concept that had a special role in Ancient Greek culture. We will claim that the mode of life peculiar to the Cynics, established as a direct manifestation of truth, provides a very powerful example of the counter-
conduct that aims at creating "otherness," therefore grants tools to support the existence of philosophy today, as a practice of transforming the world and creating possibilities for thinking, acting, and existing differently. We think that such a reading will both enrich Foucault's conception of counter-conduct and reveal that Cynic parrhesia, as a scandalous application of truth, sheds light on new ways of relating to our actuality and also to ourselves.

Özet Bu makale, psikanalizin doğuşunu açıklamak üzere cinsellik ile öznellik arasındaki bağlantının nasıl kurulduğuna odaklanıyor. Psikanalizin esasen bir cinsellik kuramı değil, cinsellik üzerinden geliştirilen bir öznellik kuramı... more

Özet
Bu makale, psikanalizin doğuşunu açıklamak üzere cinsellik ile öznellik arasındaki bağlantının nasıl kurulduğuna odaklanıyor. Psikanalizin esasen bir cinsellik kuramı değil, cinsellik üzerinden geliştirilen bir öznellik kuramı olduğu saptamasından hareket eden makale, bu bağlantıyı mümkün kılan tarihsel ve toplumsal bağlamı ortaya koymayı hedefliyor. Makale, söz konusu bağlamı öncelikle psikanalizin kurucusu Freud’un yaşam öyküsü merkezinde inceliyor. Daha sonra ise Foucault’un Cinselliğin Tarihi eserinde sunduğu “psikanalizin arkeolojisini” temel alarak iki farklı eksene odaklanıyor. Bunlardan ilki cinselliğin aileye bağlanmasını ve ailenin erotikleştirilmesini konu alıyor. İkincisi ise psikanalizin burjuvazinin sınıf bedeninin olumlandığı ve aile dramlarının öne çıkarıldığı bir benlik teknolojisi olarak ortaya çıkışına bakıyor. Makale, bu iki ekseni daha somutlaştırmak ve psikanalizin doğuşunu somut insanlar ve olaylar üzerinden anlatmak üzere E. Roudinesco’nun Freud biyografisinden yararlanıyor. İlk eksende öznellik meselesinin nasıl öne çıktığını vurgulamak üzere, histerinin tedavisinde dikkatin nasıl bedenden söze, ruhsallığa ve öznelliğe kaydığına ışık tutuyor ve psikanalizin kurucu vakası olan Anna O vakasında bu dinamiğin nasıl işlediğini gösteriyor. İkinci eksende, Freud’un çevresinde toplanan ve psikanalizi kuran küçük çevrenin oluşturduğu “geniş aile”nin ilişkilerine odaklanarak psikanalizin “benlik teknolojisi” olarak belirmesini ele alıyor.
Abstract
This article aims to clarify the ways sexuality and subjectivity have been implicated in each other in the emergence of psychoanalysis. It departs from the major argument that psychoanalysis is not a theory of sexuality but a theory of subjectivity in connection with sexuality. Thus, the aim of the article is to draw attention to the social and historical context in which psychoanalysis has been founded by Freud. With this aim, it firstly focuses on some biographical aspects of Freud’s life. Later, it draws on the argument suggested by Foucault in his The History of Sexuality about the “archaeology of psychoanalysis”. There are two different axes of historical explanation which the article takes from Foucault and proceed: the first relates to the ways sexuality has been connected to the family so as to result in the sexualization of family relations. The second is about the emergence of psychoanalysis as a “technology of the self” employed by the bourgeois class by means of caring the sexual and familial relations. The article mostly benefits from E. Roudinesco’s impressive biographical work on Freud to understand the birth of psychoanalysis in more concrete and particular ways, covering aspects of Freud's life and the small circle around him. On the first historical axis, it deals with the role of hysteria, focusing on the case of Anna O. Here the critical moment is the slide towards inner forces and intimacy instead of the body in the treatment of hysteria. On the second historical axis, the paper draws attention to the inter-familial relations and the familial dramas of the closed circle around Freud to understand the birth of psychoanalysis as a technology of the self

İnsan kültürlerinin ve bakış açılarının çeşitliliğini sunan, evvelce marjinalize edilmiş ve ezilmişlerin tarih yazımına yer veren bir eğitim ve ayrıca milliyetçiliği sosyal olarak inşa edilmiş ve hayal edilmiş bir fenomen olarak öğretmek,... more

