Varoluşçuluk Research Papers - Academia.edu (original) (raw)

Öznenin olduğu yerde öznellik vardır. Özne olabilmenin koşulu ise muhatap bir nesnenin olmasıdır. Varlığın ve varoluşun anlamına karşılık düşen söz konusu bu iki boyutun mahiyet ve ağırlığı üzerindeki tartışmaların düşünce tarihinin... more

Öznenin olduğu yerde öznellik vardır. Özne olabilmenin koşulu ise muhatap
bir nesnenin olmasıdır. Varlığın ve varoluşun anlamına karşılık düşen söz konusu bu iki
boyutun mahiyet ve ağırlığı üzerindeki tartışmaların düşünce tarihinin seyrini
oluşturduğu söylenebilir. Söz konusu düalitede bilen özne (cogito) yi temel alarak felsefi
kurgusunu inşa eden akımlardan biri de varoluşçuluktur. Bu çalışmamızda özne-nesne
dengesi bakımından varoluşçuluk açıklamasını J. P. Sartre üzerinden çözümlemeye
çalışacağız.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın geride bıraktığı eserlerin dikkat çeken özelliklerinden biri de güçlü edebî kimliklerinin yanı sıra aynı zamanda derinlikli birer felsefi arka plana sahip olmalarıdır. Entelektüel çabasının bir ürünü olarak... more

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın geride bıraktığı eserlerin dikkat çeken özelliklerinden biri de güçlü edebî kimliklerinin yanı sıra aynı zamanda derinlikli birer felsefi arka plana sahip olmalarıdır. Entelektüel çabasının bir ürünü olarak yöneldiği kimi felsefi kaynakları sadece okuyup özümsemiş olmakla kalmayıp buralardan edindiği birikimi eserlerine de ustalıkla işlemiş olması onun külliyatını ayrıcalıklı kılan hususiyetlerden biridir. Diğer romanlarına nazaran gölgede kalmış olan Sahnenin Dışındakiler adlı eseri bu bakımdan önemli bir konuma sahiptir. Şu ana dek bu kitap üzerinde yapılan çalışmalar tarihsel-toplumsal yahut biçimsel değerlendirmelerle sınırlı kalmış, felsefe ve düşünce tarihi odaklı analizler geri plana itilmiştir. Bu çalışmada, söz konusu eserin Jean-Paul Sartre ve Albert Camus’nün düşünceleri odağında varoluşçu felsefeyle olan ilişkisi üzerinde durulacaktır. Bu bağlamda öncelikle romandaki varoluşçu izlekler (varoluş ve öz, bulantı, başkası, intihar vb.) ve bu felsefeye yapılan göndermeler tespit edilip açıklanmaya çalışılacak, ardından söz konusu ilişkiselliğin edebiyatta modernleşme süreci bağlamında nasıl bir konuma sahip olduğu değerlendirilecektir.
Anahtar Kelimeler
Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, Varoluşçuluk, Jean-Paul Sartre, Albert Camus

Bu çalışmada, Counts’un sosyal yapılandırmacı eğitim anlayışı çerçevesinde toplum, eğitim ve kültür ilişkisine yönelik düşünceleri incelenmiştir. Counts, yaşadığı dönemde toplumsal değişimlerin hızlı bir şekilde gerçekleştiğini ve bu... more

Bu çalışmada, Counts’un sosyal yapılandırmacı eğitim anlayışı çerçevesinde toplum, eğitim ve kültür ilişkisine yönelik düşünceleri incelenmiştir. Counts, yaşadığı dönemde toplumsal değişimlerin hızlı bir şekilde gerçekleştiğini ve bu değişimle birlikte toplumsal düzen sağlamanın önemli bir görev olduğunu düşünmektedir. Özellikle bilim, teknoloji ve endüstri alanlarındaki değişimlerle birlikte bireyselliğin geride kaldığı ve halkın genelinin çıkarını gözeten bir özgürlük anlayışının hâkim olduğu bir düzen oluşmalıdır. Arzu edilen hâkimiyet için de demokrasi sağlam bir ekonomik temele dayandırılmalıdır. Böylesi bir temellendirmeyle toplum, ekonomik olarak rahat bir yaşam sürecek ve daha sonra medeniyetin ilerlemesi için çalışmaya başlayacaktır. Counts'un talep ettiği sosyal ve ekonomik dönüşüm, teknolojiyi kontrol etmeye ve tüm ulusal kaynakların halkın kontrolü altında olduğu bir kolektivist demokrasi biçimini ilerletmeye dayanmaktadır. Sivil hak ve özgürlükleri korumaya ilişkin demokratik mirasla birleşen bu unsurlar hayatı, özgürlüğü ve mutluluk arayışını sağlamak için adalete, insani değere ve güzelliğe dayalı daha iyi bir medeniyetin anayasal garantileridir. Dolayısıyla Amerikan toplumunu, demokrasinin ayakta kalması için çaresizce değişime ihtiyaç duyan bir topluluk olarak görmektedir. Counts’a göre, arzu edilen değişimi gerçekleştirecek güç öncelikle insanlarda ve daha sonra toplumu oluşturan, toplumsal düzeni sağlama görevi yüklenen farklı alanlardaki kurumlarda olmalıdır. Eğitim, bu kurumlar içerisinde önemli bir yere sahiptir ve sosyal düzene giden yolu açabilecek bir güce sahiptir. Bu bağlamda eğitim, toplumsal olaylarla doğrudan ve uyumlu bir şekilde karşı karşıya gelmeli, tüm katı gerçekliği içinde yaşamla yüzleşmeli, toplulukla doğal bir ilişki kurmalı, gerçekçi ve kapsamlı bir refah teorisi geliştirmelidir. Ayrıca hayatın kendisi olan eğitim, yeni nesillerin, çağlarına uygun olarak düzenlenen demokratik duyguları ve kültürel değerleri benimsemelerine yardımcı olmalıdır.