İnsan kültürlerinin ve bakış açılarının çeşitliliğini sunan, evvelce marjinalize edilmiş ve ezilmişlerin tarih yazımına yer veren bir eğitim ve ayrıca milliyetçiliği sosyal olarak inşa edilmiş ve hayal edilmiş bir fenomen olarak öğretmek, öznelliğin sömürgesizleştirilmesi için bir araç olabilir. Her türlü kültürel kökenden gelen bireyler, herhangi bir ırksal veya etnik soyda doğuştan gelen bir karakter ve özelliğin olmadığını, dolayısıyla kişinin etnik kökeninden kaynaklı bir aşağılık kompleksine sahip olmanın yersiz olduğunu öğrenmelidir.

İzleyici katılımı veya etkileşimi süreçlerinin sanatın farklı dallarında çeşitli uygulamalarla tarihi süreçte ortaya konulduğu bilinir. Sanat tarihinde tiyatro, müzik ve plastik sanatlarda izleyici katılımlı eserlerin üretildiği ve... more

İzleyici katılımı veya etkileşimi süreçlerinin sanatın farklı dallarında çeşitli uygulamalarla tarihi süreçte ortaya konulduğu bilinir. Sanat tarihinde tiyatro, müzik ve plastik sanatlarda izleyici katılımlı eserlerin üretildiği ve çeşitli etkilerin yaratıldığı pek çok eser söz konusudur. Sinemada ise bu olgu 1960’larda gerçekleştirilen bazı denemeler ile başlamış, deneysel bazı filmlerin 1990 sonrasında üretilmesi ile yaygın olmayan bir biçimde devam etmiştir. Son yıllarda ise izleyici etkileşimli filmlerin internette yaygınlaşması bağlamında dikkat çekici bir hal aldığı görülmektedir. Netflix yapımı Black Mirror: BanderSnatch (2018) ise bu bağlamda çarpıcı bir örnektir. Bu çalışmada BanderSnatch’in yarattığı izleyici etkileşimi estetik boyutlarıyla ele alınmış ve filmin varoluşuyla, günümüzde diğer sanatlarda gerçekleştirilen etkileşimli süreçler karşılaştırılmıştır. BanderSnatch’in hem diğer türler hem de sinema filmlerinden farklılıklarına odaklanan çalışmanın temel amacı, sinemada yeni bir teknolojiyi kullanılarak yaratılan izleyici etkileşiminin bir tasarım olarak estetik varoluşunun ortaya konulmasıdır. Bu noktada yönetmenin yarattığı temel yargılara odaklanılmakta ve bu yargıların nasıl biçimleştirildiği üzerine düşünülmektedir. Çalışmanın temel iddiası bu tür filmlerin tasarım olarak özellikle estetik özne adına tasarlanan estetik katılım boyutunda etki ettiği ve diğer güncel sanat örneklerine göre demokratik olma yönünde problemli bir görüntüye sahip olduğudur. Çalışmada incelenecek filmin değerlendirilmesi için tercih edilen yöntem ise ontolojik analizdir. Ontolojik analiz estetik bir varoluşun bir bilgi nesnesi olarak kabul edilmesiyle, eserde tasarlanan kasıtlı imgelerin yalın bir şekilde ortaya konulması ile ilgilidir. Bu sebeple izleyicinin aşkın imgelerine ve alımlama süreçlerine değil yönetmen tarafından oluşturulan verili içeriğe dikkat edilmektedir.

Her türlü bilgi ve algı borbardımanına maruz kaldığımız, artık dijital bir çağa doğru evrilen bu yüzyılda da insanlığa dair sorunlarımızın devam etmesi, cevapların ya hiç aranmıyor olması ya da yanlış yöntemlerle aranıyor olmasından değil... more