Varoluşçuluk, insan varlığının, varoluşunun özden önce geldiğini, insanın tutum ve davranışlarıyla kendini sonradan yarattığını ya da biçimlendirdiğini savunan felsefi akımdır. İnsanın yaradılışını anlamlandırma çabasında olan... more

Varoluşçuluk, insan varlığının, varoluşunun özden önce geldiğini, insanın tutum ve davranışlarıyla kendini sonradan yarattığını ya da biçimlendirdiğini savunan felsefi akımdır. İnsanın yaradılışını anlamlandırma çabasında olan varoluşçuluk insan ne ise o değil, ne olmuşsa odur yaklaşımını benimseyen öğreti biçimidir. İnsanın kendi varlığını anlamlandırma ve değerlerini oluşturma yeteneğine sahip olduğunu savunan akım yansımalarını edebiyat, resim, tiyatro ve sinema gibi sanatsal alanlarda da bulmuştur. Varoluşçuluk, özgürlük, sevgi, inanma, adalet, bulantı, kaygı, saçma, hiçlik, sıkıntı, umutsuzluk, bırakılmışlık ve yabancılaşma gibi kavramları ele alarak insanın tüm bu olumsuzluklara rağmen ayakta kalması gerektiğini savunur. Edebiyatta Kafka, Camus, Sarte gibi örnekleri olan varoluşçu akım dünya sinemasında Tarkovski, Antonioni ve Bergman anlatılarında ifade bulur. Yönetmenler modern insanın yaşadığı ve tanıklık ettiği ilişkileri, değerleri, yaşadığı trajedileri, filmlerinde yalnızlaşan ve yabancılaşan birey üzerinden anlatmışlardır. Karamsar bir atmosferde geçen hikayelerde yolculuk, aşk, iletişimsizlik ve bireysel yalnızlıklar anlatılır. Varoluşçuluk Türk sinemasında ilk olarak Ömer Kavur‟un Gece Yolculuğu‟nda ortaya çıkar. Yeni Türk sinemasında ise Demirkubuz, Zaim, Ceylan ve Kaplanoğlu filmlerinde belirtilerini bulan varoluşçu temalar bu çalışmanın ana konusunu oluşturmaktadır.

ali shariati and Islam as an ideology

19. yüzyılın sonlarında geleneksel felsefeye bir tepki mahiyetinde ortaya çıkan özellikle de II. Dünya Savaşı sonrası dünya üzerinde yaşanan politik, ekonomik ve kültürel değişmelerin birey üzerindeki tesirini yansıtan varoluşçuluk,... more

19. yüzyılın sonlarında geleneksel felsefeye bir tepki mahiyetinde ortaya çıkan
özellikle de II. Dünya Savaşı sonrası dünya üzerinde yaşanan politik, ekonomik ve
kültürel değişmelerin birey üzerindeki tesirini yansıtan varoluşçuluk, modern dönemin
en etkili felsefe akımıdır. Kökleri İlk Çağ’a kadar dayandırılabilecek olan bu akım, 20.
yüzyıl insanının problemlerini esas alır; bireyin varoluş amacını araştırır. Edebiyat ise
çoğu zaman toplumsal gelişimlere ve değişimlere paralel bir düzlemde ilerler. Bu
açıdan bilhassa 1950’lerden sonra meydana getirilmiş edebî eserlerde varoluşçuluk,
kurmaca metinlerdeki kahramanların varoluş sancısı çerçevesinde kendisine yer bulur.
Varoluşçuluğun bu etkisi herhangi bir akımın savunucusu olmayan, ancak 1970’lerden
sonra okuyucusu ile buluşan Selçuk Baran’ın eserlerinde de kendisini gösterir.
Selçuk Baran içinde bulunduğu dönemin koşulları ve şahsî yaşamının getirmiş
olduğu birtakım olumsuzlukların etkisiyle varoluşçu felsefenin başat özelliklerini
kahramanlarına yansıtmış bir yazardır. Baran’ın çalışmamıza konu edilen
öykülerindeki karakterler, “bunalım”, “ölüm”, “yalnızlık”, “özgürlük” ve “cinsellik”
başlıkları altında incelemeye tabi tutulmuştur. Çalışmamızda varoluşçuluğun en
mühim filozofları arasında anılabilecek Kierkegaard, Sartre, Heidegger, Jaspers gibi
birçok ismin görüşleri ışığında öykülerdeki karakterlerin varoluşsal çıkmazları ortaya
konulmaya çalışılmıştır.

Varoluşçuluk, ileri seviyede düşünebilme yetisine sahip olan insanın kendi kendini oluşturma duyarlılığıdır. Her düşünce sisteminde olduğu gibi varoluşçuluğun temelinde de kitlesel yaşanmışlık söz konusudur. Yirminci yüzyılın savaşlarla... more