Her türlü bilgi ve algı borbardımanına maruz kaldığımız, artık dijital bir çağa doğru evrilen bu yüzyılda da insanlığa dair sorunlarımızın devam etmesi, cevapların ya hiç aranmıyor olması ya da yanlış yöntemlerle aranıyor olmasından değil midir? Nesnelliğin hakimiyetine karşılık öznelliğin gittikçe etkisiz kalması, hatta her şeyi dijitale dönüştürme çabalarına insanın da dahil edilmesi sonucu tamamen yok olması tehlikesi, gelinen son nokta olarak önümüzde durmaktadır. Bütün bu gelişmelere karşı içselliği merkeze alan öznelliğimizi harekete geçirmedikçe, ne içsel, ne de dışsal sorunlarımıza gerçekçi çözümler üretmekten aciz kalacağımız da ortadadır.
Varoluşa ve öznelliğe yaptığı vurgularıyla dikkati çeken Søren Aabye Kierkegaard, nesnelliği merkeze alan felsefenin ve kendinden sonra gelen yüzyılda daha da etkili olacak modern dönemin tehlikelerine işaret etmişti. Bugün, yine nesnel sloganlar içinde öznelliğin can çekiştiği, kişilerin varoluşlarının ve kişiliklerinin yok sayıldığı, hakîkat olarak ideolojilerin dayatıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Bu sebeple onun kendi çağı için belirlediği sorunlar ve bunlara karşılık geliştirdiği önerileri incelenmeye değerdir.
Kierkegaard, kendi döneminde ve ölümünden sonra uzunca bir süre keşfedilememiş, fakat eserlerinin basılıp yaygınlaşmasıyla pek çok filozof, düşünür, din adamı, psikolog ve edebiyatçıyı etkilemiştir. Onun bütün bu alanlara yayılabilen etkisini yazarlık yeteneğine olduğu kadar, özgün düşüncelerine ve eserlerindeki derin tahlillerine bağlamak yanlış olmayacaktır. Zamanında hâkim bir görüş olan Hegel felsefesini, yine Almanya’da beliren romantik akımı ve devlet kilisesinin Hristiyanlık anlayışını yererek, böylece felsefe, din ve sosyal kültürdeki yerleşik anlayışlara karşı çıkan radikal bir felsefe geliştirmiştir.
O, felsefesinin biçim ve içeriğinde olduğu gibi, hayatı ile de sıradışı bir görüntü sergiler. Hayatının konu edilmesi, kişisel özelliklerini tanımaya imkan sağlarken, felsefesine dair ipuçlarını elde etmeyi de kolaylaştıracaktır. Bu amaçla üç bölümden oluşan kitabımızın ilk bölümü filozofun hayatına, ikinci bölümü felsefesinin biçim ve içeriğinin incelenmesine, üçüncü bölümü günlüklerinden ve eserlerinden alıntılarla kişiliği, düşünce ve felsefesinin ortaya konmasına ayrılmıştır.

ÖZET‘Fotoğrafta Toplumsal Belgeselden Kişisel Belgesele Geçiş Süreci Ve Kişisel Belgeciler’adlı bu çalıĢma ile; fotoğrafın icadından, günümüze kadar, odak noktasına insanı yerleĢtirenbir yaklaĢımla gerçekleĢtirilen belgesel fotoğrafın... more

ÖZET‘Fotoğrafta Toplumsal Belgeselden Kişisel Belgesele Geçiş Süreci Ve Kişisel Belgeciler’adlı bu çalıĢma ile; fotoğrafın icadından, günümüze kadar, odak noktasına insanı yerleĢtirenbir yaklaĢımla gerçekleĢtirilen belgesel fotoğrafın geçirdiği dönüĢüm; sanat tarihi, felsefe,psikoloji, fotoğraf tarihi ve sosyal bilimsel verilerden yararlanılarak, bu sürecinyorumlanması ve belirli tespitlerde bulunulması amaçlanmıĢtır.ÇalıĢmanın ilk bölümünde, fotoğrafın icadına zemin hazırlayan Sanayi Devrimi’nin önemive bu hareketin beraberinde getirdiği modernleĢme sürecinin, ekonomik ve politiketkilerinin toplumsal yapıda yarattığı değiĢimle birlikte toplumsal belgesel fotoğrafın ortayaçıkıĢı, amacı ve sağladığı insani yararlara değinilmiĢtir.KiĢisel belgesel fotoğrafın konu edildiği ikinci bölümde, moderniteden, postmoderniteyegeçiĢin nedenleri ortaya konularak, 20. yüzyılın postmodernist tavrının sanatsal faaliyetlereyansıması ve öznellik kuramları açısından, sanatçının yaratım sürecinde öz kim...

Felsefe ve sosyoloji için anahtar kavramlardan birisi olan “özne” pek çok düşünür ve araştırmacı tarafından farklı perspektiflerde ele alınmıştır. Örneğin geleneksel felsefede öznenin varoluşunun aşkın bir tarzda olduğu düşünülmüştür.... more

Felsefe ve sosyoloji için anahtar kavramlardan birisi olan “özne” pek çok düşünür ve araştırmacı tarafından farklı perspektiflerde ele alınmıştır. Örneğin geleneksel felsefede öznenin varoluşunun aşkın bir tarzda olduğu düşünülmüştür. Descartes ve Kant gibi düşünürler özneyi bu aşkın varoluştan farklı düşünerek özgür bir varoluşa ve bilince sahip birer varlık olarak görmeye başlamış ve böylelikle özne kavramı için modern felsefede yeni tartışmalar başlamıştır. Özne kavramı felsefe alanında ele alındığı gibi sosyolojik bağlamda da pek çok başka kavramla toplumsal olgu ve olayları açıklamak için bir arada kullanılmıştır.
Son dönem için başat düşünüşlerden birisi olan çağdaş yapısalcılık içinde özne kavramı son derece önemlidir. Bu bağlamda yapısalcıların yorumları bağlamında 'özne' kavramı paradoksal ve çelişkili bir öneme sahiptir. Konu, failliği ve eylemi ima ederken aynı zamanda boyun eğmeyi de içermektedir. Terim genellikle 'kişi' veya 'aktör' ile eş anlamlı olarak kullanılsa da 'özne' hem failliği hem de tabiiyeti anlatır (Abercrombie & Hill vd., 1994. 384). Sadece yapısalcıların değil pek çok düşünürün ortaya koyduğu haliyle özne kavramı; insanların, toplumsal ilişkilerin tek başlarına yaratıcıları oldukları fikrini reddeder. Buna göre, özneler toplumsal ilişkilerin sadece taşıyıcıları konumunda yer alırlar (Marshall, 1999).
Özne felsefesi adına önemli isimlerden olan Foucault’a göre özne ile iktidar arasında bir tabiyet ilişkisi vardır. Fakat özne asla iktidar tarafından tamamen nesneleştirilmez diğer bir ifade ile özne iktidarın veya gücün içinde yok olmaz ve bu ilişki öznelliklerin ortaya çıkması adına bir itici güç oluşturma potansiyeli taşır. Bu çalışmada 20. yüzyılın önemli araştırmacı ve düşünürlerinden olan Foucault’un özne kavramına bakışı ve özneleştirme ile öznellik kavramını ele alışının özgün yönleri ortaya konulacaktır. Çalışmada ayrıca bahsi geçen kavramların Céline Sciamma‘nın “Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi” (2019) isimli filminde nasıl sinematik olarak ifade edildiği araştırılmıştır. Film tarihsel süreçte disipline edici iktidar pratikleri ile özneleştirilen kadınların 19. Yüzyıl Avrupa’sındaki görüntüsünü izleyiciye sunar. Sınıfsal olarak farklı olan 4 kadının yaşadığı farklı özneleştirme pratikleri ve yarattıkları özerk alanları imgeleştiren film çalışmada Foucault perspektifinden incelenmektedir.

İnsan; duyu, duygu ve aklını kullanabilme yetisine sahiptir. Duyu, duygu ve eylemlerin faili “ben”dir. “Ben”in kendine dair bir bilince ulaşmasıyla insani edinimler gerçekleşebilir. Kendi öznelliğinin peşinde koşan sanatçı da sanatı... more

İnsan; duyu, duygu ve aklını kullanabilme yetisine sahiptir. Duyu, duygu ve eylemlerin faili “ben”dir. “Ben”in kendine dair bir bilince ulaşmasıyla insani edinimler gerçekleşebilir. Kendi öznelliğinin peşinde koşan sanatçı da sanatı vasıtasıyla “ben”in hakikatleri üzerinden ihtiyaçlarını görünür kılar. Sanat eseri nesnel özelliklerin yanı sıra sanatçının ruhsal süreç ve etkinliklerinin sonucunda şekillenir. Dış dünyada gerçekleşen travmatik olaylar iç dünyayı etkilemekte, sanatçının bu içsel durum ve hayal gücüyle beslediği yaratıcılığı iç dünyasını yansıtmaktadır. Bu çalışmada, feminist sanatçı Hannah Wilke ve Jo Spence’e kanser teşhisi konulmasıyla hastalık süreçlerini ve bedenleri üzerindeki değişimleri görünür kıldıkları sanatsal üretimleri ele alınmıştır. Kadın bedeni üzerinde hâkim olan “güzellik” yargılarını, hastalıkla deforme olmuş çıplak bedenleri üzerinden yeniden kurgulamış ve bu üretim süreçlerini kendileri adına bir terapi aracına dönüştürme çabaları irdelenmiştir.