Varoluşçuluk, ileri seviyede düşünebilme yetisine sahip olan insanın kendi kendini oluşturma duyarlılığıdır. Her düşünce sisteminde olduğu gibi varoluşçuluğun temelinde de kitlesel yaşanmışlık söz konusudur. Yirminci yüzyılın savaşlarla geçen ilk yarısının kaotik yapısı, bireyleri toplumun genelinden farklı düşünebilen birey inşalarına itmiştir. Savaş dönemlerinde yaşanan büyük bunalımlar ve ekonomik krizler gelecek kaygılarına neden olmuştur. Bu durum gündelik yaşamı etkilediği gibi başta felsefe, edebiyat ve sinema olmak üzere sanatta da karşılığını bulmuştur. Varoluşun genel kabullerden ve toplumsal geleneklerden kopuş olduğu düşünülürse varoluşçu sinemanın yaşanmışlıkları temel aldığı ve ana akım sinemadan uzak bir yapıda olduğunu söylenebilir. Türk Sineması'nın son yıllardaki auteur yönetmenlerinden Zeki Demirkubuz gençlik yıllarında yaşamış olduğu tecrübeleri sanatına aktaran isimlerden biridir. Sinemasının temelinde toplumsal değer ve kabullerden kopmuş bireylerin özlerini arama çabası bulunur. Çalışma kapsamında Demirkubuz'un 'Karanlık Üzerine Öyküler' üçlemesini oluşturan Yazgı, İtiraf ve Bekleme Odası filmleri söylem çözümlemesi yöntemiyle incelenecektir. Analiz kapsamında varoluşçu düşünce ile yönetmenin sinemasının kesiştiği noktalar değerlendirilecektir.

Muasır Arayışlar/Varoluş Felsefeler'i

Psikodrama, J. L. Moreno'nun temellerini attığı, yaygın olarak kullanılan felsefe, kuram ve teknikler bütünüdür. Moreno, felsefesi ve pratiğini varoluşçu düşünceden, teolojiden ve Tanrı-insan ilişkisine dair metinlerden beslenerek, manevi... more

Psikodrama, J. L. Moreno'nun temellerini attığı, yaygın olarak kullanılan felsefe, kuram ve teknikler bütünüdür. Moreno, felsefesi ve pratiğini varoluşçu düşünceden, teolojiden ve Tanrı-insan ilişkisine dair metinlerden beslenerek, manevi bir zeminde inşa etmiştir. Bu makale, bir grup psikoterapi yöntemi olan psikodramanın tanımını, temel süreç ve tekniklerini özetlemeyi, Moreno felsefesi ile maneviyat arasındaki ilişkiyi farklı düzlemlerde açığa çıkartmayı ve bu bağlamda manevi oryantasyonlu çağdaş psikodrama yaklaşımları olarak 'Jungiyen Psikodrama', 'Ruhsal Drama' ve 'Terapötik Spiral Model'i incelemeyi amaçlamaktadır. Anahtar Kelimeler: Maneviyat, psikodrama, Moreno felsefesi, manevi oryantasyonlu psikodrama yaklaşımları Abstract Psychodrama is a set of widely used philosophy, theories and techniques in which J. L. Moreno laid the foundations. Moreno built his philosophy and practice on spiritual ground, from existential thought, theology and texts about the relationship between God and man. This article aims to summarize the definition, basic process and techniques of psychodrama which is a group of psychotherapy methods, to reveal the relationship between Moreno philosophy and spirituality in different aspects and in this context, to examine 'Jungian Psychodrama', 'Souldrama' and 'Therapeutic Spiral Model' as contemporary spiritual oriented psychodrama approaches.

Varoluşçuluğun ortak özelliklerini ve genel niteliklerini ortaya koyan önemli bir çalışma.

~Varoluşçuluk, insan özgürlüğü, ölüm ve kaygı gibi modern varoluşçu felsefelerde yer alan bazı iyi bilinen ortak temaları vurgulayan bir felsefe olarak geniş anlamda anlaşılırsa eğer, bu, Sokrates’den Kant’a kadar birçok filozofun... more

~Varoluşçuluk, insan özgürlüğü, ölüm ve kaygı gibi modern varoluşçu felsefelerde yer alan bazı iyi bilinen ortak temaları vurgulayan bir felsefe olarak geniş anlamda anlaşılırsa eğer, bu, Sokrates’den Kant’a kadar birçok filozofun varoluşçu olduğu görüşü için güçlü bir haklı çıkarım olacaktır. Fakat, ‘varoluşçu’
terimi, yalnızca bazı ortak temalara işaret etmez. Varoluşçuluk, aynı zamanda bu temaların bazı ortak varoluşçu ilkeler açısından işlenmesini de gerektirir.
~If existentialism be understood in a very broad sense as a philosophy which
emphasizes some of such well-known common themes as human freedom,
death and anxiety taken place in modern existentialist philosophies, then there
will be strong justification for the view that many philosophers from Socrates to
Kant are existentalists. But the term “existentialist” does not connote only some
common themes. It also needs that those themes should have been considered
in terms of some common existentialist principles. For that reason, this paper
primarily tries to establish these common principles or properties held by modern existentialist philosophers like Kierkegaard, Jaspers, Marcel, Merlau
Ponty, Sartre and Heidegger.

On dokuzuncu yüzyılın sonlarında başlamış fakat özellikle yirminci yüzyılın ortalarına doğru dünyada ve Türkiye'de belli bir kitleye ulaşan varoluşçuluk akımı, temelinde insana onun neden var olduğuna dair sorular sordurtarak onu... more