Ekim devriminin yüzüncü yılını arkamızda bırakırken hem siyasal ve sosyolojik hem de kuramsal ve epistemolojik bir sıkışmanın eşiğindeyiz. Egemen güçlerin taraf olduğu dolaylı savaşlarla sürdürülen krizler ve muazzam nüfus hare-... more

Ekim devriminin yüzüncü yılını arkamızda bırakırken hem siyasal ve sosyolojik hem de kuramsal ve epistemolojik bir sıkışmanın eşiğindeyiz. Egemen güçlerin taraf olduğu dolaylı savaşlarla sürdürülen krizler ve muazzam nüfus hare- ketleriyle birlikte birçok ulus-devletin sınırları aşınmakta, birçok sınır ihlal edilmektedir. Buna karşın yükselmekte olan sağ popülizm ise ulusal sınırların fiziksel sınırlara dönüşmesine, yeni toplumsal yarılmalara ve kültürel bir karşı-devrime işaret ediyor (Inglehart, 2008; Inglehart ve Norris, 2016). Ancak günümüz ulus aşırı (transnational) toplumsallığı birçok açı- dan yenidir ve bu yeni duruma karşılık gelecek kavram repertuvarı oluşturmak, sosyal bilimler açısından olay ve olguları anlamamız için çözülmesi gereken birincil problemdir. Geçen yüzyıldan kalan kavramlarla günümüzü anlamaya çalışmak, o yüzyılda yaşanan olayların neden olduğu entelektüel birikimi evrenselleştirmek demektir. Zira yirminci yüzyılın ilk yarısın- daki paylaşım savaşlarıyla şekillenen modern toplum, siyasal veya coğrafi değişikliklerin yanında in- sana dair bilgilerimizde de değişliklere neden olmuştur.

Özet Bu çalışmanın amacı, Teresa De Lauretis'in düşüncesinde queer teorinin kuruluşu bağlamında deneyim ve öznellik meselesini açığa çıkarmaktır. Lauretis'e göre, queer olmak, heteronormatif düzeni, özdeşliği ve kimliği bozmaktır. Var... more

Özet Bu çalışmanın amacı, Teresa De Lauretis'in düşüncesinde queer teorinin kuruluşu bağlamında deneyim ve öznellik meselesini açığa çıkarmaktır. Lauretis'e göre, queer olmak, heteronormatif düzeni, özdeşliği ve kimliği bozmaktır. Var olan normun sınırlarında, kurumların çatlaklarında inşa edilen bir süreçtir. Lauretis'in nasıl queer düşüncenin temellerini kurduğunu açığa çıkarmayı deneyen bu çalışma, öncelikle Lauretis'in cinsel fark düşüncesine yönelik eleştirisine değinir. Lauretis'in düşüncesinin bu eleştiri üzerinden kurulduğuna dikkat çeker. Ardından Lauretis'te queer teorinin temel iki unsuru olarak eksantrik özne ve deneyim meselesine değinir. Kelime anlamı acayip, tuhaf olan eksantrik kavramı dolayımıyla Lauretis bir yandan geleneksel özne anlayışını alt üst eden yeni bir öznellik fikrini kurarken diğer yandan cinsiyetin performatif niteliğine dikkat çeker. Bu nedenle bu çalışma, geleneksel özne kavrayışını alt üst eden, yani queer hale gelen eksantrik özneyi deneyim bağlamında ele alır. Sonuçta, Lauretis'in verili öznellik kipleri karşısında tuhaf kalma olarak "eksantrik" kavramını deneyim nosyonuyla birlikte düşünmesi sayesinde queer siyaseti kuramsallaştırma olanağı yakaladığını gösterir.