On dokuzuncu yüzyılın sonlarında başlamış fakat özellikle yirminci yüzyılın ortalarına doğru dünyada ve Türkiye'de belli bir kitleye ulaşan varoluşçuluk akımı, temelinde insana onun neden var olduğuna dair sorular sordurtarak onu düşünmeye iter ve özgür iradesiyle yaptığı eylemlerin bilincine varmasına yardım etmek amacıyla hareket eder. Bu akımın başlangıç aşamasında sadece küçük bir kitlenin haberdar oluşu, çeşitli varoluşçu yazarların edebi eserler vermeye başlaması ile kırılır ve akım daha geniş kitlelere yayılır. Bununla birlikte çeşitli çeviriler ile birlikte Türkiye'de de yankı uyandıran varoluşçuluk, birçok Türk yazarı derinden etkilemiştir. Bu yazarlar artık eserlerinde bireyi ve onun toplum içinde barınamayışını, sıkıntılarını, bunalımlarını ve yalnızlıklarını işlemeye başlamıştır. Hızla yayılan bu düşünce biçimi Türk Edebiyatı'nda bir kırılma noktası sayılabilir. Hasan Ali Toptaş'ın Gölgesizler (2016) romanı ise, varoluşunu sorgulayan birtakım karakterlerden oluşmaktadır. Fakat bu romanda asıl dikkate değer şeylerden biri karakterlerin alışılagelmişin dışında, yani diğer romanlarda olduğu gibi gelişmiş şehirlerde değil de şehre

Modern hayatın en etkili ve en önemli felsefî akımlarından biri olan varoluşçuluk, bireyin varoluşunu somut önermeler çerçevesinde irdeler. Akım, Fransa başta olmak üzere pek çok ülkede popülerlik elde eder; bu popülarite kurmaca... more

Modern hayatın en etkili ve en önemli felsefî akımlarından biri
olan varoluşçuluk, bireyin varoluşunu somut önermeler çerçevesinde
irdeler. Akım, Fransa başta olmak üzere pek çok ülkede popülerlik
elde eder; bu popülarite kurmaca metinlere de yansır. Metinlerin
toplumsal değişim ve gelişimlere paralel bir düzlemde seyretmesi
yaşanan hayatın yansımalarını izleyebilmek açısından önemlidir. Bu
bağlamda varoluşçuluğun Türkiye’de tanınmaya başlamasıyla birlikte
edebî metinlerde de varoluşçu felsefenin etkisini görmek mümkündür.
Varoluşçuluğun etkisi, herhangi bir akıma dâhil olmayan/bağımsız
yazarımız Erhan Bener’in eserlerinde de kendisini gösterir. Bu
çalışmada Bener’in bahsedilen anlayış doğrultusunda kaleme aldığı
Baharla Gelen romanının başkarakteri Reha’nın ontolojik
sorgulamaları, arayışları, yalnızlığı, bunalımı etrafında bir inceleme
gerçekleştirilecek; yanı sıra varoluşçuluğun öncü ismi J. P. Sartre’ın
“öteki” kavramına ilişkin tespitleri doğrultusunda Reha’nın
çevresindeki bireyler ile kurduğu ilişki irdelenmeye çalışılacaktır.

Tekniğe İlişkin Bir Soruşturma

İki büyük dünya savaşı ve endüstri devriminin hemen sonrasında yaşanan sosyal, politik ve ekonomik değişimin etkileri insan yaşamının her alanında doğrudan duyumsanmıştır. Böylesi boğucu bir ortamda, kendini dünyaya atılmış gibi... more

İki büyük dünya savaşı ve endüstri devriminin hemen sonrasında yaşanan sosyal, politik ve ekonomik değişimin etkileri insan yaşamının her alanında doğrudan duyumsanmıştır. Böylesi boğucu bir ortamda, kendini dünyaya atılmış gibi duyumsayan insan, tüm umutlarını yitinniş, yaşamdan hiçbir şey beklemez hale gelmiştir. Yaşam da ölüm de boş ve anlamsızdır. Ne yaşamı ne de ölümü kendi elindedir. Varlık sorunsalıyla kuşatılmış ve onun üstesinden gelmeye çalışan birey, büyük bir boşluk içinde bulur kendini. Varlığın anlamının arayışında önce kendini, sonra da varlığın özden önce biçimlendiğini keşfeder yani önce var olduğunu ardından kendi özünü yarattığını bulgular. Başka bir deyişle, kendini nasıl tanımlarsa öyle olur. Kendi özünü oluştunnaya çabalarken kendisini yeniden anlar, ayırdına varır, diğerlerini ve yaşamı tanır. Bu oluşumda hem seçer hem seçilir. Aynı çağda ve ortamda beliren Varoluşçuluk ve Uyumsuz Tiyatro arasında benzerliklerin olduğu açıktır. Bu düşünceden hareketle, bu çalışmada, Uyumsuz Tiaytonun iki başat yazarı ve oyunu incelenmiştir. lonesco'nun La Leçon (Ders) ve Tardieu'nün La Polltesse lnutile (Gereksiz Terbiye) isimli oyunları Varoluşçuluğun temel ilkeleri yönünden ele alınmıştır.

تناولت هذه الدراسة مسألة المرأة المأزومة وجوديا في روايات نوال السعداوي. وقد انطلقت الدراسة من ثلاثة تساؤلات هي: ما هي الوجودية؟ وما صلة الوجودية بقضايا المرأة؟ وما هي النماذج التي قدمتها نوال السعداوي في رواياتها للنساء المأزمومات... more

تناولت هذه الدراسة مسألة المرأة المأزومة وجوديا في روايات نوال السعداوي. وقد انطلقت الدراسة من ثلاثة تساؤلات هي: ما هي الوجودية؟ وما صلة الوجودية بقضايا المرأة؟ وما هي النماذج التي قدمتها نوال السعداوي في رواياتها للنساء المأزمومات وجوديا. وللإجابة على هذه التساؤلات اعتمدت الورقة البحثية منهج النقد الثقافي، وقسمت الدراسة إلى مبحثين رئيسيين: الأول الوجودية ويقدم تعريفا عامّا بالوجودية وأبرز أعلامها ومفاهيمها ويناقش أيضا صلة الوجودية بقضايا المرأة. والثاني: الشخصيات المأزومة وجوديا في روايات نوال السعداوي، ويتضمن دراسة شخصيتين في عملين روائيين. وقد خلصت الدراسة إلى أن الوجودية فلسفة تتلخص بأن وجود الإنسان سابق لماهيته، وأن هذه الفلسفة ذات ارتباط وثيق بقضايا المرأة؛ كونها تعاني من أزمة وجودية سببها أن حياتها بكل تفصيلاتها ليست من صنعها بل من صنع الرجل. وقد تناولت نوال السعداوي هذه المسألة في روايتين: "امرأتان في امرأة" وقدمت فيها نموذجا إيجابيا للمرأة التي تتخلص من أزمتها الوجودية، ورواية "الغائب" ومثلت نموذجا للمرأة التي تفشل في الانفصال عن القوالب النمطية وتؤثر البقاء فيها.

Nesir, drama ve senaryo yazarı olarak tanınan Lyudmila Stefanovna Petruşevskaya (d.1938, Moskova), çağdaş Rus edebiyatının yaşlı kuşak temsilcilerindendir. Yazın sanatındaki ustalığından dolayı 1991 yılından beri birçok devlet, vakıf ve... more

Nesir, drama ve senaryo yazarı olarak tanınan Lyudmila Stefanovna Petruşevskaya (d.1938, Moskova), çağdaş Rus edebiyatının yaşlı kuşak temsilcilerindendir. Yazın sanatındaki ustalığından dolayı 1991 yılından beri birçok devlet, vakıf ve dergi ödülüne lâyık görülen ve eserleri yirmiden fazla dile çevrilen Lyudmila Petruşevskaya, 21. yüzyılın postmodern edebiyatında hem modernizmin ilkelerini hem de natüralizmin geleneklerini birleştirerek yeni ve özgün bir sanat anlayışı geliştirmiştir. Klasik Dönem Rus Edebiyatı’nın etkisinden kopmayan Petruşevskaya’nın eserlerinde Nikolay Gogol, Lev Tolstoy, Anton Çehov gibi yazarların yanı sıra yoğun olarak F. M. Dostoyevski’nin (1821-1881) yazın sanatının etkisi hissedilir. Bu çalışmada, Petruşevskaya’nın yazın sanatında görülen Dostoyevski etkileri ile iki yüzyıl arayla yazılmış eserler arasındaki benzerliklerin ve metinlerarası ilişkilerin belirlenmesi amaçlanmıştır. Bu doğrultuda her iki yazarın bütün eserleri, içerik ve üslup bakımından alımlama estetiği ve karşılaştırmalı analiz yöntemleriyle incelenmiştir. Sonuç olarak yapılan incelemede, Petruşevskaya’nın bazı eserlerinde birçok farklı Dostoyevski geleneğine rastlanmıştır: Petruşevskaya’nın eserlerinde “küçük insan” imgesine geniş yer verilmiştir; yazarın kahramanları genellikle ezilenlerden, aşağılananlardan, yoksullardan, düşkünlerden ve hastalardan seçilmiştir. Varoluşçuluk sorunsalı, Dostoyevski gibi Petruşevskaya’nın da en çok başvurduğu konulardan biri olmuştur. Yazar, eserlerinde yaşamın derin insanî ve felsefî yönlerine odaklanmıştır: yaşamın karanlık ve kasvetli taraflarını, insan ruhunun derinliklerini ve iç çatışmalarını tüm yalınlığıyla göstererek okuru insanın varoluşunu sorgulamaya ve anlamlandırmaya yönlendirmiştir. Dostoyevski, gerçeği betimlemede sembolleri kullanan realist bir yazarken; Petruşevskaya, eserlerinde natüralizmi ve sembolizmi bir potada eritmiş ve gerçeği okuyucuya daha çarpıcı ve ürpertici bir şekilde aksettirmiştir. Petruşevskaya’nın Kseniya’nın Kızı (Дочь Ксени, 1988), Dünyanın Vicdanı Bir Kız (Такая девочка/Такая девочка, совесть мира, 1988) İntikam (Месть, 1990) ve Hijyen (Гигиена, 1990) novellaları ile Dostoyevski’nin Suç ve Ceza (Преступление и наказание, 1866) romanı arasında kurgu, eser kahramanlarının tutumları ve iç çatışmaları bakımından benzerliklere rastlanmıştır. Bu durum, modernizm döneminde Dostoyevski’nin yazın sanatından uzaklaşan yazarların, postmodernizm ile birlikte tekrar Dostoyevski’nin yazın sanatına yöneldiğinin bir göstergesidir. Böylece, 21. yüzyılda da Dostoyevski’nin edebî gelenekleri ve düşünceleri Rus edebiyatını etkilemeye devam etmiştir.
Anahtar kelimeler: Dostoyevski; Petruşevskaya; Metinlerarasılık; Klasik Rus Edebiyatı; Çağdaş Rus Edebiyatı.

Karabatak Dergisi 37. Sayı Mart-Nisan 2018. ss.132-135

Albert Camus’nün 1944 yılında tamamlayarak yayımladığı Caligula, yazarın bireysel olarak kaleme aldığı ilk oyunudur. Camus, dört perdeden oluşan eserini daha çok Caligula takma adıyla tanınan üçüncü Roma imparatoru Gaius Julius Caesar... more

Albert Camus’nün 1944 yılında tamamlayarak yayımladığı Caligula, yazarın bireysel olarak kaleme aldığı ilk oyunudur. Camus, dört perdeden oluşan eserini daha çok Caligula takma adıyla tanınan üçüncü Roma imparatoru Gaius Julius Caesar Augustus Germanicus’un yaşam öyküsünden esinlenerek kurgular. Bu anlamda tarihsel olduğu kadar yaşam öyküsel bir nitelik de taşıyan Caligula’da, esere adını veren ana kahraman, başkaldırısını saçmaya düşmek suretiyle ortaya koymuş sıra dışı bir imparatordur. Caligula, ölümlü dünyaya başkaldırmak adına kendisine imkânsız görünen bir hedef koyar. O, bu dünyadan olmayan bir şeye, “ay”a ulaşmak istemektedir. Bu istek, ilk bakışta yaşamın hakikatine uzak olmak gibi yorumlanabilecek olsa da aksine hakikatle birebir ilişkilidir. Dolayısıyla Caligula, sanıldığı gibi bir meczup değildir. O, içine atıldığı dünyanın hakikatine ermiş, bu nedenle de acı çeken, varoluşsal kriz yaşayan bir varlıktır. Hakikate göre eylemeyi reddederek kendi istek ve seçimiyle kopuş sergileyen Caligula’nın trajedisi, başkaldırı için belirlediği hedefine ulaşabileceğine olan sağlam inancı ile hiçbir zaman ulaşamayacağını bilme arasında yaşadığı dilemmada yatar. İşte bu nokta, imparatorun saçmaya düştüğü noktadır. Caligula üzerine hazırlanan bu çalışmada, hem felsefenin dışında edebiyatın da alanına giren varoluşçuluğun izinin sürülmesi hem de Camus’nün absurde-saçma-uyumsuz ve başkaldırı gibi kavramlarının incelenmesi amaçlanmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Albert Camus, Caligula, varoluşçu tiyatro, varoluşçu felsefe, saçma, başkaldırı.

Çok bilinen bir söz vardır: “İnsan olmak zor!” Gerçekten zordur insan olmak! Duygu, düşünce, hesap ve planları ile karmakarışık bir varlıktır insan. En çok da endişeleriyle enginlik ve derinlik kazanmıştır ya da Euripides’in deyişiyle... more

Çok bilinen bir söz vardır: “İnsan olmak zor!” Gerçekten zordur insan olmak! Duygu, düşünce, hesap ve planları ile karmakarışık bir varlıktır insan. En çok da endişeleriyle enginlik ve derinlik kazanmıştır ya da Euripides’in deyişiyle “İnsan, endişeden yaratılmıştır.” Farsça kökenli “endişe”nin anlamlarından biri de “düşünce”dir zaten! İnsan, dünyaya geldiği ilk andan itibaren kendi/benliği üzerine düşünmeye ve varoluş amacını sorgulamaya başlamıştır. Geçen ve değişen zamanla beraber insanın, içine doğduğu dünyaya dair soruları elbette çeşitlenmiştir; ancak bir endişesi baki kalmıştır: Ontik endişe! İşte Engin Geçtan İnsan Olmak’ta bu endişenin izinden gidip insanların temel varoluşsal soru(n)larına -kendi deneyim ve hesaplaşmalarını da katarak- çeşitli cevaplar arar. Geçtan kitapta, kendini kemâle ermiş, “olmuş” hisseden, okuruna didaktik ve pedagojik bir edayla yukardan seslenen bir “entelektüel tavır” içerisinde değildir. Tersine kendiyle hesaplaşan, yüzleşen, acizlik, güçsüzlük ve kaygılarını gizlemeyen, öğrenmenin yaşamın son anına kadar devam ettiğine inanan, “ustalık”tan korkan, “bitmeyen çıraklık”tan büyük bir keyif alan, içindeki amatör ruhu sürekli güdüleyen ve bütün bunları hayatlarına bir şekilde temas ettiği insanlarla paylaşma ihtiyacı duyan “bir insan” konumundadır.

Bu araştırma, üniversite öğrencilerinde, yaşamın anlamı ile öz-aşkınlık arasındaki ilişkide ölüm anksiyetesinin aracılık rolünün incelenmesi amacıyla yapılmıştır. Yöntem: Araştırmanın verileri 29 Mayıs Üniversitesi İktisadi ve İdari... more

Bu araştırma, üniversite öğrencilerinde, yaşamın anlamı ile öz-aşkınlık arasındaki ilişkide ölüm anksiyetesinin aracılık rolünün incelenmesi amacıyla yapılmıştır. Yöntem: Araştırmanın verileri 29 Mayıs Üniversitesi İktisadi ve İdari Bölümler Fakültesi'nden tabakalı örnekleme yöntemiyle % 95 güven aralığında, ± % 5 örnekleme hatası ile seçilen 326 öğrenciye Kişisel Bilgi Formu, Yaşamın Anlamı Ölçeği, Ölüm Anksiyetesi Ölçeği ve Öz-aşkınlık Ölçeği uygulanarak elde edilmiştir. Araştırmanın amacı doğrultusunda ilişkisel tarama modeli kullanılmıştır. Bulgular: Araştırmadan elde edilen bulgulara göre yaşamın anlamı, ölüm anksiyetesi ve

Bu makale iThenticate programıyla taranmıştır. This article was checked by iThenticate.

_____________________________________________________________________________________________________ ÖZ Günümüzde en çok kullanılan yansıtmalı testlerden biri Rorschach Mürekkep Lekesi Testidir. Testin psikometrik puanlamaya dayanan ve... more

_____________________________________________________________________________________________________ ÖZ Günümüzde en çok kullanılan yansıtmalı testlerden biri Rorschach Mürekkep Lekesi Testidir. Testin psikometrik puanlamaya dayanan ve psikanalitik yorumu dışında farklı kuramsal temellere dayanan yorumları da vardır. Bunlar-dan biri Rorschach testinin varoluşsal açıdan yorumlanmasıdır. Özellikle kanser hastalarıyla yapılan uygulamaların-da varoluşsal temelde yorumlama örneklerine rastlanmaktadır. Bir hastalık nedeniyle ölüm riski ile karşılaşan kişiler-de varoluşsal kaygıların yaşanabileceği bilinirken, kişilerin bu hastalık karşısındaki ruhsal durumunu incelemek için Rorschach testinin varoluşsal açıdan yorumlanması faydalı bilgiler sağlamaktadır. Bu bağlamda, çalışmada insan immun yetmezlik virüsü (HIV) tanısı konmuş bir genç yetişkinde varoluşsal temelde Rorschach Mürekkep Lekesi ABSTRACT One of the most widely used projective test is Rorschach Inblot Test. Apart from the psychoanalytic interpretation and interpretation of the test based on psychometric scoring there are also interpretations based on different theoretical background. One of these is the interpretation of the Rorschach test from an existential perspective. There are examples of Rorschach Inkblot Test which has interpretation on existential perspective especially with cancer patient. While existential concerns may be experienced in people who are at risk of death due to an illness, interpreting the Rorschach test from an existential perspective provides useful information to examine the mental state of individuals towards this disease. Therefore, this research is about a Rorschach Inkblot Test report from an existential perspective which applied to the young adult who was diagnosed with Human Immunodeficiency Virus Infection (HIV).

Bu arastirma, universite ogrencilerinde yasamin anlami ile oz-askinlik arasindaki iliskisinde olum anksiyetesinin aracilik rolunun arastirilmasi amaciyla yapilmistir. Arastirmanin verileri 29 Mayis Universitesi Iktisadi ve Idari Bolumler... more

Bu arastirma, universite ogrencilerinde yasamin anlami ile oz-askinlik arasindaki iliskisinde olum anksiyetesinin aracilik rolunun arastirilmasi amaciyla yapilmistir. Arastirmanin verileri 29 Mayis Universitesi Iktisadi ve Idari Bolumler Fakultesi’nden oranli kume ornekleme yontemiyle % 95 guven araliginda, ± % 5 ornekleme hatasi ile secilen 326 ogrenciye Kisisel Bilgi Formu, Yasamin anlami Olcegi, Olum Anksiyetesi Olcegi ve Oz-askinlik Olcegi uygulanarak elde edilmistir. Arastirmanin amaci dogrultusunda iliskisel tarama modeli kullanilmistir. Arastirmadan elde edilen sonuclara gore oz-askinlik ile yasamin anlami ve olum anksiyetesi arasinda coklu duzeyde anlamli bir iliski oldugu ve olum anksiyetesinin yasamin anlami ile oz-askinlik iliskisine aracilik rolu yaptigi tespit edilmistir.

Askin bir varliga imanin mâhiyeti felsefenin onemli tartisma konularindan biri olmustur. Konunun ele alinisi ise felsefe-teoloji iliskisi baglaminda yurutulen tartismalara referansla yurutulmustur. Imanin mi yoksa aklin mi veya her... more

Askin bir varliga imanin mâhiyeti felsefenin onemli tartisma konularindan biri olmustur. Konunun ele alinisi ise felsefe-teoloji iliskisi baglaminda yurutulen tartismalara referansla yurutulmustur. Imanin mi yoksa aklin mi veya her ikisinin birden mi hakikati temsil ettigi sorusu asirlar boyunca felsefenin temel sorunu olarak tartisilmistir. Tanri’yi nasil bilebiliriz probleminden hareketle iman, Tanri’ya yaklasmanin bir araci olarak gorulmustur. Ozellikle Hristiyan teolojisinde kozmosun degersizligi ve ote-dunya ozlemi bireyi bu dunyaya ve kendine yabanci kilmistir. Filozofumuz Kierkegaard ise bu donguyu tersine cevirme niyetindedir. Ona gore iman aklin kavrayabilecegi bir hakikat degil tam tersine bir paradokstur. Ancak kisi bu paradoksa tum evrensel yasalarin uzerinde bir hakikate sahip olarak ulasabilir. Kierkegaard bireyden hayatin karmasasi icerisinde kaybolmadan kendisinin farkina varmasini istemektedir. Descartes’in soyut ben bilincinden ve Hegel’in degersiz birey algisindan uzak, somut olarak kendisini var eden insanin ancak imani bulabilecegini savunmaktadir. Mutlak olanin karsisina mutlak varligimizla cikmaliyiz diyen Kierkegaard, varolus alanlari olan estetik, etik ve dinsel alanlar icerisinde en kiymetlisinin dinsel varolus alani oldugunu vurgulamaktadir. Bireysel varolusun Tanri’dan kopmak degil ona goturen bir yol olarak gorulmesi ve kisinin birey olarak sorumluluklarini sahiplenmesinin vurgulanmasi acisindan Kierkegaard bugun de onemini koruyan bir filozof olmaktadir.

Amerikalı yazar ve edebiyat profesörü Josephine Donovan Feminist Teori (1985) isimli kitabıyla okuyuculara feminist teorinin genel hatlarını ve feminist kuramın öğrenciler için bir yol gösterici niteliği taşımasını hedeflediğini... more

Amerikalı yazar ve edebiyat profesörü Josephine Donovan Feminist Teori (1985) isimli kitabıyla okuyuculara feminist teorinin genel hatlarını ve feminist kuramın öğrenciler için bir yol gösterici niteliği taşımasını hedeflediğini belirtmişyir. Feminizm bugünkü birçok kimlik hareketi veya siyasal akımdan farklı olarak kökleri çok geriye dayanan bir teoridir. Yazar, feminizmin tarihin neresinde nasıl başladığını ilk etapta farklı felsefi akımlar çerçevesinde incelemiş ve feminist teorinin önemli personalarıyla bunu beslemiştir. Feminist teorinin tarihe bakıldığında 18. yüzyıl itibariyle İngiltere ve Kuzey Amerika'da ortaya çıktığı görüşü bugün genel kanıyı oluştursa da Donovan özellikle feminizmin dalgalara ayrıldığı son iki yüzyıllık dönemin ötesinde, bu tarihten önceki dönemlerde ortaya çıkan kökenleri ortaya koym uştur. Elbette ardından bunu feminist dalgalar izler ve yazar kitabı sekiz ana başlıkta inceler: 19. Yüzyılın Kültürel Feminizmi, Feminizm ve Marksizm, Feminizm ve Freudculuk, Feminizm ve Varoluşçuluk, Radikal Feminizm, 21. Yüzyılın Kültürel Feminizmi ve 21. Yüzyıla Girerken. Feminst teori nedir ve tarihi nereden başlamaktadır? Bu soruların asıl cevabı feminizmin bir kuram olarak kabul edilmeye başlandığı 18. yüzyıldan itibaren aranır ve bu kitap analizinde de özellikle ilk iki dalga feminizme odaklanarak kitapta asıl vurgulanan tarihsel gelişim süreci incelenecektir. Aydınlanmacı Liberal Feminizm bölümü, feminist teorinin Magna Cartası olarak bilinen Mary Wollstonecraft'ın A Vindication of the Rights of Woman (1792) adlı eseri ele alarak başlar. Yazar, 18. yüzyılın sonlarındaki aydınlanmacı akımların getirileri olan Doğal Haklar Doktrini, İnsan Hakları Bildirisi ve Amerikan Bağımsızlık Bildirisi gibi eserlerin ortaya çıkışını ele alır. Burada teorinin nasıl kuramlaştığı meselesi konjonktürel bağlamda incelenmiş, aslında modernizme geçiş olarak nitelendirilen bu durumda kadının bir birey olarak dönemin değer dünyasında yer edinememesine değinir, kısaca ortaya konan bu eserlerin eleştrisi feminzmin doğuşunu getirmektedir. Örneğin, siyaset felsefesi çerçevesinde ele alınan her bireyin "doğal" olan, doğuşu itibariyle edindiği hakları olduğu fikrini benimsemiş ancak kadınlar bu fikirlerin dışında tutulmuştur. İnsanın evrendeki yeri nedir sorusu yavaş yavaş bireyin toplumdaki yeri neresidir sorusuna evrilmiş ve kadınların toplumdaki rolünün evde olması fikri feminizmin kuramlaşmasının temelini atmıştır. Öyle ki Sanayi Devrimi ile ortaya çıkacak iş gücü ihtiyacı da kadının sosyal alanda var olabilmesinin yolunu "çalışma hakkı" talebiyle açacaktır. İnsan Hakları Bildirisinde insanın l'homme sözcüğü ile tanımlanması aslında bu dışlanmışlığın en büyük göstergelerindendir. Çünkü Fransızcada l'homme hem insan hem de erkek anlamına gelmektedir. Kadının ataerkil düzenin yarattığı eşitsizliklerde önce kadın, daha sonraları da bir birey olarak var olması gerekliliği ise ilerleyen bölümlerde yazar tarafından ortaya konmaktadır. Feminizmin ortaya çıkışına sebep olan bu eşitsizliklere yazarın verdiği bir diğer örnek ise John locke'un Bağımsızlık Bildirisi ve Doğal Haklar Doktrinine ışık tuttuğu düşünülen Hükümet Üzerine İkinci İnceleme (1690) adlı eserinde birey yerine kullandığı ve

"Albert Camus felsefe için oldukça önemli bir figürdür. Felsefeye saçma ve başkaldırı olarak iki ana kavram hediye eden Camus; bu iki kavramın felsefesini yapmış, bunu yaparken de modern zamanların pratik sorunları üzerine kafa yormuş ve... more

"Albert Camus felsefe için oldukça önemli bir figürdür. Felsefeye saçma ve başkaldırı olarak iki ana kavram hediye eden Camus; bu iki kavramın felsefesini yapmış, bunu yaparken de modern zamanların pratik sorunları üzerine kafa yormuş ve çözümler geliştirmiştir. Yaşamdaki varoluşsal sorunların, ontolojik buhranların sebebi olarak gördüğü saçmayı yalnız teşhis etmekle kalmamış aynı zamanda saçmayla baş etmek için üç alternatif önermiştir: İntihar, Umut, Başkaldırı. İntihar ve umudu işlevsiz olarak gören başkaldırının felsefesini yapmıştır. Bu çalışmada Camus’nün çabası eserleri ve görüşleri üzerinde açıklanmaya çalışılmıştır. Platon, Nietsche, Kierkegaard ve ilintili olduğu filozoflarla olan ilişkisi ve etkilenimi araştırılmıştır. Onun hayatı ve felsefesi üzerinden bağlantılar kurulmaya çalışılarak “Saçma” kavramı irdelenmiştir. Nihayetinde Camus’nün felsefesini inşa ettiği bu kavramın işlevselliği üzerine analiz ve çıkarımlar açımlanmıştır."

“İnsanın belirlenmiş sabit bir fıtratı yoktur. Onun için insan kendisini sınırsız bir şekilde geliştirebilir” diyor, Sartre.. İşte bu iddiada üç skandal yanlış var; şöyle ki: 1. Yazılım ve ikili sisteme dayalı program kültürünün... more